Dört gün sonra İvan, Rusya’ya ayağını ilk basışında yüzüne keskin
rüzgarla birlikte kar tanelerinin çarpacağını düşünüyordu. Lakin güneşin
kirpiklerini ısıttığını duyumsadı. Aslında şaşılacak bir durum değildi.
Çünkü Rus kadınlarına ve Rusya’nın yaz soğuğuna ilişkin söylemler
yanlıştı. Etraftaki tüm kadınlar İvan'dan kısaydı. Kış aylarına yakın bi’
vakit olmasına rağmen hava da sıcaktı.
Havaalanının dış kapısına ilerledi. Kapının önünde arabadan elinde
valiziyle ilerleyen insanlardan ve bi’ kenarda öylece sigara içen
insanların oluşundan başka bir şey yoktu. Olmazlığa aldırmadı da ama
nereye gitse kurtulamıyor oluşu eziyordu. Omsk kalesine varma düşüncesi
dahi onu canlı kılamıyordu.
Sanki insan ölse, kurtulacaktır ama yaşama gözlerini açtığı anda, hep
huzursuzluğu baş gösterir. Çünkü her an, kafasının üzerinde sallanan bi’
kayayı fark eder. Esasen insan, bu kayanın bir gün ölümü getirecek
oluşuna, haber vermeden gelecek oluşuna da aldırmaz. Aldığı her nefesin
sonuna varınca gökyüzüne baktığında üzerinde sallanan kayayı görür ve
gülmeye başlar. Çünkü öleceğini düşünmek bi’ kurtuluştur. Yine de o kaya
asla insanın kafasına düşmez, halatla sarkıtılan kaya, insanın attığı her
adımında onunla birlikte ilerler, onunla birlikte yaşar, her nefes alıp
verişinde, kayanın düşecek oluşu değil de kayayı sıkıca tutan halatın
gıcırdama sesine dayanamaz. Gece yatağına yatıp, karanlık tavana bakınca
kayaya gülümser, halatın sesiyle boğulurdu.
Varez her zamanki kibar duruşu ile “gidelim mi efendim?” diye
söylendi. İvan’ın aklında ölümün olduğu aşikardı. “Elbette Varez,”
diye dilinden çıkarmıştı cümleyi. Hava alanın önünden bi’ taksiye
bindiklerinde arka koltuğa geçtiler. Ivan'ın tarafındaki açık camdan
içeriye sıcak rüzgâr dolarken Ivan,
– Varez, - derken Varez elbisesini düzeltti, “buyrun efendim,” der
gibi gözlerini, yüzü dönük İvan’a dikti- Neden babama olan bağlılığını
benimle de devam ettiriyorsun? Sana da kalan onca mal-mülk var. Yine de
bi’ nedeni... Ne bileyim Varez! Bi’ insan nasıl olur da kendi yaşamım
diyemezken bir başkasına kendi yaşamım, diyemediği şeyi bahşeder. Birkaç
kez görmüştüm seni kasabada ama yanındaki insanlara da yaklaşmak
istemiyor gibiydin.
İvan yüzünü Varez’e doğru döndürdüğünde, Varez önündeki dizüstü
bilgisayardan otel odalarını kontrol etmeye başladı. İvan, “Bir şey
demek ister misin?” diye tekrarlarken, Varez duymazlıktan gelerek, “Omsk
Kalesine 4 saat sonra varacağız! Başka bir yere uğramak ister misiniz?”
dedikten sonra İvan, “kesinlikle hayır,” diye yanıtladı.
Ardından sessizlik oldu. Bir süre sonra Varez,
– Babanızı hiç hatırlamıyorsunuz değil mi?
– Çok az…
Varez garip bi' şekilde hızlı hızlı konuşmaya başladı,
– Babanız her gün eski video oynatıcıdan Heidi’yi izlerdi. Yedi yüz elli
tane atı olan bi’ insan neden her gün böyle bi’ çizgi filmi izler, diye
düşünüp dururdum ve bir gün babanız öldükten sonra ben de o kasetten
Heidi’yi izledim. Elimde yumuşak keçi sütü de vardı. Babanızın Rusya’dan
getirttiği orijinal süt… -Ivan araya girip sessizce üfledi kelimeleri,
“yok arşı âladabi’ hikmet, varsa da gönlündedir selamet... Bizim gönlümüz
de keçi sütü ile şenlenendir,” diye söylendikten sonra Varez devam
etti. Gözleri öylece İvan’a bakarken,- “Kesinlikle... O sütle Heidi’yi
izledikten sonra Almanca bile öğrenmeye kalktım. Babanızın bıraktığı
mektuplarda görmüştüm, “oğluma Rusya’dan getirilen keçi sütünü ve
Heidi’yi izlet. Varez, sen de içerek izle! Bu dünya hayallerden ibaret,”
diye yazmıştı son cümleleri. Bir...
Ivan araya girdi,
– Düşler ve hayaller arasında kalmak...
İvan, Varez’den gözlerini çekerek yanındaki açık camdan yavaş yavaş
büyüyen şehre doğru baktı. Araç şehre ilerledikçe büyüyen şehrin içini
hiç merak etmiyordu. Biliyordu görebileceklerini. Biliyordu
hissedebileceklerini. Çünkü her şeyin ayrıntısını bilmek, bi’ hastalık
gibi yayılıyordu insana. Yavaş yavaş kurutuyor ve yavaş yavaş
öldürüyordu. Şehrin uzaktan görünüşü: 18. ve 19. yy.’dan kalma yapıları,
şehrin ucundaki ormanı, ormanın diğer ucundaki tepelikte duran Omsk
Kalesini canlı tutuyordu ama şehrin içinde dönen tecavüzleri, kavgaları
ve insanların kıskançlık uğruna kimseye fark ettirmeden aklında
kıskandığı kişiyi boğarak öldürme dürtüsünü defalarca, başka senaryolarla
düşleyip durmasını İvan görmese dahi biliyordu. Bilmek, bu yüzden
görmekten daha önemliydi. Çünkü donuk bi’ insan gölgesinin hareketini
ispatlayamazken öylesine bi’ iştahla bilir içinin titrediğini, bilir
içinde kıvranan haykırışları, bu titreyişlerin yaşam karşı buz kesmiş
birisi dahi hareket ettiğini beşeri olarak değil de kendi kendisi öyle
acıyla bildirir ki! Sanki, arşa çıkmış tüm adaletin ahvaline tek bi’ sual
eklemek kalmıştır, “görmesen dahi... Bildin... Bildin ama öylece baktın
ey Tanrı,” demek kalmıştır. Bu vakitten sonra Karamazov’un sözü dahi
yetersizdir. “Tanrım seni değil ama Dünya’nı asla kabul etmiyorum,” demek
artık yersiz ve alçaklıktır. Yaşamın başından sonuna denmesi gerek tek
şey, “ne seni ne de Dünya’nı kabul ediyorum” ‘dur.
Bir an dahi ölse İvan, her şeyden kurtulacak gibiydi. Hem aklındaki
annesinden hem sözlerden hem de karanlık tavandan. Kendi kendine
düşünmeye başladı: “bi’ yol ayrımında öylece oturup bekliyorum, bi’
taraf ölüme ve bi’ taraf yaşama çıkıyor. İnsanlar uzattığım bacaklarımı
kesmek isterken kesmek istemeyenler de basıp, öyle seçim yapıyor.
Ayrımdan hiçbir tarafa gitmek istemiyorum artık! Ne ölmeye... ne yaşamaya
karşı bi’ direncim var! Bilmemek isterdim her şeyi... Bilmemek...-birkaç
saniye gözleri öylece dalıp gitmişti. Ardından tekrar kendi kendisiyle
konuşmaya başladı- şu uçağa binip buraya kadar gelmiş olmasam. Evden
şu taksiye bindiğimi, Omsk kalesine usulca gittiğimi düşlesem... ya da bu
şekilde insanların dediği gibi gerçekliğin içinde gitmeye devam edeyim...
Yarın uyandığım da hepsi bi’ hayal olmayacak mı?” dedikten sonra
Varez, İvan’ı kafasından kurtarmak ister gibi, “bi’ Heidi’nin saç teli
etmedi değil mi yaşadıklarınız?” diye söylendi. Ardından İvan da
kesin bi' cevapla yanıtladı, “Kesinlikle Varez. Alp Dağlarına
gittiğimizde de keçi yoktu hatırladın mı?”
– Hatırlıyorum efendim! Dedi Varez.
Araba ilerlerken İvan, düşünmeden duramadı. Yine de o geceki piyano
tıngırdaması kulağına çarpıp duruyordu. İnsan sanki doğup, acı çekip
ardından ölünceye kadar düşlere ait olmalı diye düşünürken. Rus kadınları
da aklında kurduğu dostluklar da ancak benim varlığımın içinde
var-olabilecekleri kadar var-olabilirler, diye söylenip şehrin yavaş
yavaş büyüyüşüne şahitlik etti.
Belki bu şahitlik, Dostoyevski’nin beş dakika içinde ölüm sırasına geçip,
kan ter içinde öleceğini düşünürken bir anda gelen atlı habercinin,
“İnfazlar, sürgüne çevrildi,” değimi gibi değildi ama İvan, yaşamak ve
ölmek için bin cevap düşünmüş dahi olsa, yaşam İvan’a daima bin birinci
cevabı verir olmuştu.
Omsk' Düşü
Dört saat sonra şehri geçip, ormanın içinden hafifçe savrulan yoldan Omsk
Kalesinin kapısına gelmişlerdi. İvan, arabadan inince kalenin kapısına
doğru ilerlemeye başladı. Varez de arabada inip, yüksekte kalan kalenin
ucundan, dağın eteklerine, eteklerinden aşağıya doğru süzülen ormana,
ormanın diğer tarafında duran şehre bakmaya başladı.
İvan ağır ağır kapıya doğru ilerledikçe, avuçlarını dizlerine bastırarak
çıkıyordu. Bulmak istediği cevap sanki gözlerinin önünde savrulacak
gibiydi. Kapının önüne geldiğinde durup, kafasını gökyüzüne kaldırdı.
Öylece bakmaya başladı. Birkaç saniye sonra aniden gülümsedi. Ardından
içeriye girip boş alana baktı. “Mihayloviç... Mihayloviç...” diye
söylenip hızlanmaya başladı. Kalenin içindeki meydanın tam ortasında
duran on tane kütüğün, sekizinci sırasına gidip, elleriyle kütüğü tutup,
soğuk betona oturdu. Ardından, “Mihayloviç, senin yanına gelirken
isterdim ki soğuk bi’ betona yığılmak yerine, sıcak bi’ omuza kafam
yığılsaydı ama biliyorsun, bazıları için yaşam yoktur. Bu yüzden senin
verdiğin ödevi de yapamadım. Her gece mumdan güneş yarat, demiştin bana
ama yapamadım Mihayloviç, bi’ öğlen uyandığımda, mum tabağının kenarında
ölen kelebeği görünce öylece dona kaldım. Kendime güneş yaratırken, bi’
başkasına ölüm yaratmışım. Mihayloviç, dayanamıyorum. Bilmek istiyorum
sadece,” diye içine içine söylenirken rüzgâr kulağına çarpıyordu. Hiçbir
ses gelmeyince anlamıştı, yine yalnız yine sessiz cevaplar var olacaktı.
Dayanamadı, bu sefer hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ağır bi’ elin omzuna
düştüğünü hissettiğinde, “Varez, lütfen yalnız bırak beni,” diye
söylendi. Ardından kalın sesli adam, “ayağı kalk,” dedi. İvan, düzgün
Rusçası ile adama doğru dönüp, fal taşı gibi açılmış gözleriyle, adama
sarıldı. Heyecanla, “Sen... Biliyorum... Sorduğum sorunun cevabını vermek
için geldin Mihayloviç, öyle değil mi?” derken karşısındaki uzun ve ince
sakallı adam gülümsedi, birlikte kütüğün yanına, soğuk betona tekrar
oturdular. Ardından Dostoyevski’nin sakalını andıran adam, “hep bi’ cevap
arıyoruz İvan. Ben de senin gibi ölümün kıyısına gelmiştim bi’ gün, o gün
bi’ hayale kapıldım. Keşke... Keşke devletin elinde değil de. Eşkıyaların
elinde ölüme sürüklenseydim, diye düşündüm. Çünkü devletin elinden
kurtulamayacağımı çok iyi biliyordum. Eşkıyaların elinden
kurtulabilirsin, belki damarlarına basıp güzel bi’ kadından bahsedersen
bi’ ihtimal vardır. Bu düşte, ölümün kıyısında olduğumu bildiğim yaşam
için binlerce cevap ürettim çünkü insan hep yaşamak istiyordu ama kim
bilebilir ki yaşamın karşıma bin birinci cevabı çıkaracağını! Atın
üzerindeki subayın semere her çapışında küfür edişi, ata çakılan nalın
her bir çivisinde atın gözyaşları ve benim yaşama şansım... Kim
bilebilirdi İvan... Kim!” Derken İvan parmaklarını, uzun ve ince
sakallara uzatıp, yukarından aşağıya doğru süzmeye başladı. Ardından
sakallı adam, İvan’ın gözlerine bakarak sessizce, “altı yaşında annen ile
oynadığınız saklambacı anlatır mısın? Orada gördüklerini! Senin
dudaklarından dinlemek istiyorum! Çok uzun süre oldu,” dedi. İvan
heyecanlı gözleri ama yorgun bedeniyle, “elbette,” dedi. Ardından
anlatmaya başladı.
O gün çimlerin içinde annemden saklanırken, atların otladığı alanın tam
ortasında duran barakayı gördüm. Odaya benzer demek daha makul. Boş bir
arazinin ortasında duran minik bir odaydı işte. Ağlama sesleri geliyordu.
Büyük bir merak ile otların arasından sürünmeye başladım. Odanın yanına
yaklaştıkça sesler çoğalıyor ve biri odanın içinde haykırıyordu. Camdan
içeriye bakmaya korktuğum için odanın yakınlarındaki çalılıkların içinde
saklanıp, o sesi dinlemeye çalıştım. Pek duyulmuyordu. Ben de duyamadığım
için odanın kapısına doğru süründüm. Ardından kapıya doğru sırtımı
yaslayıp, karşımda parlayan güneşe baktım. İçerideki sesin, kadın mı,
erkek mi, olduğuna tam emin değildim ama sesler çok ağırdı. Birkaç saniye
sonra ses kesilince, beni fark ettiğini sandım ama ayak sesi hiç
duyulmuyordu. Ben de kenardaki kütüklüğün arkasına geçtim. Galiba benim
gittiğimi anladığında tekrar ağlayarak bağırmaya başladı, korkuyordum ama
dinledim, sanki yalnızlığın bi’ manifestosunu haykırıyordu şu lanet
yaşama, sanki tiksinç dünyanın adaletsizliğini, piçliğini... ardından
kulağımı diktim, ses öylesine bağırmaya başladı ki, “Yırtık perdeleri
olan bir odayım, soğuk havanın bedenime vuruşu kadar aciz, gecenini
aydınlığı kadar yoksunum. Varla yok arasında bir yerdeyim, istenmeyen
sokaklarda dahi bulunamayan, yıkık dökük duvarlarım ile zar zor ayakta
duran bir odayım. Kendi benliğini unutup, solmuş çiçeklere hasret bir
odayım. İstenmeyen insanların, istenmeyen muhabbetlerine, kullanıp
atılmak üzere dahi kullanılmayan bi’ odayım ve ben, yalnız bi' odayım.
Boyasız, kapısız ve penceresiz, terk edilmiş bir odayım. Zamanı
geldiğinde ki zamanı gelmiş yıkım tebligatı kadar çaresizim.” Diye devam
ederken ses kesildi. Çok merak ediyor ve kim olduğunu öğrenmek
istiyordum. Tekrar odanın içinden ses gelmeye başladı: “Sizli, bizli
konuşamayacak kadar yalnız, gecenin karanlığında tümüyle eşit kalıp,
saklanmayı umut eden yoksun bir odayım.” diye söylendikten sonra annem
bağırmıştı. Ben de koşup annemin yanına gittim korkuyla.
İvan hikayesini anlattıktan sonra gözlerini alamadığı sakallı adama, “O
gün, anneme öyle sıkı sarıldım ki. Sanki kollarım kopacak gibiydi ama
sarılmam gerekiyordu. Korktuğum zaman yaptığım tek şey buydu galiba...
Annem yaşadığı kadar tabi... Yaşadığı kadar,” derken irkilmişti. Sakallı
adama da aynı hislerle sarılmak isterken bir an da adamın kaybolduğunu
fark etti. Üzülmüş değil, darılmış hiç değildi. Çünkü gerçeklik böyleydi.
Öylece bir eliyle elli santimlik kütüğü tutuyor, diğer eliyle
gözyaşlarını silmeye çalışıyordu. Bir yandan da konuşmaya devam etti,
“bir elimle aklımı sustura bilsem, bir elim de sana tutunabilseydim ama
yoksun işte, gerçeklik bu olsa gerek Mihayloviç, bu... Her şeyi... kabul
etmek... Gerçeklik mi Mihayloviç,” derken cebindeki ilacı avuçlarının
içine alıp, aniden yutmuştu... İvan için duvarlar fizikken küçülürken,
kelimeler ruhani olarak büyüyordu. Gözyaşları soğuk betona damlıyordu,
“Ben ne Heidi gibi modern yaşama baş kaldırabilir, ne de Dostoyevski gibi
modern yaşama ayak uydurabilir. Bu yüzden ölüyorum, bir şeye ait olmamak
da, bir şeye ait olmak da dayanılmaz bi’ ağırlıkmış. Bu ağırlık en
sonunda, kafamın üzerinde sallanan kayanın, halatını koparabilmişti... “
Aniden ayağı kalkıp, bağırmaya başladı, “BAŞARDIM... BAŞARDIM... KAYAYI
KAFAMA DÜŞÜRDÜM,” diye haykırdıktan sonra olduğu yerde soğuk betona
yığıldı... Üzerinden sıcak rüzgâr, toz zerreleri ve hava taneleri çarpıp
geçerken birkaç saniye sonra rüzgâr da durdu. Geriye kalan tek şey,
İvan’ın sessiz gözleri oldu...