ÖYKÜ

Çağrı Dahbest  







OMSK DÜŞÜ RUSYA  ( İkinci Bölüm )


Rusya

Dört gün sonra İvan, Rusya’ya ayağını ilk basışında yüzüne keskin rüzgarla birlikte kar tanelerinin çarpacağını düşünüyordu. Lakin güneşin kirpiklerini ısıttığını duyumsadı. Aslında şaşılacak bir durum değildi. Çünkü Rus kadınlarına ve Rusya’nın yaz soğuğuna ilişkin söylemler yanlıştı. Etraftaki tüm kadınlar İvan'dan kısaydı. Kış aylarına yakın bi’ vakit olmasına rağmen hava da sıcaktı.

Havaalanının dış kapısına ilerledi. Kapının önünde arabadan elinde valiziyle ilerleyen insanlardan ve bi’ kenarda öylece sigara içen insanların oluşundan başka bir şey yoktu. Olmazlığa aldırmadı da ama nereye gitse kurtulamıyor oluşu eziyordu. Omsk kalesine varma düşüncesi dahi onu canlı kılamıyordu.

Sanki insan ölse, kurtulacaktır ama yaşama gözlerini açtığı anda, hep huzursuzluğu baş gösterir. Çünkü her an, kafasının üzerinde sallanan bi’ kayayı fark eder. Esasen insan, bu kayanın bir gün ölümü getirecek oluşuna, haber vermeden gelecek oluşuna da aldırmaz. Aldığı her nefesin sonuna varınca gökyüzüne baktığında üzerinde sallanan kayayı görür ve gülmeye başlar. Çünkü öleceğini düşünmek bi’ kurtuluştur. Yine de o kaya asla insanın kafasına düşmez, halatla sarkıtılan kaya, insanın attığı her adımında onunla birlikte ilerler, onunla birlikte yaşar, her nefes alıp verişinde, kayanın düşecek oluşu değil de kayayı sıkıca tutan halatın gıcırdama sesine dayanamaz. Gece yatağına yatıp, karanlık tavana bakınca kayaya gülümser, halatın sesiyle boğulurdu.

Varez her zamanki kibar duruşu ile “gidelim mi efendim?” diye söylendi. İvan’ın aklında ölümün olduğu aşikardı. “Elbette Varez,” diye dilinden çıkarmıştı cümleyi. Hava alanın önünden bi’ taksiye bindiklerinde arka koltuğa geçtiler. Ivan'ın tarafındaki açık camdan içeriye sıcak rüzgâr dolarken Ivan,

– Varez, - derken Varez elbisesini düzeltti, “buyrun efendim,” der gibi gözlerini, yüzü dönük İvan’a dikti- Neden babama olan bağlılığını benimle de devam ettiriyorsun? Sana da kalan onca mal-mülk var. Yine de bi’ nedeni... Ne bileyim Varez! Bi’ insan nasıl olur da kendi yaşamım diyemezken bir başkasına kendi yaşamım, diyemediği şeyi bahşeder. Birkaç kez görmüştüm seni kasabada ama yanındaki insanlara da yaklaşmak istemiyor gibiydin.

İvan yüzünü Varez’e doğru döndürdüğünde, Varez önündeki dizüstü bilgisayardan otel odalarını kontrol etmeye başladı. İvan, “Bir şey demek ister misin?” diye tekrarlarken, Varez duymazlıktan gelerek, “Omsk Kalesine 4 saat sonra varacağız! Başka bir yere uğramak ister misiniz?” dedikten sonra İvan, “kesinlikle hayır,” diye yanıtladı. Ardından sessizlik oldu. Bir süre sonra Varez,

– Babanızı hiç hatırlamıyorsunuz değil mi?

– Çok az…

Varez garip bi' şekilde hızlı hızlı konuşmaya başladı,

– Babanız her gün eski video oynatıcıdan Heidi’yi izlerdi. Yedi yüz elli tane atı olan bi’ insan neden her gün böyle bi’ çizgi filmi izler, diye düşünüp dururdum ve bir gün babanız öldükten sonra ben de o kasetten Heidi’yi izledim. Elimde yumuşak keçi sütü de vardı. Babanızın Rusya’dan getirttiği orijinal süt… -Ivan araya girip sessizce üfledi kelimeleri, “yok arşı âladabi’ hikmet, varsa da gönlündedir selamet... Bizim gönlümüz de keçi sütü ile şenlenendir,” diye söylendikten sonra Varez devam etti. Gözleri öylece İvan’a bakarken,- “Kesinlikle... O sütle Heidi’yi izledikten sonra Almanca bile öğrenmeye kalktım. Babanızın bıraktığı mektuplarda görmüştüm, “oğluma Rusya’dan getirilen keçi sütünü ve Heidi’yi izlet. Varez, sen de içerek izle! Bu dünya hayallerden ibaret,” diye yazmıştı son cümleleri. Bir...

Ivan araya girdi,

– Düşler ve hayaller arasında kalmak...

İvan, Varez’den gözlerini çekerek yanındaki açık camdan yavaş yavaş büyüyen şehre doğru baktı. Araç şehre ilerledikçe büyüyen şehrin içini hiç merak etmiyordu. Biliyordu görebileceklerini. Biliyordu hissedebileceklerini. Çünkü her şeyin ayrıntısını bilmek, bi’ hastalık gibi yayılıyordu insana. Yavaş yavaş kurutuyor ve yavaş yavaş öldürüyordu. Şehrin uzaktan görünüşü: 18. ve 19. yy.’dan kalma yapıları, şehrin ucundaki ormanı, ormanın diğer ucundaki tepelikte duran Omsk Kalesini canlı tutuyordu ama şehrin içinde dönen tecavüzleri, kavgaları ve insanların kıskançlık uğruna kimseye fark ettirmeden aklında kıskandığı kişiyi boğarak öldürme dürtüsünü defalarca, başka senaryolarla düşleyip durmasını İvan görmese dahi biliyordu. Bilmek, bu yüzden görmekten daha önemliydi. Çünkü donuk bi’ insan gölgesinin hareketini ispatlayamazken öylesine bi’ iştahla bilir içinin titrediğini, bilir içinde kıvranan haykırışları, bu titreyişlerin yaşam karşı buz kesmiş birisi dahi hareket ettiğini beşeri olarak değil de kendi kendisi öyle acıyla bildirir ki! Sanki, arşa çıkmış tüm adaletin ahvaline tek bi’ sual eklemek kalmıştır, “görmesen dahi... Bildin... Bildin ama öylece baktın ey Tanrı,” demek kalmıştır. Bu vakitten sonra Karamazov’un sözü dahi yetersizdir. “Tanrım seni değil ama Dünya’nı asla kabul etmiyorum,” demek artık yersiz ve alçaklıktır. Yaşamın başından sonuna denmesi gerek tek şey, “ne seni ne de Dünya’nı kabul ediyorum” ‘dur.

Bir an dahi ölse İvan, her şeyden kurtulacak gibiydi. Hem aklındaki annesinden hem sözlerden hem de karanlık tavandan. Kendi kendine düşünmeye başladı: “bi’ yol ayrımında öylece oturup bekliyorum, bi’ taraf ölüme ve bi’ taraf yaşama çıkıyor. İnsanlar uzattığım bacaklarımı kesmek isterken kesmek istemeyenler de basıp, öyle seçim yapıyor. Ayrımdan hiçbir tarafa gitmek istemiyorum artık! Ne ölmeye... ne yaşamaya karşı bi’ direncim var! Bilmemek isterdim her şeyi... Bilmemek...-birkaç saniye gözleri öylece dalıp gitmişti. Ardından tekrar kendi kendisiyle konuşmaya başladı- şu uçağa binip buraya kadar gelmiş olmasam. Evden şu taksiye bindiğimi, Omsk kalesine usulca gittiğimi düşlesem... ya da bu şekilde insanların dediği gibi gerçekliğin içinde gitmeye devam edeyim... Yarın uyandığım da hepsi bi’ hayal olmayacak mı?” dedikten sonra Varez, İvan’ı kafasından kurtarmak ister gibi, “bi’ Heidi’nin saç teli etmedi değil mi yaşadıklarınız?” diye söylendi. Ardından İvan da kesin bi' cevapla yanıtladı, “Kesinlikle Varez. Alp Dağlarına gittiğimizde de keçi yoktu hatırladın mı?”

– Hatırlıyorum efendim! Dedi Varez.

Araba ilerlerken İvan, düşünmeden duramadı. Yine de o geceki piyano tıngırdaması kulağına çarpıp duruyordu. İnsan sanki doğup, acı çekip ardından ölünceye kadar düşlere ait olmalı diye düşünürken. Rus kadınları da aklında kurduğu dostluklar da ancak benim varlığımın içinde var-olabilecekleri kadar var-olabilirler, diye söylenip şehrin yavaş yavaş büyüyüşüne şahitlik etti.

Belki bu şahitlik, Dostoyevski’nin beş dakika içinde ölüm sırasına geçip, kan ter içinde öleceğini düşünürken bir anda gelen atlı habercinin, “İnfazlar, sürgüne çevrildi,” değimi gibi değildi ama İvan, yaşamak ve ölmek için bin cevap düşünmüş dahi olsa, yaşam İvan’a daima bin birinci cevabı verir olmuştu.


Omsk' Düşü

Dört saat sonra şehri geçip, ormanın içinden hafifçe savrulan yoldan Omsk Kalesinin kapısına gelmişlerdi. İvan, arabadan inince kalenin kapısına doğru ilerlemeye başladı. Varez de arabada inip, yüksekte kalan kalenin ucundan, dağın eteklerine, eteklerinden aşağıya doğru süzülen ormana, ormanın diğer tarafında duran şehre bakmaya başladı.

İvan ağır ağır kapıya doğru ilerledikçe, avuçlarını dizlerine bastırarak çıkıyordu. Bulmak istediği cevap sanki gözlerinin önünde savrulacak gibiydi. Kapının önüne geldiğinde durup, kafasını gökyüzüne kaldırdı. Öylece bakmaya başladı. Birkaç saniye sonra aniden gülümsedi. Ardından içeriye girip boş alana baktı. “Mihayloviç... Mihayloviç...” diye söylenip hızlanmaya başladı. Kalenin içindeki meydanın tam ortasında duran on tane kütüğün, sekizinci sırasına gidip, elleriyle kütüğü tutup, soğuk betona oturdu. Ardından, “Mihayloviç, senin yanına gelirken isterdim ki soğuk bi’ betona yığılmak yerine, sıcak bi’ omuza kafam yığılsaydı ama biliyorsun, bazıları için yaşam yoktur. Bu yüzden senin verdiğin ödevi de yapamadım. Her gece mumdan güneş yarat, demiştin bana ama yapamadım Mihayloviç, bi’ öğlen uyandığımda, mum tabağının kenarında ölen kelebeği görünce öylece dona kaldım. Kendime güneş yaratırken, bi’ başkasına ölüm yaratmışım. Mihayloviç, dayanamıyorum. Bilmek istiyorum sadece,” diye içine içine söylenirken rüzgâr kulağına çarpıyordu. Hiçbir ses gelmeyince anlamıştı, yine yalnız yine sessiz cevaplar var olacaktı. Dayanamadı, bu sefer hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ağır bi’ elin omzuna düştüğünü hissettiğinde, “Varez, lütfen yalnız bırak beni,” diye söylendi. Ardından kalın sesli adam, “ayağı kalk,” dedi. İvan, düzgün Rusçası ile adama doğru dönüp, fal taşı gibi açılmış gözleriyle, adama sarıldı. Heyecanla, “Sen... Biliyorum... Sorduğum sorunun cevabını vermek için geldin Mihayloviç, öyle değil mi?” derken karşısındaki uzun ve ince sakallı adam gülümsedi, birlikte kütüğün yanına, soğuk betona tekrar oturdular. Ardından Dostoyevski’nin sakalını andıran adam, “hep bi’ cevap arıyoruz İvan. Ben de senin gibi ölümün kıyısına gelmiştim bi’ gün, o gün bi’ hayale kapıldım. Keşke... Keşke devletin elinde değil de. Eşkıyaların elinde ölüme sürüklenseydim, diye düşündüm. Çünkü devletin elinden kurtulamayacağımı çok iyi biliyordum. Eşkıyaların elinden kurtulabilirsin, belki damarlarına basıp güzel bi’ kadından bahsedersen bi’ ihtimal vardır. Bu düşte, ölümün kıyısında olduğumu bildiğim yaşam için binlerce cevap ürettim çünkü insan hep yaşamak istiyordu ama kim bilebilir ki yaşamın karşıma bin birinci cevabı çıkaracağını! Atın üzerindeki subayın semere her çapışında küfür edişi, ata çakılan nalın her bir çivisinde atın gözyaşları ve benim yaşama şansım... Kim bilebilirdi İvan... Kim!” Derken İvan parmaklarını, uzun ve ince sakallara uzatıp, yukarından aşağıya doğru süzmeye başladı. Ardından sakallı adam, İvan’ın gözlerine bakarak sessizce, “altı yaşında annen ile oynadığınız saklambacı anlatır mısın? Orada gördüklerini! Senin dudaklarından dinlemek istiyorum! Çok uzun süre oldu,” dedi. İvan heyecanlı gözleri ama yorgun bedeniyle, “elbette,” dedi. Ardından anlatmaya başladı.

O gün çimlerin içinde annemden saklanırken, atların otladığı alanın tam ortasında duran barakayı gördüm. Odaya benzer demek daha makul. Boş bir arazinin ortasında duran minik bir odaydı işte. Ağlama sesleri geliyordu. Büyük bir merak ile otların arasından sürünmeye başladım. Odanın yanına yaklaştıkça sesler çoğalıyor ve biri odanın içinde haykırıyordu. Camdan içeriye bakmaya korktuğum için odanın yakınlarındaki çalılıkların içinde saklanıp, o sesi dinlemeye çalıştım. Pek duyulmuyordu. Ben de duyamadığım için odanın kapısına doğru süründüm. Ardından kapıya doğru sırtımı yaslayıp, karşımda parlayan güneşe baktım. İçerideki sesin, kadın mı, erkek mi, olduğuna tam emin değildim ama sesler çok ağırdı. Birkaç saniye sonra ses kesilince, beni fark ettiğini sandım ama ayak sesi hiç duyulmuyordu. Ben de kenardaki kütüklüğün arkasına geçtim. Galiba benim gittiğimi anladığında tekrar ağlayarak bağırmaya başladı, korkuyordum ama dinledim, sanki yalnızlığın bi’ manifestosunu haykırıyordu şu lanet yaşama, sanki tiksinç dünyanın adaletsizliğini, piçliğini... ardından kulağımı diktim, ses öylesine bağırmaya başladı ki, “Yırtık perdeleri olan bir odayım, soğuk havanın bedenime vuruşu kadar aciz, gecenini aydınlığı kadar yoksunum. Varla yok arasında bir yerdeyim, istenmeyen sokaklarda dahi bulunamayan, yıkık dökük duvarlarım ile zar zor ayakta duran bir odayım. Kendi benliğini unutup, solmuş çiçeklere hasret bir odayım. İstenmeyen insanların, istenmeyen muhabbetlerine, kullanıp atılmak üzere dahi kullanılmayan bi’ odayım ve ben, yalnız bi' odayım. Boyasız, kapısız ve penceresiz, terk edilmiş bir odayım. Zamanı geldiğinde ki zamanı gelmiş yıkım tebligatı kadar çaresizim.” Diye devam ederken ses kesildi. Çok merak ediyor ve kim olduğunu öğrenmek istiyordum. Tekrar odanın içinden ses gelmeye başladı: “Sizli, bizli konuşamayacak kadar yalnız, gecenin karanlığında tümüyle eşit kalıp, saklanmayı umut eden yoksun bir odayım.” diye söylendikten sonra annem bağırmıştı. Ben de koşup annemin yanına gittim korkuyla.

İvan hikayesini anlattıktan sonra gözlerini alamadığı sakallı adama, “O gün, anneme öyle sıkı sarıldım ki. Sanki kollarım kopacak gibiydi ama sarılmam gerekiyordu. Korktuğum zaman yaptığım tek şey buydu galiba... Annem yaşadığı kadar tabi... Yaşadığı kadar,” derken irkilmişti. Sakallı adama da aynı hislerle sarılmak isterken bir an da adamın kaybolduğunu fark etti. Üzülmüş değil, darılmış hiç değildi. Çünkü gerçeklik böyleydi. Öylece bir eliyle elli santimlik kütüğü tutuyor, diğer eliyle gözyaşlarını silmeye çalışıyordu. Bir yandan da konuşmaya devam etti, “bir elimle aklımı sustura bilsem, bir elim de sana tutunabilseydim ama yoksun işte, gerçeklik bu olsa gerek Mihayloviç, bu... Her şeyi... kabul etmek... Gerçeklik mi Mihayloviç,” derken cebindeki ilacı avuçlarının içine alıp, aniden yutmuştu... İvan için duvarlar fizikken küçülürken, kelimeler ruhani olarak büyüyordu. Gözyaşları soğuk betona damlıyordu, “Ben ne Heidi gibi modern yaşama baş kaldırabilir, ne de Dostoyevski gibi modern yaşama ayak uydurabilir. Bu yüzden ölüyorum, bir şeye ait olmamak da, bir şeye ait olmak da dayanılmaz bi’ ağırlıkmış. Bu ağırlık en sonunda, kafamın üzerinde sallanan kayanın, halatını koparabilmişti... “

Aniden ayağı kalkıp, bağırmaya başladı, “BAŞARDIM... BAŞARDIM... KAYAYI KAFAMA DÜŞÜRDÜM,” diye haykırdıktan sonra olduğu yerde soğuk betona yığıldı... Üzerinden sıcak rüzgâr, toz zerreleri ve hava taneleri çarpıp geçerken birkaç saniye sonra rüzgâr da durdu. Geriye kalan tek şey, İvan’ın sessiz gözleri oldu...
 

dizin    üst    geri    ileri    


 



 40 

 süje