Bütün çocukluk düşlerim okumak üzerinedir. Sıcak yaz günlerinde, evimizin
damında cibinlik içinde yatarken ortaokulu sonra liseyi üçer yılda,
üniversiteyi de sınıfta kalmadan bitirdiğimi düşleyerek uykuya dalardım.
***
İlkokulu bitirdiğimiz yaz, pamuk toplamak için teyzemin kızı
H.Ablamın kayınbabası M.Sülo'nun elçiliğini yaptığı yerlerde pamuk
toplamak için Adatepe yakınlarında çadır kuran ailelerden biriydik.
"...Niye çadır kuruyoruz ki; evimizde kalsak, her sabah, laylona binip
tarlaya gitsek, akşam geri gelsek, evimizde yatsak daha güzel değil mi?
Orda ne tuvalet var, ne de yıkanacağımız bir yer..." diye, düşündüklerimi
söylemiştim. Düşündüğüm şey doğru olmasına doğruydu ama, tarla sahipleri
hem taşıma maliyetinden kurtulmak hem de her gün her gün kim geldi kim
gelmedi, kim geç kaldı derdinden kurtulmak için, pamuk toplanacak
tarlaların yanında, biçilmiş buğday tarlalarına çadır kurdurmayı tercih
ediyorlardı. O yaz, sağlıksız koşullarda, gaz ya da lüks lambalarının
ışık verdiği çadırlarda iki ay yaşamış, eylül ayı başında sulu pamuğa
kalmadan, evimize dönmüştük. Ağabeyim bir yıl önce şehrin öte tarafında
yeni açılan ve şehrimizin en zengin kişisi olduğu söylenen adamın adı
verilen ortaokula başlamıştı. İlkokul sınıf arkadaşlarımın pek azı
ortaokula kayıt olmuştu. Özellikle kızlardan ortaokula kayıt olan sayısı,
bir elin parmakları kadar bile değildi. Erkek arkadaşlarda da bu sayı
çok fazla değildi. Altı ya da yedi kişi ortaokula başlarken büyük
çoğunluğun okul yaşamı sona ermişti. Babam ölmüştü, nasıl
okuyabilecektim, bilmiyordum...Annem, herkesten benim okula devam etmeme
ilişkin sözler duyuyordu. Üç çocuğu okula göndermek kolay değildi; birkaç
yıl sonra ilkokulu bitiren bir küçük kardeşim ilkokuldan sonra okumayıp,
Sanayi'de çırak olacaktı. Annem çaresizdi ama beni okula göndermemesi de
olacak şey değildi. Abimin gittiği ortaokula değil evimize daha yakın
olan ortaokula kayıt ettirildim. Ortaokulumuzun adı vardı ama binası
yoktu, ortaokul birinci ve ikinci sınıfı, Hürriyet Mahalkesi'ndeki, Erkek
Sanat Enstitüsü binasıyla bitişik Beşocak İlkokulu'nda okumuştum. Son
sınıfta ortaokulumuzun yapımı tamamlanmıştı. Şehrimize çok yakışan bir
ismi vardı: "Pamukeli Ortaokulu" O okuldan mezun oldum. Evimizden Beşocak
İlkokulu'nda ders yapılan ortaokula, çoğu kez çarşının bulunduğu Atatürk
Caddesi'nden gitmeyi tercih ederdim. Diğer yol, belki biraz daha yakındı
ama çok az dükkan vardı. Oysa, tercih ettiğim yol sağlı sollu sayısız
küçük dükkanla doluydu. Gide gele tüm dükkanların tabelalarını
ezberlemiştim. Tabelaları yazanlar iki ayrı kişiydi. O yıllardan yarım
yüzyıl sonra bile o dükkanlar aynı kaldı. Ne boyandı, ne yenilendi, ne de
işletmecisi değişti. Babadan oğula geçmiştir, hiç şüphesiz. Caddeden
yürür, birkaç yıl önce çıraklık yaptığım berber dükkanının önüne varmadan
karşı kaldırıma geçerdim. Köprübaşını geçtikten sonra o zamanların dört
katlı tek binanın olduğu sokaktan Atatürk İlkokulu'na doğru döner, okula
giderdim. Bu yıllarda kitap okuma tutkuma sinema tutkusu eklenmişti.
İlkokuldan beri sınıf arkadaşım F. ile neredeyse haftanın üç günü
sinemaya gidiyorduk. Şehrimizde üç kışlık sinema vardı; Sinemalarda
oynayacak filmleri takip ediyor, oynatılan film değiştiği zaman yeni
filme gidiyorduk. Tercihimiz çoğunlukla yerli filmlereydi.
***
Ortaokulu
bitireceğim günlerde, parasız yatılı sınavlarına girmek için, bir gün
önce Adana'ya gitmiş, o gece teyzemlerde kalmıştım. O gün, nedendir
bilmiyorum; bütün canlılığı ile belleğimde kalmış.Teyzemin kızı'nın
öğrencisi olduğu 23 Nisan Ortaokulu'nda girmiştim sınava...Sınavdan bir
gün önce kuzenim beni okuluna götürmüş, nasıl gidileceğini göstermişti.
Özen dolmuşundan Küçük Saat'te inip yürüyerek okula gitmiştik. Yürüdüğümüz
caddede o kadar çok banka ismi görmüştüm ki... Dönüşte aynı yoldan Küçük
Saat'ın ordan dolmuşa binmeden önce girdiğimiz caddedeki tatlıcıdan o
kadar çok tatlı yemeyi arzulamıştım ki...Halka tatlı, taş kadayıfı,
ismini bilmediğim ilk kez gördüğüm tatlı tepsileriyle dolu dükkanın
önünden geçmiştik. O gün iki ayrı plakçıda çalan şarkıyı dün gibi
anımsıyorum. Nesrin Sipahi söylüyordu; 'Rüya Gibi Her Hatıra'... O geceyi
ise hiç anımsamıyorum. Cumali eniştem evde miydi, yoksa çalışmaya mı
gitmişti, anımsamıyorum. Ertesi gün sınava gireceğim için erken yatmış
olmalıyım. Ertesi gün sınavdan sonra, teyzemlerin evine gitmeden,
Ceyhan'a dönmüştüm.
***
O yaz tatilinde, Amcamın Siptilli'deki kebapçı dükkanında bulaşık
yıkayıp, komilik yaparken, öğrencilik günlerimin başlamasını düşlüyordum.
Girdiğim parasız yatılı sınavından umutluydum; eylül ayı gelmiş ancak
sınavı kazanıp kazanmadığıma ilişkin hiçbir haber gelmemişti. Ben okumak
istiyordum, peki bu nasıl gerçek olacaktı, bilmiyordum...
Evimizin temel dayanağı babamı bir trafik kazasında kaybedeli beş yıl
olmuştu. Bütün yaşamımız altüst olmuş, alabildiğine yoksullaşmış, orta
yerde kalmıştık. Dört erkek kardeşin ikincisiydim. Babam öldüğünde en
küçük kardeşim henüz yedi aylıktı. Ortaokulu, benden iki yaş büyük abimle,
O, ortaokulda bir yıl kaybettiğinden aynı yıl bitirmiştik. İkimizin
birden liseye devamı olanaksız görünüyordu. Ama ben çok okumak
istiyordum, çok...
Evimizde üvey baba da vardı, iki yılı aşkın zamandır. Okuma isteğimin
gücü karşısında C. Lisesi'ne kaydım yapıldı. Ağabeyim öğrenimini
sonlandırıp çalışmaya başladı.
***
Liseye başlamıştım. Lise bizim mahalleden çok uzakta, şehrin öbür ucunda,
tren garına yakın bir yerdeydi. Okula çoğu zaman yaya, bazen de param
varsa motoguzziye binerek gidiyordum. Sınıfımızın çoğu, sınıf tekrarı
yapan, üç günde bir dersleri kırıp lisenin karşısındaki kışlık sinemaya
film izlemeye giden, benden birkaç yaş büyük öğrencilerden oluşuyordu.
Sinemaya yeni film geldiği günlerde sınıf boşalıyor, sınıfın yarısından
çoğu derse girmiyordu.
Liseye başlayana kadar sekiz yılda, toplasan beş gün devamsızlığı olmayan
bir öğrenci olmama karşın iki ay içinde, dört beş gün devamsızlığı olan
bir öğrenci olmuştum. Bu durumdan dolayı kendimden utanıyordum.
Okulda dersler başlayalı iki ay olmuş, ilk yazılı sınavlar yapılmıştı.
Biyolojiden zayıf aldığım için, yazılı sonuçlarının açıklanmasından
sonraki ilk derste beş sayfalık konuyu ezberleyip anlatmak için parmak
kaldırmış, kitapta ne yazıyorsa aynını söylemiştim. Nasıl bir öğrenci
olduğumu, sınıf arkadaşlarıma belli etmemin üzerinden bir kaç gün
geçmişti...
***
O gün son iki ders İngilizce. İngilizce öğretmenimiz aslında Fransızca
öğretmeni ama bizim İngilizce dersimize geliyor, sonraki yıllarda
tanışacağız "yurtsever devrimci öğretmen" hareketinin önemli bir
temsilcisi ama konumuz bu değil, o yıllara daha çok var. Sınıfta yanıma
ortaokuldan sınıf arkadaşım Şaziye oturmuş, dersi dinlememe izin
vermiyor.
On dört yaşında utangaç, kendine güveni olmayan, sıkılgan biriyim. Şaziye
beni sıkıştırdıkça sıkıştırıyor, yüzüm alı al, moru mor... Şaziye
sevgilim olup olmadığını soruyor, "ben senin sevgilim olayım" diyor, ben
sıranın kenarına çekildikçe o bana yaklaşıyor. Öğretmen sınıftakilerin
dikkatini dağıtan bu durumu fark etti, edecek diye ödüm kopuyor. Neyse,
paydos zili çalıyor; kurtuldum diye sevinip, sınıftan çıkıyorum. Bahçeyi
geçmeden okulun hoparlöründen ismimin anons edildiğini, okul idaresine
gitmem gerektiğini duyuyor, mahvoluyorum...
Lisenin Müdür odasına nasıl gittiğimi anımsamıyorum, Müdür, o zamanların
çok heybetli, karizmatik (o zamanlar bu sözcük yok), koltuğunu dolduran
biri... Odaya girdiğimde sanırım yanında iki çocuğu var, benden büyük ya
da ben yaşlarda çocuklar. Müdür uzatmıyor, "Oğlum" diyor, "tebrik ederim
Öğretmen okulunu kazanmışsın, ama ortaokul müdür yardımcısı sümeninin
altında unutmuş, fark edince göndermiş, bilmiyorum geçerli mi hâla, Bolu
Öğretmen Okulu'na bir telgraf çek, müdür muavinine söyledim sana yardımcı
olacak " diyor. Ben çifte mutluluk duyuyorum o an... Şaziye olayı
korkumdan kurtulmuş ve yedekten de olsa öğretmen okulunu kazanmış
olmaktan duyduğum mutluluk, gurur...
***
Telgrafımız olumlu karşılanıyor, bekleniyormuşum, geçerliymiş davet ve
ben, iki, üç gün içinde şehrimizden geçen Hatay Sel Turizm otobüsüne
binmiş Bolu'ya doğru yola çıkmış oluyorum, tek başıma... Toros Dağlarının
o yıllarda zor geçilen kıvrımlı yollarında, Gülek boğazında henüz, içim
dışıma çıkıyor. Ankara'dan sonra duymuşum, okumuşum ya okul kitaplarından
küçük bir kasaba o zaman Bolu, şehrimizin yarısı kadar bir nüfusu var.
Kızılcahamam'da, Gerede'de, Yeniçağa'da Bolu'ya geldik diye yerimden
kalkıyorum. O kadar heyecanlıyım ki...Muavin beni rahatlatıyor, ben
otobüs durmayacak, İstanbul'a kadar gideceğim diye korkuyorum. O, "merak
etme okulun kapısında seni indireceğim" diyor. Öyle de oluyor, saat on
sularında beni okul kapısında indiriyor, elimde bavul ve kusmuk
torbamla...
***
Müdür muavini benim yaşımda bir çocuğun tek başına yedi yüz elli
kilometre uzaklıktaki bir şehre gönderilmiş olmasının şaşkınlığında ama
deneyimli çok iyi bir insan, Hikmet Bey. Yanıma deneyimli bir öğrenci
vererek, imzalanıp gelmesi gereken senetleri ve evrakları postaneden
gönderip okula dönmeme yardımcı oluyor.
Şehir merkezine gidip gelirken, Kızılcahamam'dan itibaren ağaçların
diplerinde gördüğüm, saçlarımın, ceketimin üzerine dökülen beyaz şeylerin
kireç değil kar olduğunu fark edeceğim. Üstüme giymek için bir palto ya
da pardösü gerektiğini de...