Yaşamın her anında yeni bir yüz ve ses yakalamaya, kendisine anı
yaratacak bir esin kaynağı bulmaya çalışan, sürekli endişeli ve her şeyi
bozduğunu sanan bir gençti. Heyecan için saçma sapan isteğe kapılır ama
hep sessiz veya delice halini yakalar, kendini daima överdi.
Yazı yazmaya çalışıyordu.
Heyecanla eski kitaplara gömülüyor ama yaşamın gerçekliğini unutup
duruyordu; ani heveslere kapılıp uzunca çabaladığı anlarda bitkin
düşüyor, kendi kendine tıpkı gökten denize atılan bi' taş parçası gibi
ruhunun parçalanacak gibi olacağını hissediyor ama tümden nefessiz kalıp,
tüm gece boğuluyordu.
Yavaş yavaş ruhunda beliren, istemsizce tutulduğu bu sevdanın verdiği
sevgiyle kendini gündüzleri dinç ama geceleri de bir o kadar bezginlik
sarsıyordu.
Odasının önünde tüten fabrika dumanlarını gördükçe, kendini daima
sokaklara atıyor ve ağır adımlarla kulağına dolan şarkıyı dinleyip
yürüyor, içine kapanarak kendine karşı duyduğu korkunç sevgiye rağmen,
etrafındaki insanların iğrençliğinde boğulacak gibi oluyordu; sadece gece
karanlığında tavana bakarken içtiği tütünü ve hayalleri
sakinleştiriyordu.
Çok fazla düşüncesi vardı ama ertesi gece o düşüncesi bi' hiç oluyor,
tutunacak dalı kalmıyordu; gece karanlığında yaktığı mum ışığına sürtünen
bi' kelebek gibi heyecanla hayallerinde dolaşıp, yakalayamadığı o
tarifsiz histe kala kalıyordu.
Bu günlerden sonra etrafa saçılan fabrika dumanlarının, insanların
bencilce yaşama isteklerinin ve sevimsizliklerinin, öfkesini artırmasına
sebep oluyor ve içindeki o öfkenin uğultusunu duyuyordu; acımasızca onu
parçalayıp, yok ediyordular.
Parçalanmış ruhu artık, kendini işe yaramaz, zavallı biri olarak görüyor
ve asıl gerçek sarsıntıyı, bu dünyada göz yaşlarını sattığı insanların
zavallılıklarını, ona, bu cümleyi kurduran, "...sattığı" deyimini
kullanan bilincinin ne kadar kahpece bir biçime girdiğini düşünerek
yaşıyordu.
Son geldiği noktada, artık bir şeylerin değişmesi gerektiğini tıpkı
sevginin varlığına olan azıcık inancı gibi inanmak istiyor ama hep o
eksikliği hissediyordu.
O günden sonra kafelerin köşelerinde, uğultuları dinleyerek yalnızlığını
bastırmaya, içinde yarattığı her şeyi, saçma bulduğu şeylere alışarak,
yok etmeyi düşünerek gidiyor ve öylece ruhunu sattığını iyice belliyordu.
Bu his, kendini tümden acınmasına sebep oluyor ve ölümü aklına
getiriyordu.
Yine de bitkin düşüren yaşamın, büyüleyici olaylarına bi' çocuk gibi
kapılabiliyordu. Ama yaşamın büyüsünü yanına alıp her girişimin de,
kafelere giderek içeride kahkaha atan insanları yok etme isteğinde
başarısız olarak büyük bi' sarsıntıyla, ağlayarak eve, karanlık tavanına
gidiyordu.
Tavanına bakma gücü, tekrar ve tekrar deneme inancı; tavanına baktıkça,
aklına gelen tüm olayların gerçekliği, aklındaki olmamış kişilerin
gerçekliği, onu her günün başına bozuk bir kaset gibi sardırıyor ve
inancını tekrar eline aldırıyordu.
Ama, bu günlerden sonra ruhunun tamamen eridiğini, onu gittikçe yaşamdan
soyutlayan o uğraşıların boşuna olduğunu hissediyordu. Kendisini arama
dürtüsü tamamen içinden buharlaşmıştı. Aklına sadece kendine ait
sözcükler vardı. Tavanının arasında sıkışan, tozlanmış bi' kitap gibi
hissediyordu.
Yaşam
Sabah altı saatine uyandığında eliyle zar zor çalar saati kapatmayı
başarmıştı. Çalar saati kapatamama hissi dahi vardı aklında. Yine de onu
başarmıştı. Üzerindeki ince battaniyeyi hızla iteleyip ayağı kalktı. Cama
doğru yürüyüp perdeyi araladığında, şehrin halen karanlığa gömülü
olduğunu gördü. "Niye bu saatte kalkıyorum ki," diye kendi kendine
söylenirken, yaşamı gibi, günleri de boş şeylerle doldurduğunu
hissediyordu. Sırasıyla sabahına; dişlerini fırçalamak, yüzünü yıkamak
ardından kahve yapmak gibi şeyler tekrarlanıyordu. Ardından heyecanla
elini kalem alıp, beş-on dakika cümleleri sıralıyordu. Sonra kâğıda
baktığında, kelemi odasının köşesine fırlatıyor, kâğıdı buruşturup çöpe
atma isteği asla olmuyordu. Çünkü sevdiği yazarının bi' sözünde, "Tanrı
ve Şeytan bir araya gelse, zaten bana düz ve beyaz bir kâğıttan başka bir
dost sunamazlardı," deyiminden bu gücü buluyordu. Sırf bu cümle uğruna
evinin her yerinde kağıtlar yatıyor, hatta yatağının altına dolmuş küflü
kağıtlar dahi heyecanla gözüne çarpıyordu. Ardından evinin zili çaldı.
Şaşkınlıkla etrafına bakındı. "Kim bu saate merak eder ki?" diye
söylendiğinde, koşarak kapının önüne geldi. Elleriyle saçını sanki
yataktan yeni uyanmış gibi dağıtıp, tüm ilgiyi üzerine çekmek için uykulu
taklidi yapmaya başlamıştı. Ardından kapıyı açtığında, üst komşunun kızı
heyecanla,
- Günaydın... Okula geç kaldım da annem para bırakmamış siz de varsa...
akşamına bırakayım, derken kapının yanındaki montundan birkaç beşlik
kâğıt parayı aldığı gibi uzattı, komşunun kızı da koşarak merdivenlere
yönelip, “teşekkür ederim” diyerek kayboldu.
Kapıyı hafifçe kapattıktan sonra her şey normalmiş gibi odasına dönse de
aklında, "günaydını ne kadar sahte söyledi?" Diye geçirdi. Ardından aklı
susmamıştı. Devam etmişti, "aslında öyle yapmamalıydım. Gayet normal
konuşacaktım. Gerçi pijamalardan dolayı böyle yaptı. Orada işe gider gibi
giyinmiş; kravatlı, siyah takım elbisem olsaydı, böyle olmazdı," diye
devam kendi kendine söylendi. Bir yandan da sesli konuşarak kendi
kendine, "sus rezil şuur seni," diye içine bağırıp çağırıyordu.
"Saçmalama işte, acelesi vardı," diye büyük bi' ciddiyetle söylendi.
Tekrar içindeki ses büyük bi ukalalıkla,
- Siyah takım elbisem, demek ki bu kadar maddeye önem vermeye başladın,
dedi.
İçine doğru, "Saçmalama," deyip kendi kendine konuşmasına devam etti.
"Şimdi kahve yaparım, sonra yazılara bakar ve parka çıkarım."
derken
ayağını yatağının köşesine çarptı. Büyük bi’ hışımla çıldırmış gibi
bağırarak, "Niye... niye hep sorunlar beni buluyor!" Diye çığlık atmaya
başladığında gözyaşlarını tutamamıştı.
Yatağı ve kalorifer arasında ki boşlukta yere doğru uzanıp, ellerini
bacaklarının arasına aldı. Ağlaması şiddetlenmişti. Yüzünü parkeye
çevirdiğinde, burnunu çekiyor ve içindeki ses, "saçmalama, çocuk musun
sen?" diye dalga geçer bi' sesle devam ediyordu. Ayağı kalkıp,
"her
gün... her gün bu endişeyle, bu hisler, bu saçma dünyayla uğraşamam,"
diye bağırdı. Ayağının ağrısı çok fazla değildi ama o anki ilgisizliğini
bastırmak istemişti. İlgisizliğini de göz yaşlarıyla kapatmaya alışmış
birisiydi sonuçta. Bu hisleri bastırmak için yatağına uzanıp, "KevinMorby
- Harlem River" çalmaya başladı. İlk baş tavanına bakıp, gözlerini
kapattı...
Onun Yaşamı
“Neredeyim,” diye kendime sorduğumda karşımda İtalyan koltuğunda oturan
kişiyi gördüm. Gözlerimin ve aklımın belirleyemediği konuşan şeye,
elbette "kişi" demem gerekirdi. Belki de hayır! -Bazı durumlarda
var-olanın, varlığını var olarak göstermek epey güç oluyor. - Direkt
karşısında duran koltuğa oturdum ve gri renkli çantamı ayaklarımın yanına
destekledim. Sesindeki uğultuyla,
- Neden geldin? dedi.
“Tek çarem buydu galiba,” diye düşündüm ama bir cevap vermem gerekiyordu.
Zaten tüm yaşamın içinde her şeye cevap vermek zorunda değil miydik? Ben
de ayak uydurdum. Herhalde insanlarla tek ortak özelliğim, yaşama karşı,
cevap vermek oluyordu. Ardından sakince ve kendime emin bir biçim de,
- Gidecek yerim yoktu ve sana geldim! dedim.
Karşımda rahat rahat oturan O’nun, yüzünde gülümseme olmuştu. Gülen yeri
yüzü müydü emin değilim ama kıçıyla gülmeyeceği bi' gerçekti çünkü ne
olduğunu belirleyemiyordum. Dediğim cümleye büyük ihtimalle insanların
hepsi gülerek cevap verecekti çünkü konuk bendim. Yoksa, aklımda herkesi
ağırlayan ve "kahve içer misiniz?" diye soran da ben miyim?
Gülen yüz,
- Kağıtlara güveniyordun ama yine bana geldin, diye yanıtladı.
Bu sefer ben gülmüştüm. Sesinde bu cevabı bi’ soru biçimin de bana
söylemişti.
- Bak, işler değişiyor. Şimdi cevap veren sen oldun, diye büyük bi'
zevkle söylenmiştim.
Uğultulu seslerin içindeki ses,
- Ah... Çok komiksiniz! Hele ki şöyle genç olduğunuz zamanlar dünyanın
etrafınızda dönecek hissi, sanki ölmeyecekmiş gibi tavırlarınız, sekse
düşkünlüğünüz! - Birkaç saniye ses gelmemişti ve sonra hızla devam etti.
- Kapitalizme, yaşama ve dinlere karşı çıkıp özgür olduğunuzu
düşünüyorsunuz ama siz kendinizin köleliğini yapıyorsunuz. Kendinizi
sisteme karşı pazara çıkarıp, orada satıyorsunuz. Sonra da isyan...
isyan, diye bağırıp duruyorsunuz!
Araya girmiştim,
- Öfkeyle dolu insanlar geliyor! Bunu unutmayın, derken dirseklerimi
dizlerime koydum ve kafamı sesin geldiği tarafa çevirdim.
Gülen ses,
- Eminim öyledir. Benim sizden alacak veya verecek bir şeyim olmaz. Olan
da olmuş olan da benden. Sizler ise kronolojik hata, diye belirlediğiniz
şeylere takılıyorsunuz!
Cümlesini tamamlamasına izin vermeden araya girdim tekrar. Bu sefer sesim
çok içten ve sessizdi,
- Haklısın... Haklısın...
Gülsen ses,
- Gerçekten merak ettim, derken sesin varlığı beliyordu. Kafamın bi'
oyunuydu elbette ama ne olduğunu seçmek o an için epey zordu.
Arından sırtımı koltuğa yasladım ve,
- İşte bu kadar! Hepsi bu kadar, dedim büyük bi' inançla.
Anlamış ve zaten diyeceğimi biliyor gibi seslendi,
- Aklındakileri biliyorum. Ne demek isteyeceğini ne yapmak isteyeceğini
biliyorum, dedi.
Ardından büyük bi' zevkle, sanki Tolstoy’un o tren garında kaçmak
istediği duygulardan kaçmayı başarmış hissi gibi büyük bi’ zevkle
konuşmaya başladım.
- Sadece aklımın içinde beliren... ve sadece aklımda yaşayan... oksijenin
akıl olduğu bi' olgusun... İşte bu kadarsın, derken hızla araya girdi,
- Evet. Tıpkı senin gibisin...
- Ben hiç de... Seks düşkünü de olurum. Benim için artık hiçbir şeyin
önemi yok. Ama senin için var. Kitabında bağıra bağıra, "adımla başlayın
ve beni her defasında hatırlayın. Beni unutacak şeylerden kendinizi alı
koyun," diye söyleniyorsun, diye büyük bi' zevkle tekrar söylendim.
- Bi' de şu repliği unuttun ama sizin gibi gençler çok sever böyle
sözleri, bak... Bak tam da şöyle bu söz, "her şeyini kaybettikten sonra
özgürsündür."
O an içindeki her şey erimişti. Buranın benim yaşamım olduğunu,
diğerlerinin ise "Onun Yaşamı" diye adlandıracağını biliyorum ama dediğim
gibi, kimin umurumda bu yaşananlar. Sanki bir gün sonranın bi' önemi
varmış gibi. Güzel bi' kızın saçlarını görme heyecanı varmış gibi olsa da
ne değişebilirdi!
Kendimi o sıra rüzgârla dans eden yeşil çimenlerin içinde buldum.
Karşımda ucu görünmeyen deniz ve uçurumun altında kayalara şiddetle vuran
acımasız bi’ deniz vardı. Bir an olsun kendimi bırakasım geldi ama
yapamadım. Sonuçta kısıtlıydı her şey gibi cevaplarda. Ve o an yaşama
isteğinin tıpkı bi' ineğin mo'laması kadar olduğunu anlamıştım. Artık
karşımda varlığının ne olduğunu bilmediğim şey dahi olsa, benim için bi'
karanlık tavan, tütün ve en yakın dostum, yani beyaz ve düz kâğıdın
varlığı vardı. Hepsi bu üçlemeden ibaret değildi. Şu cümleleri dahi
düşündükçe neden yazdığımı, hatta bazı cümlelerin ne denli aptalca ve
çocukça olduğu sorusuna cevap bulamamak benim kısıtlı aklımın, uzayın
içindeki boşluğu tanıyamamam gibi oluşuydu. İşte diyorum ya, bi' ineğin
mo'laması kadar her şey.
Ses,
- Dışarı çık. Nefes al. Unut her şeyi, dedi.
Öylece gülmüştüm. Ayakkabılarımı çıkardım ve çimenlere ayaklarımı bastım.
Uçurumun dibinde çatlayan sivri kayalar, ölü bedenlerini geri çeken
denizin feryatlarından başka bir şey yoktu. Elbette aklımdaki sesler
susmuyordu. Nasıl olsa uyandığımda yerdeki parkenin üzerinde gözyaşlarımı
göreceğim. Ve... Nedense her şey daha da kötüye gidiyordu. Gerçekten, on
yaşındaki bi' çocuğun hevesiyle soracak olursak! "Neden her şey kötüye
gidiyor?"
Esasen bunun cevabı da vardı aklımda. Ve diğer sorunun da... Elbette
diğerinin de ve diğerlerinin de... Ama... İşte, minik bi' gülümseme
ardından kabulleniş. Hepsi... Hepsi bundan ibaret.
* * *
Bugünden bugüne gidiyorum,
Her zaman, konuşmak istiyorum evereceğimi!
Aklımı veriyorum düşlerime!
Ruhum ağlıyor bi' köşede,
Gerçekten yaşam hep acıyla mı bitecek?
Kötüye gitmeden, neden iyiler yardım etmedi?
Yaşamım biterken, neden ölüm gelmedi!
Hep yalnız hissettim, hissettim ki göreyim, diye!
Hep sessiz kaldım, ki duyayım, diye!
Sokak aralarında bekledim durdum ki, ağlayan ona sarılıp içime alayım,
diye.
Her zaman söylüyorum ya, ben buraya gelmiş bi' bekçiyim! ve fazlası da
olamam, diye.