mustafa ırgat şiirinde dilin imhası
ve
şiirin dizge dışı serüveni
“dil, onda
yansıyanı ortaya koyamaz, dilde kendini dile getireni
biz onunla dile getiremeyiz” wıtgeınsteın
“dilin temel birimi –ifade- emir sözcüğüdür. dil inandırmak için değil,
itaat ettirmek ve itaate zorlamak için işler, sözcükler aletler değildir,
ancak biz çocuklara dil, kalem ve dizüstü bilgisayar verirken işçilere
kazma ve kürek veririz, bir gramer kuralı sözdizimsel işaret olmadan önce
bir iktidar işaretidir” gılles deleuze – felıx guattari
“söz, söz değildir yetke küllenmedikçe” mustafa ırgat
bir dünya içre
mi olup bitiyor her şey… dünyadaki varlığımız, evrendeki hiçliğimiz. bir
dil, bir dünya, bir evren içre sıkışıp kalmışlığımız… kuşatması
nesnelerin. o uçsuz bucaksız kapatılma… bir bedende, bir dilde var
olmanın sınırları ve sonu gelmeyen sınır çarpışmaları ve tüm bunların
cereyanından oluşan öznellikler. öznellikler… kaçış çizgilerimiz… ters
nefeste bekleyişler… kaotik geçişlilikler…sonu zor… sonu zor…
insan merkezli bir dünyanın diline, o dilin dizgesine, her türden
aidiyetine dahil olmadan; o dilin tahakkümüne maruz kalmadan nefes
almanın yolları…o dünyayı imha etmek zor olsa da o dili imha etmek
mümkündür hala.
zaman ile mekan, özne ile nesne, gösteren ile gösterilen, tonal ile
atonal, lirik ile epik, somut ile soyut, mutlak ile deney, itaat ile
direniş, sınır ile sonsuz ...
ki üzerinde uzlaşılan, mutabık kalınan… kavramlar ki çatışa çatışa… söke
söke… kodlarını yıka yıka… boza boza … başıbozuk hamlelerle…
içine düşülen dil ve orada örülen hapishane… orada biçimlenen ufuk. dün,
bugün ve gelecek tasarımlarımız. tahakküm ile o tahakküme direnişin
tahayyülü arasında... oluşa oluşa var olmanın özgürleşmenin arzusu….
dilin, gramerin başıbozuk formlarından biri olan şiir, dinlerin ve
ideolojilerin mutlak gelecek tasarımlarının bir kodlanmışlık, bir misyon
içinde biçimlenen ifadenin, çağırmanın ve çağrılmanın büyülü dili olarak
görülse de tüm o kuşatılmanın, kodlanmışlığın dünyasından kopuşun
itaatsiz, bozguncu, atonal dili olarak da okunabilmeli.
şiir… bir dilde yaşamanın, o dilde o dile rağmen var olmanın, oluşun
ontolojik deneyimi, dizge dışılığın, dilsel yıkımın, kaotik geçişliliğin
imkanı .
varlık ile yokluk, dün ile bugün ve gelecek tasarımlarının, zaman mekan
diyalektiğinin, art süremli ve eş süremliliğin tersine çevrildiği, yapı
bozumun bir deneyim alanı olarak da…
bir dünya içre mi başlayıp bitiyor söz. olduğu gibi mi oluyor her şey?
evet “bir zamanlar olduğu gibi olan her şey idi dünya”. ideolojik kodlar
mezarlığı ve dil hapishanesinde bir gün… “sonsuzluk ve bir gün” olduğu
gibi mi kalıyor her şey? …
burada sözü, yetkeye karşı duruşun, temsil edilmeyenlerin, temsili mümkün
olmayanların, ters nefeste bekleyenlerin şiirine, karaşın sivil şair
mustafa ırgat şiirine getiriyoruz:
“söz, söz değildir yetke küllenmedikçe” diyen mustafa ırgat’ın
şiirine…
peki şiir, şiir midir yetke küllenmedikçe ?!….
ait’siz bir kimlik ve duhuldeki
deney olarak şiir:
“ters nefeste beklemek bir başka hayattır:
ama bilirsin kalmadı hayatın bir başka zamanı.
sen kayıp geçenlere ilişkin kayıp isteksin.
ve suda dönüşsüz ateşe KEMİK olmuş ol sayfada
özdeş kılar biri kendini okuyucuyla
bir öteki gözlerini ödünç verir ona”
tarihin, hep üstten ve iktidarın sarışın tarihçilerince yazıldığı
yerlerde hep belirli kodlar üzerinden işlenir olaylar. sarışınlarca
yazılan, karaşınlara dair yazılan tarih de öyledir.
oysa bir de sivil tarih yok mudur, alttan karaşın tarihçilerce
yazılan?…edebiyatın şiirine tarihine gelince o da öyle değil midir?
sarışınların yazdığı lineer edebiyat tarihi ve orada yer almayanlar,
majör edebiyatın eleştirmenlerinin dilinde, şiirin kurumsal tarihi ve
egemenlikçi formlarında adı geçmeyenler, üstü çizilenler. minör şairler.
tüm şiir tarihi sivil şiirin tarihi olarak da yazılıp okunabilmelidir.
türkiye yazılı edebiyat tarihine kısaca baktığımızda, tanzimat öncesi ve
sonrası iktidarın ideolojisinden kopamamış formlarla karşılaşırız. garip
akımı( I.yeni) ve ikinci yeni’ye kadar lineer ilerlemeci bir edebiyatın
ve formlarının egemen olduğunu görmekteyiz ki I.yeni olarak da
adlandırılan garip şiirinde, şiirin özneleri bağlamında bir kopuşa, sivil
şiir olarak da görülen ikinci yenide ise dilin yapısını bozmaya yönelik
bir kopuşa rastlarız.
ece ayhan’ ın deyimiyle sivil, sıkı şiir ikinci yeni, dili- grameri,
sentaksı, dizgeyi bozmayı yeni söz öbekleri oluşturmak suretiyle dilde
sürekli bir form ve deneysellik arayışlarını hızlandırır.
her ne kadar ikinci yeni’ye dahil olmadığını söylese de içinde özellikle
ece ayhan’ın olduğu sivil çizgi, dili- grameri, sentaksı bozarak şiiri ve
tarihi sürekli bir deneyim alanı olarak görür ve sivil şiirin tarihi de
bu yolla oluşmaya başlar. şiirde artık, hiçbir form mutlak değildir ve
her şiir bir deneyimdir. ve artık “bakışsız bir kedi kara”dır şiir, ”çok
eski adıyladır” tarih ve öyle bakılınca dile gelen şiir… şiir tarihi de
sonsuz bir deneye ve deneyime açılır ve artık sınırsızdır formları
şiirin…
işte sınırsız formlarına şiirin ve deneyin ortasına çat kapı duhul eder
mustafa ırgat. ve umudun adresini de alır yanına: “umut dizgelerin
altında yatan gizil şiddetindir” diyebilecek kadar da kendinden emin ve
kararlıdır. ne söyleyecekse doğrunun etrafında dolanarak değil, dolaysız
açık ve net söyler. makro- mikro iktidarların dilini, dizgesini,
söyleminin tüm formlarını bozarak ...
“ait’ siz kimlik kitabı” nın sonunda yer alan “kimi sorulara kimi
yanıtlar” bölümündeki ahmet soysal ile söyleşisinde “bütün yasaları
çakmak yararlı değildir” notunu düştükten sonra şiire, hayata ve
poetikasına dair ipuçları verir:
"yasa 1: kendi üzerine eğilircesine, dilin görünmeyen gövdesine eğilme
çabası içinde olacaksın.
yasa 2: bir zenci çocuğu, nasıl yüzündeki siyahlığı zaman zaman bir
beyazlık hissi gibi algılarsa; ya da
“deli gibi iyi” bir insan,” deli gibi iyi” bir kişilikle,
“deli gibi iyi” bir sevişme sonrasında,
“vehamet! vehamet “diye bağırarak hüngür şakır saatlerce ağlarsa işte,
sen de böyle bir “saflık” içinde yaşamaya çalışacaksın.
yasa 3: kendi kendini batırma savaşımını, bilinç içinde, bütün
gemilerinin dibine kibrit suyu döküp yakana kadar sürdüreceksin.”
temsil edilemeyenlerin, ters nefeste bekleyenlerin trajedisi, şiiri,
dilin görünmeyen gövdesine eğilmeden, orada olup bitenle cebelleşmeden
nasıl yazılabilir ki? hem nedir dilin görünmeyen gövdesinde gizlenenler…
arka sokakları mıdır dilin, tarihin, şiirin?
tarihin arka sokaklarında ömürleri geçen, varlığı ile yokluğu, özneliği
ile öznelliği tartışmalı olanların, üstü çizilenlerin, kağıtsızların,
ipsiz sapsız, köksüzlerin, serserilerin, berduşların, kopukların,
travestilerin, ibnelerin, seks işçilerinin, kolları, boyunları façalı
otuz bir çocuklarıyla tarlabaşı’nın, haricilerin, itaatsizlerin,
aidiyetsizlerin, ait’siz kimliklerin, mülksüzlerin, temsili mümkün
olmayanların, yersizyurtsuzların, “sivil şiir” kavramının da esin kaynağı
antonio gramschi’ nin deyimiyle “subalternler” in şiirini yazar ırgat …
mustafa ırgat, şiirine giren öznelerin iktidarla ilişkileri, iktidar
karşısındaki konumlanışları, öznelik ve öznellik durumları, hayatın
içindeki ontolojik duruşları, oluşları ile majör edebiyatın ve kanonların
dili dışında sivil bir şiir evreninin kapılarını açar bize.
ırgat şiiri, meramı, ontolojisi, iktidar karşısındaki omurgalı duruşuyla
yetkeye, yetkelere savaş açmış bir uzlaşmanın değil, çatışmanın, hayata,
olaylara bir kara bakışın sivil şiiri olarak da okunabilmelidir.
tüm temsil sistemlerinin, özne nesne, zaman mekan, gösteren gösterilen
diyalektiğinin tersine döndürüldüğü ve parçalandığı, dil ve şiir
üzerindeki tüm ideolojik kodların bozguna uğratıldığı, dilin imhası
üzerinden işleyen dizge dışı ve asimetrik şiirin, kaotik geçişliliğin
duhuldeki( iç )deneyin sınırsız deneyimi olarak şiir…
insan merkezliliğin sonu ve bedenin
halleri :
“ “cümle bir “aynasını kırıp parçalarken kara bahtlıların görüldüğü
yerde ,can kuşumu uçurun canım ahiler!”
cümle iki; “ öksüz bir kız su borusundan kayarak evi terk ediyor.”
cümle üç “şiir, memeden kesileceği zaman, şair göğsünü karartır.” “ (ufuk üsterman ile söyleşi ait’siz kimlik kitabı)
mustafa ırgat şiiri, insanı tüm ontolojik halleriyle ve doğa karşısındaki
çıkmazları ile ele alsa da insan merkezli bir dünyanın şiiri de değildir.
sermet çağan’a atfedilen “at gözü” şiirinden:
“atın gözü benim imparatorluğumdur.
kulaklarım göz de olur parmak parmak el de olur.
toz ve rüzgar damıtılmış derimi yalarken
duy yağmurdan ve köpükten bir insanım”
bir atın gözünden bakılınca dünyaya, kulakları göz de olur parmak parmak
elde .damıtılmış derisini yalarken toz ve rüzgar, yağmur ve köpükten bir
insan da olabilir.
bedenlerimiz üzerindeki biyopolitik iktidarlar, bakışlarımızı
sınırlandırmak ve sadece at gözlüğüyle görmeye zorlarken gözlerimizi,
elbet kulaklarımızla da bakabiliriz dünyaya.
iktidarın gözü, kulağı üzerimizdedir her daim. olabilir.
kulaklarımız, gözleri kısıtlanan o atın elleri ve gözleridir artık.
kendi türünün devamı için tüm doğa üzerinde tahakkümü yetmezmiş
gibi,, kendi türü
için hapishaneler ve diğer canlılar için mezbahalar kuran, kendi türünün
çıkarları adına gezegeni yaşanılmaz kılan canlı: insan.
malın, mülkün, savaşın, şiddetin, yeryüzündeki kendi dahil tüm canlılar
üzerinde her türden tahakküm ilişkisini meşru kılan, medeniyetler kuran
ve medeniyet zincirinin en zayıf halkası: insan.
“delilik et ve kemiğimdir.
çoktan ölüme batmış beynimin sinirleriyle
çanaktaki suretimi karıştırıyorum.
uyanınca kan gördüğüm ayakkabılarımın içine bakalım mı?
…
politika et ve kemiğimdir.
hiç yoktan bütün bir çocukluğumu
gamalı haçları toprağa gömmekle geçirdim.
hükümsüz kollarıma dökülen kız başını örmek bana yakışır.”
biyo-politik iktidarların bedenlerimiz üzerindeki tahakkümüne de “delilik
et ve kemiğimdir” dizesiyle direnir ırgat. bedenlerimiz üzerindeki her
türden sınıra, sınırlamaya normatif ambargoya karşı deliliği, bir kaçış
çizgisi olarak görür.
bütün çocukluğunu gamalı haçları toprağa gömmekle geçirecek kadar da
makro mikro iktidarlara karşıdır. hayatımızın her yerini saran, gezegeni
tüm canlılar için yaşanılmaz kılan, ömrümüz boyunca bizleri nefessiz
bırakan makro iktidarın yanı sıra evde, okulda ve hastanede tek bir
öznede cisimleşen mikro iktidarlara ve onların bedenlerinden
bedenlerimize nüfuz eden ideolojiye, faşizme de karşı çıkar.
bedenlerimiz ve tinsel var oluşumuz üzerinde hegomonya (gramschi)
oluşturan tüm iktidarlara direnmenin yolunun ise yine politik yol
olduğunu söyler. böylece bedenler üzerinden işleyen biyo politik
iktidarlara karşı direnirken de politika, et ve kemiğimiz olur.
belki de bir atın gözünden dünyaya olaylara bakabilmektir mesele. bu
bakış, sanatın politikanın, şiirin bakışı neden olmasın? tıpkı nıetsche‘
nin torino’ da dolaşırken gördüğü, sahibi tarafından kırbaçlanan o atın
“torino atı” nın boynuna sarılması ve sonra çıldırmasındaki gibi insan
merkezli dünyanın zulmüne direnmenin tek yolu çıldırmak olmuşsa delilik,
et ve kemiğimiz olur.
burada torino atının ve nıetsche ‘nin hikayesini sinemaya kazandıran bela
tarr’a bir selam. torino atı, insan merkezli dünyaya itirazın
başyapıtlarından biri olarak da görülebilmeli. mustafa ırgat’ın ise
sivil şairliğinin yanına sivil bir sinemacı olduğunu da ekleyelim.
“atın gözü benim imparatorluğumdur.
bir tabutun altına girer gibi kendimi yükseğe kaldırırım.
o üç tutaşkonz yedi canımı sekiz mevsimden çıkarır.
işte o zaman her günki yarım kalmış başkalarıyım”
“şiir, memeden kesileceği zaman, şair göğsünü karartır.” ve bir
tabutun altına girer gibi kendini yükseğe kaldırmayı da dener.
deneyebilir. “o üç tutaşkonz yedi canımı sekiz mevsimden çıkarır.”
ken tabutun içindekinin kim olduğunun ne önemi var, ama o üç “tutaşkonz”
un türkçe’ de karşılığı var mı… ölülere ilişkin bir alt kültür deyimi
veya yöresel bir deyim belki. kimyasal bir madde belki de. ölünce,
toprağa karışınca bedenimizin çürümesiyle oluşan ve kokusu tüm zamanlara
yayılan… işte o kokunun içinden geçerek ve sonuna kadar giderek
bilinçaltının ve dünyanın “kendi kendini batırma savaşımını, bilinç
içinde, bütün gemilerinin dibine kibrit suyu döküp yakana kadar
sürdürerek “ işte, o gün “ işte o zaman her gün ki yarım kalmış
başkalarıyım” diyebiliriz belki de…
“ölüm adına hayatı biraz daha temiz tutalım ” diye seslenen, dil
üzerindeki kodları bozup yeni çağrışımlar ve yeni söz öbekleri
oluşturmayı deneyen etimolojist mustafa ırgat’a sorulmalıydı belki de
“tutaşkonz” …
ahmet güntan’ ın yayıma hazırladığı “sonu zor” kitabı, aynı zamanda
ırgat’ın yarım kalan şiirlerini de içerir. ilker şaguj tarafından “sonu
zor” kitabı için hazırlanan sözlük, ”ait’siz kimlik kitabı” için de
hazırlanabilirdi.
ırgat şiirinde, bedenin halleri ve beden politikalarından söz edince,
“adam anatomisi” şiirinden de söz etmemek olmaz elbet. ki “adam
anatomisi” şiiri beden üzerinde cisimleşen iktidarın ideolojik
kuşatmasına ve insan merkezli dünyaya itirazlardan ibarettir.
“güneş yağmurlaşmış kavak ve kayaların dibinden batıyor.” ken
şiirim yolcudur. ve yolcu kafatasının dilinden konuşuyor ve “kafatasım
dışarı uğramış göz, ağaçlara ve kayalara bakamıyorum. onların gördüğü
manzara beni korkutuyor “
adam anatomisi
“bir çığlığa uyanıyorum “ben kendimim ve sensin”
kayalar ve bir çok delirmiş kavak
gövdemin kendi memleketinde sesten sarsılıyor
koşuyorum ve yokluk düşe kalka yanım sıra koşuyor.
bir allahsız tabutu yola koyulmuş çakıl taşından yengeç,
gecenin yakamozları prıl pırıl gök tomurcuğu.
……………………………
ne güçlü sarmışlar paçavralar ben!
üstümü başımı herkesler olayım diye ıssıza nakışlamışlar.
bilirim, duyarım elbet. ama katlanamam.
hava kabarcıklarım hiç istemiyor boğulmak.
kim beni testere ile ikiye bölmüş? kafatasım dışarı uğramış göz,
imdat, büyücek kemiklerim içerimde ney üflüyor.
onlar dünyadan bana damıtılıyor, damla onlarda unutulmuş kan.
ağaçlara ve kayalara bakamıyorum. onların gördüğü
manzara beni korkutuyor.
yolcu kafatasının bitkileşmiş dilinden
hançeremin ağıt yakan yangınını dinliyorum.
ben yüküyüm yeryüzünün. ayak sinirlerim dünyayı dövüyor,
uzaklığımda yakın efsane konuşmaları beni ağlatıyor…”
kafatasının bitkileşmiş dili, hangi vegan teoride vücut buluyor. bir de
yeryüzünün yükü olmak sevdası var gölgesi kendinden ağır olanın.
yeryüzünün yükü olmak ve taşımak onu gölgesi kendinden ağır bir bedende.
bir de “büyücek kemiklerim içerimde ney üflüyor” ken ve
“yeryüzünün yükü” olmuşken ben…“güneş yağmurlaşmış kavak ve
kayaların dibinden batıyor.” dur hala… “hava kabarcıklarım hiç
istemiyor boğulmak.”
ırgat şiirinde dizge dışılığın
inşası, atonallik ve kaotik geçişlilik :
" o.koçak - tangur tungur ,takur tukur,gırr,tezktt,bam,bom
pofff…disonance ‘ı artık geri dönülmesi mümkün olmayan bir imkansızlık
noktasına doğru götürdün. pekala. ama dikkatli ol: bu noktada en küçük
yumuşama bile, en hafif lirikleşme bile bir geri adım olarak görünecek.
…
burada bir örnek vereyim, senin de en sevdiğin şairlerden biri: b.necatigil’in
en iyi şiirlerinde, bütün kemikleri kırılmış bir gövde vardır, kırılmış
kemikler, birbirine sürtünerek gayrı insani sesler çıkarırlar, sesin de
inkarı olan sesler: gövdeyi, eti delerek dışarı da fırlar bazen bu kemik
parçaları. şiir, cisimleşmiş azap haline gelir. ama bir noktada, bu
kırılmış gövde, yerinden doğrularak tuhaf bir dansa başlar, bir azap
dansı, sağlıklı gövdenin yapamayacağı, ancak bütün kemiklerin kırılmış
olmasıyla elde edilebilecek bir “esnekliğin” gerçekleştirebileceği bir
dans, bir azap dansı belki, ama yine de bir dans.
ne diyorsun, ha? ha? ha?
m.ırgat - …imdi orhan, en sonda söylenmesi gerekeni en başta
söylüyorum. bana yönelttiğin soruyu (özellikle sorunun ilk uzun
paragrafını )aynı üslupla (ya da edayla, tarzla, tavırla.. hepsi bir)
bazı “majör şairler” imize sorsaydın ( sorabilir miydin?) çok daha manalı
bir iş yapmış olurdun…
geçelim ve gelelim “disonance, meselesine. sorunun hemen başında
çıkardığın sesler eğer disonansı betimliyorsa müzik konusunda kendini tam
bir kara cahil olarak addeden ben, meğerse yalnızca cahil sayılırmışım.
…
ragıp gazi mihal’in musıki sözlüğünde dissonnasın karşılığı şu. iki sesi
kulakta tek bir sesmiş gibi tam tesirle uzlaşık surette kaynaşmış bulunan
konsonanlığın aksine ,dissonanlık(dissonan :latince dis –çift ,çatal
,çatal ve sonore –ses çıkarmak-kelimelerinden birleşik .dissonatia ),iki
sesin “kulaktaki farklı tesirlerini kaybetmiş olarak” birleşimidir." (ait’siz kimlik kitabı. orhan koçak ile söyleşi)
müzikte atonallik kavramı ilkez arnold schönberg tarafından kullanılır ve
ton dışılık anlamına gelir. anton von webern, alban berg, john cage
atonal eserler verir. müzikte, resimde ve şiirde görülen bu ton dışı,
dizge dışı asimetrik(bakışımsız)algı deneyimi giderek tüm disiplinlerde
görülür. özellikle sanatın, edebiyatın, resmin, şiirin dizge dışına
çıkıp, kaotik bir yapıya dönüşerek türler arasında da kaotik geçişliliğin yolunu
açar.
şiirin tek boyutlu, konvansiyonal, gramere ve imlaya uyumlu romantik,
lirik yapısı bozularak, sonsuz deneyim alanına geçişi sağlanır. ancak
şiirde sonsuz bir deneyim alanı olarak görülen atonalliğin bir yöntemi
olarak görülen dissonans(kakışma) şiirin ritmini de bozar. ritm duygusu
ortadan kalkınca aritmik bir şiirle karşı karşıya kalınır. oysa müzikte
atonalliğin klasik ritm duygusunu ortadan kaldırarak sınırsız bir deneyim
alanına dönüşerek sesleri ve ritmi özgürleştirdiğine asimetrik bir ritme
tanık oluruz. artık sınırsız bir çağrışımı vardır seslerin. tüm seslerin
kendi içlerindeki tekil ritimlerinin karışımından oluşan, aritmik bir
ritimden kaotik bir geçişliliğe evrilen...
şiirde de öyle değil midir? bazı eserleriyle (kareler aklar) şiirde
atonalliğin, deneyselliliğin başlangıcı olarak görebileceğimiz behçet
necatigil ve şiiri hakkında orhan koçak’ın söyledikleri gibi. bütün
kemikleri kırılmış bir gövdenin, kemiklerinin birbirine sürtünerek
çıkardığı sesleri, gayrı insani sesleri, sesin de inkarı olan seslerin
bir orkestrada buluşturulduğunu ve hepsinin bir enstrümandan çıktığını ve
orada oluşan ritmi hayal edelim. sonrası bir azap dansıdır. ama yine de
bir dans… kaotik armonilerin eşlik ettiği bir dans....
mustafa ırgat’ın şiiri de öyle değil midir? bütün hücrelerine dek
parçalanmış bir toplumun, bir bedenin hallerinin kaotik bir geçişlilikle,
başka başka bedenlerle etkileşimi, deneyimiyle biçimlenen,
asimetrik(bakışımsız) bir beden oluşunun sürekli bir azap dansı ve ritmik
deneyimi olarak şiir...
“niye göz göze konuşamayız tanışla kekeme bu vakitte:
kendi adına hiçliği biraz daha temiz tutalım”
ontolojik bir şiir yazmakta ırgat. ontolojisini ise dünyadaki varlığını,
oluşunu, evrendeki çıkışsızlığını, bir hiç olma halini yaşadığı toplumun
çıkışsızlığı arasındaki çarpışmadan ve orada oluşan şiddetin, gerilimin
cereyanı üzerinden kurar.
“sen o geçmiş günlerin çekmece şairisin.
tabut dibeğinde düzgün çarpan kara el,yürek
içinde kefen yazmaları alacalı bulacalı.
ölümü yaşarken yakalar gibi kol gövde soğumasında yazdığın,
yazıp da çarşaflayıp damgaladığın mührü
“cumhuriyet ailem”
adı çim sandukanın yanında güzün bitirip noktaladığın.
lale duman osmanlı paşalar bahçesi ve
küçükboy burjuva leş kargalarının tıkandığı ayak –
yolları mezarlıklara göçüyor.
…
ayna diplerinde küpkül olmuş gözyaşları içindesin.
kolsun gömleğine kan! kan bulanmış
dinamitlere sarılı çok damarın patlayışıyım ben!” (s.dönüşü. ait’siz kimlik kitabı)
“yaşamaktan vazgeçtin ben görünümlü öncekiler yüzünden
diyorsun,oysa mesafesi konmuş mesafesi hep unutuyorsun: varlığında
da sınıfsal onca bedelin saklıdır-hal’lerin, tavrın dilin-
belki de zulmet elinde tek sana yadigar son bunlardır
düşündürülmek, kişisiz fiil çekmek ve ek, safını seçmek “
mustafa ırgat şiirinde, tarihin işleyişinin lineer olmadığı, inişli
çıkışlı, zaman zaman da kaotik bir seyr halinde olduğuna tanık oluruz.
içine doğulan coğrafya ile orada olup bitene “resmi tarihe” liberter
,anti militarist, sivil bakış ile yaklaşıldığını görürüz. şiirlerinde
osmanlı ve cumhuriyet‘e sık sık göndermeler yapar, her ikisinin de
birbirine geçişli, biri birinin devamı olduğunun, her iktidar gibi kanlı
bir geçmiş üzerine kurulduklarının işaret eder. ait’siz bir kimliktir
ırgat. -ki ait’siz kimlik kitabının adını 1976 yılında koyar- ait’siz
kimliklerin, bir sisteme, bir devlete, iktidarlara aidiyeti olmayanların,
şiirlerini yazar. bir döl fazlalığının şiirlerini…
“bir döl fazlalığının şiiri bu, hani şu
halkları eğlendirmek için sokaklarda satılan kör kaval,
hem üfleme hem gerçek
doğumumu unuttum gitti bile. uykumun manzarası
okunmamış beyazlıkların derininde kalsın” (s.dönüşü. ait’siz kimlik kitabı)
ve bir ayaklanmanın sesi nefesi olan şiir:
“bir gün herkeslerin ayakta dik durması gerektiğini bilmek
ve çok uzun ay batışları birilerinin yanıbaşımızdan ayaklanacağını” (ayrılık şiiri)
gözdağına karşı göz dağı şarkısı şiirinden dizeler:
“biz karşı zırh belletilen örselemiş bir isyanın sığ kaydında
lütfen kıyısız bırakma. bırak, o abdal kaygısı aşk’a ışk denen
tırnak içine uzaklaşılarak itilen yükü anlam emanetten birlik-
tenlik olanca dehşetiyle yer deprenmesine vursun, dursun”
osmanlı ile cumhuriyetin alt alta ve üst üste duruşları, birbirinin
yapışık ikizler ve hatta “kimlik ikizleri “ oluşlarının şiiridir. bir
padişahın sırtında altın yeleli yalazdan bir aslan resmedilir ve fakat
atmaca pençelerini çıkarmıştır. bir şiirin gayrı resmi tarihinde aslan mı
padişahın sırtındadır, yoksa bir atmaca pençeleri mi olmuştur bir
aslan’ın?
gerçekte aslanların yazdığı bir tarihte atmacanın pençesi padişahın
neresindedir? padişah mı taşır aslanı. belki tersi de geçerli. alt üst
oluşların tarihi. ayakların baş, başların ayak oluşlarının. ve ayakların
ayaklanışlarının ,liberter, anti militarist tarihi olarak da
okunabilmeli…
alınlığında sürüden ayrı söylenen notu bulunan şiirdir:
“yaralı iyileştiriciye bir mandra havası”
(arada perdesi sonuna kadar açılmış sağır kahır
ölü kulaktan ölü kulağa fısıldaşırlar:
-“yorgi, kemal’in devlet beden’i nedir?”
-“dolmabahçe’nin ta dibindeki çalıdır”
-“peki ya o ger çek liğ –i gören nedir?”
kimlik ikizinin omzuna “kalan” tek azınlık kanadıyla dokunarak:
-“ atmaca pençelerini çıkarmış
bir padişahın sırtına binmiş
altın yeleli yalazdan bir aslan”)
konuyu biraz daha açımlayabilmek için burada başka bir sivil şair olan
ece ayhan‘a başvurabiliriz. padişah ile aslan şiirinden:
“ 5. bir insan takviminde, 19. yüzyıl, bir padişah bir aslanla
arkadaşlığı ilerletmiş ilerletir.
6. aslan kafesinden çıkartılır, padişah pençeleri arkasında, ikisi bir
aşağı bir yukarı
dolaşırlarmış.
7. “cesaretli padişah, zincirsiz aslan” diyedir yazmış sapsarı kesildiği
belli bir vakanüvis.
8. kara gözümde ve de kara gerçekte; cesaretli aslandır! padişah
zincirsiz.”
ayakların baş, başların ayak olduğu yerlerde tarihin ve şiirin de aşağısı
ve yukarısı da yer değiştirebilir bazen. ve sorarlar: sivil şiirde kuzey
nerededir bilir misin?
mustafa ırgat ile ece ayhan’ın söyleşisinden :
“m.ırgat –“çok eski adıyladır” ın bir kitap adı elbet! başına
iliştirdiğiniz şu cümle (bir dize elbet)dikkatimi hep çekti: “şimdi,
aşağısı, yukarısı neresidir bilir misin?”…
ece ayhan- “şimdi aşağısı yukarısı neresidir bilir misin? diyorum
elbet, sana bir soru sorayım peki: kuzey’in “yukarda” olduğunu nerden
biliyoruz? almanca’da ‘boden’ sözcüğü hem ‘çatı katı’ hem ‘bodrum katı’
anlamına gelir. ben bunu freud’tan öğrenmiştim.” (şiirin bir altın çağı. ece ayhan)
aşağıda alıntıladığım şiirin altında 1980/1988 yazar ve tarih bir kez
daha ve aynı yerlerde zuhreyler. taksim 1977 1 mayıs… taksim 2013
gezi…panzerin adı değişir. paşalar yerli yerinde… parke taşları defalarca
sökülür takılır… kör rengi asfalt…kör..sağır…dilsiz…ağaçlar ki
yersizyurtsuz…
“taksim, mitinge bir pazar. derken ense kökün parke taşını da
karşılar.
ey gazileşen makadam dervişler, kör rengi asfalt yere giren pencereler
ve aynı anda,gezi’den yukarı kışlasına kaybolur ali paşasıyla fuat
panzer.”
(sular idaresinin ordan / mancınıkçı yummacaları )
“artık oyunun tadı kalmadı” alınlığı ile ait’siz kimlik kitabında
yer alan bugün kilometre taşları şiirinden:
“ayıktım, kilometre taşlarıyla konuştum;
ırzına kefenli geçilmiş kız çocuğuydum;
ik’im bir arada bulunmadıkça yuvarlanıyordum,
hattın çektiğiyle, (“)can çekişmenin kendisi.
epsilon’u sezdirmek. nefsin sünmüş maskesi,
“nereden çıkmış ortaya?” sorusuna direnmek –
alumut kalesinden kalem sarkıtan mazgal kin gibi
imha da, gayb olsun bazen şu dilin mahzenleri.
emme-basma toplumunda kiçiler öylesine rastlar;
serçe parmak parmak serçeye değer ancak anlamlı;
döleşi bayrağı açılan son bulutta fırtına patlar.
sivilliksiz mezar sivil oğulcuk atar, toplarsınız.
sözcükle ‘sözlü’ ye kerten, buluş hacamatı;
yan yatmış gemi, bordası batan güneş rengi
“tarih yoktur” düşelim. ufkunda cırnak gecesi
otuz kış göğe kilitli. kuş, uçtuuçtu “aşk” efendi.
gölgesiz varolmalar yeter –bilinmiyor bile;
beden(**)usulle vurulur, bir ney devleti üfler;
alanı boş sanan çekiç us mıhlansın yeni çerisine
hanım libido’m ki hiç devşirilmeye…zulm ya hu”
ayıktır. kilometre taşlarıyla konuşacak kadar da ayıktır…bir kötülük
toplumunda yaşar. ırzına kefenli geçilmiş bir kız çocuğuyla hemhal olacak
kadar da ayık. çünkü o, bir kötülük toplumunda yaşar. emme –basma
toplumudur. ve kiçiler(küçükler) her daim tehlikededir.
“serçe parmak parmak serçeye değer ancak anlamlı;” “ imha da, gayb olsun
bazen şu dilin mahzenleri.”
sürekli sıfıra yakın olmak sonsuz olma arzusunda. sıfır ile sonsuz
arasında med cezir. ruhu sıfırın solunda olup, bedeni sıfırın sağında
kalan, sıfırın soluna, sonsuza geçememek. nefsin sünmüş maskesinde,
epsilon’u sezdirmek. “nereden çıkmış ortaya?” sorusuna direnmek –koskoca
evrende küçük bir sayı, etkisiz bir eleman olarak kalmak…
“sivilliksiz mezar sivil oğulcuk atar, toplarsınız.”, “bir ney devleti
üfler”, “zulm ya hu”. soruyoruz öyleyse doğrulara dolanmadan dimdirek ve
sivillikle
tarih var mıdır?
otuz kışın kilitli olduğu göğde
otuz kuşun kanadından göğe kilitlendiği yerde
“tarih yoktur” düşelim.
ve ekleyelim: “kuş, uçtuuçtu “aşk” efendi.”
epsilon’un ortasında med cezir
gölgesiz varolmalar yeter –bilinmiyor bile;
beden.”
şiiriyle, resmi tarihi bir yapı sökümcü tavrıyla deşip, harmanlayıp,
bozguna uğratan ve oradaki minör durumların ve öznelliklerin peşine düşen
ve o durumları bulundukları yerden söküp çıkartan bir direniş hafızası
oluşturma, bir sivil tarih yazma deneyi olarak da okunabilmeli mustafa ırgat şiiri.
tarihe ve şiire bakışında, ece ayhan’ın izinden gittiği görülen mustafa
ırgat, sözünü hiç esirgemeden direkt söylemesi, dili imha edercesine tüm
sınırları sonuna kadar zorlaması, dizgeyi paramparça ederek tüm formları
bozguna uğratmasıyla başka bir yerde başka bir evren oluşturmakta ve
oradan seslenmektedir. bağlamı ve formuyla kendinde başlayıp biten, kesik
kesik, zaman zaman kekeme, dilin mahzenlerinden, dipten gelen bir
dalganın şiddetiyle şizoid bir dille söyler söylediklerini. ve fakat
referanslarına ulaşmak, çözmek zor olsa da referanslarını yitirmeyen bir
dille. şiir için tercih edilen, şiiri özgürleştiren bir dille.
mustafa ırgat’ ın şiirde kullandığı kimi felsefi kavramlar ve felsefi
arka plan, fransızca metinlerden beslenmesi, tüm disiplinlerden
faydalanması, şiir dilinin çok katmanlı oluşu, dilin imhası yoluyla
dizgeyi parçalaması, anlamın sınırlarını sonuna kadar götürmesi ve
şiirinin kaotik geçişliliğe varan deneysellikler içermesi bakımından,
liberter bir uç marksist tavırla ,ece ayhan şirini daha da uçlara
taşıdığı söylenebilir.
“kırk yıldır tek bir vakt içindeyim “ dediği çentik şiirinden dizeler:
“-neyin türüyüz sürenin hayaleti zekaya çomak sokarken karışmış?
-tekvin etmeler tuğrakeş, kaçış çizgisi güdük, adı üstünde taşra.”
“(hür)şeref bakanlığının bahçesinde, eşref saatinde, ölüm silerken
imzayı” şiirinden:
kaçış çizgisi ve köksap kavramları deleuze-guattari felsefesinin temel kavramlarındandır. mustafa ırgat’ın şiirinde geçiyor olmasını ise
şiirinin felsefi arka planını açıklar niteliktedir.
“duhuldeki deney” sinema :
“orada, şimdi ve her şey açık, meram, kader zoruyla değil,”
-
sofokles -
mustafa ırgat, şairlerin içinde görünmez bir şair, sinemacıların içinde
de görünmez bir sinemacı ve oyuncu hayaleti olarak dolaşır. yeni sinema,
nokta dergilerinde ve özgür gündem gazetesinde yazdığı (1969 ile 1992
arası ) sinema yazıları, ölümünden sonra 1995 yılında “ duhuldeki deney”
sinema yazıları alt başlığıyla kitaplaştırılır.
kendi deyimiyle sinemanın öncüleri, bağımsız ve “sivil sinemanın”
örnekleri üzerine bir eleştiri kitabı olarak da değerlendirilebilir. bu
kitap sevdiği, izlediği yönetmenlerin filmleri üzerine deneysel
metinlerden oluşur. yazısına duhuldeki deney başlığına koyan ırgat’ın
derin sinema bilgisinin yanına felsefi alt yapısının da sağlam olduğunu
eklemeli ve bu kavramı oluştururken bataille’ın “iç deney” ine gönderme
yaptığını da söyleyebilmeliyiz.
yönetmen arthur penn’in “kaçaklar” filmi üzerine yazısını şu dipnot ile
bitirir: ”arthur penn, yeni amerikan sinemasının öncülerinden
biridir.(öncü: zamanını aşan, geleceğin sanatı durumunda olan,
alışılmışın dışına çıkarak yeniden de bir özellik üreten kimse.) bu
tanımıyla tam da ait’siz kimlik kitabının şairinden, öncü şair mustafa
ırgat’tan söz ettiğini nerden bilebilirdik…pasolini, jim jarmush, metin
erksan, yılmaz güney, bertolucci, andrzej vajda, antononı’den bahseden
kitap, “çağdaş sinemada renk sorunu” adlı yazı şu soru ile biter: “
biçimler renkler, yoğunluklar kokular…/ bunların bendeki karşılıkları
nedir?”
bu cümle ise son sözü değildir kitabın… son söz bir peçeteye yazılı
tarihsiz bir not:
“ kamerayı 180 derece çevirmek, ayna karşısında götünüzü döndürmeye
benzemez.”
mustafa ırgat, sinema yazarlığının yanı sıra, yönetmenliğini merlyn
solakhan'ın (merlin ecer) yaptığı 1984 yapımı ‘tekerlemeler’ filminde
başrol oyuncusu olarak yer alır. filmde: ayşe şiir öke, zümrüt pekin,
mehmet güreli ve mustafa kemal ağaoğlu’ -ki “nüzüllü şiirler” adlı bir
kitabı bulunmakta- nun da rolleri bulunur.
“sonu zor”
“sonu zor” kitabı, ırgat’ın notları, şiirleri ve yarım kalan şiirlerden
oluşur. arkadaşı ahmet güntan tarafından yayıma hazırlanır (temmuz 2011).
kitabın sonunda ahmet güntan, ırgat’ın edebi terekesi ve ardında
bıraktığı notlarının daha sonra yayıma hazırlanacağı belirtilir.
kitabın ilk şiiri, adalet yerini bulur, “efendilik kimde kalsın” alınlığı
ve sorusu ile başlar ve “sandıkları kadar üstü çizili insan var “ dizesi
ile biter.
“ay sokumundan el sallayan nilgün marmara için perizad” şiirinden:
“geç aklım bir kürt olarak cevap veriyorum huzurunuzda
ve dilinimde kestiler ve merhamet katl’ ile doğsundu ilk
aymışlığın korkusunu yaşıyorken tenha kere türk.
mutluluğu becerilmiş güzel bulacağız allah derim otofaji
ve o’ suz şu’ lu beynimize inmiş efendi, ankayı mağrip ölüm
tekmeleriyle ay götünüze mıh’mış, zat-i şahane hep şair.”
“ergin kolbek” şiirinden:
“sokak çocuğuyken döküldük biz sizin hayatınıza
hep avrat korkusuyla büyüdük, kapımız sonlu açık
baykuşu konuşturduk türkçe buyurganı susturmak için.”
babüsaade ağasının şiiri :
“arka bahçelerini gördün sen bütün müslümanların !
camileri sarhoş yüzlerinde toplayan
miğverine güvercin atılan kafes başlı gölgeleri.
………………..
el sıkıştığımız elde kanayan
kesik değil indiğin o pina
ayazdaki kanı hatırlatan bir,
-peki, ya şimdi nasıl sürdüreceksin ?
çünkü rüyalar deniz, bizse dünya olmuşuz”
haikular’ dan:
1
sınıf mücadelesi aşk müzik
alttan alta itip duruyorlar merkezi
merkezsiz bir yapıya ad koymak
2.
tarihin keyfini beklemeyenler
anlaşılır sıraya geçilince
ve anlatılır bir kızıl çizgi
6
en azından iki kişi kalmalıyız şimdilik
dokunmak için şuna:
eklemlenmeli biri ötekine ve biri birine
ve kenarda kalan kenarda kalmamış demektir
gölgesi çıkar
“hacı hüsrev ve 17 tepe “idamlar dursun!” diyor” şiirinden:
“ çoktan ölmüş aranan vicdanlar
kurban tedirginliğine tütsü yakan
islam özrüne zarf kılınan çocuklar.
…
çok mazo ki sözünü etmek istemem.
şerefiye vergisi niye insanlara nereli olduğunu soruyorsunuz?
uzak gözlüklü beyoğluluyum.
bir de bomonti’de EC’nin kar yağan balkonuyum.
yoksul değilim ama başa gelmiş yoksulluk ekilmiyor!
sana istersen getireyim göğsüme değen numune bir falçatayı.”
mustafa ırgat d’okunmada mı hala ?...
“hakikatin yalan, yalanın da hakikat gibi göründüğü bir
dönemeçteyiz şimdi “
-
adorno -
“annemin hatıvalavında ben neden yokum?”*
(*mehmet günsür’ün mustafa ırgat’a dair bir öyküsünün başlığı )
mustafa ırgat ‘ın ait’siz kimlik kitabında bazı biyografik bilgiler.1950
istanbul doğumlu. mina urgan ve cahit ırgat’ın oğlu. ilk şiiri “yeni
dergi”de yayımlanır(1971). sokak ve beyaz dergilerinde şiir, yeni sinema,
defter, nokta, özgür gündem ‘de sinema yazıları yayımlanır. resim yapar,
sergi de açar. 3 mart 1995 tarihinde aramızdan ayrılır.
kitapları :
ait’siz kimlik kitabı (1994 )
sonu zor (2011)
duhuldeki deney -sinema yazıları- ( 1995)
geçmişiyle (ilgili) ne yazar?
sözgelimi, “bütün söylediklerin hakikat (olsa da), sen kimseye bir şey
anlatamazsın ki” de denmiştir ona, onu doğuran tarafından (aralık 1977
sonu.)
peki o annesinin hatıvalavında neden yoktu? bir hakikatler çatışması mı
yaşanıyordu aralarında… neden olmasın...
ya arkadaşları…arkadaşları için neden sadece bir hatıva olarak kalmıştır?
1994 yılı mayıs ayında yayımlanan “ait’siz kimlik kitabı” bu güne kadar
baskısı yapılmayarak gözden ırak mı kılınmıştır?
hangi hakikatler bu duruma yol açmıştır? ırgat şiirinin, hani şu sürekli
ad değiştiren ‘somut’ ‘görsel’, ‘neo epik’, ‘avangard’, ‘deneysel’ vs.
günümüz şiirinin üzerine vuran gölgesin den mi, ağırlığından mı o
gölgenin?...
nedir korkulan?
hakikat sonrası’nın post truth’un konuşulduğu şu günlerde,
hakikatle yüzleşmelerini daha ne kadar erteleyebilecekler?
ardından :“mustafa çok acılı bir hayat sürdü ve kendini bitiresiye
yaşadı. ece ve mustafa çok farklı iki uçtu benim hayatımda. ece'yle,
mustafa’yla o evde paylaştığımız günler bana siiri, sinemayı, omurgalı
olmayı, hayatın içindeki önem sırasını öğreten günler oldu” diye söylenen bazı arkadaşları
şimdi kaçıncı omurgasızlık devrini sürdürmekteler?
yaşarken şiiri için: “okunaksız cenin öfkesi göz okullarında okunur kara
gazel olmuş. elbet böyle bir suyu yazan çakılını da okur “
diyen ve mustafa ırgat ile aynı fotoğrafa giren bazı arkadaşları, şimdi
hangi suyun çakılında gezinmekte, hangi filmleri çevirmekteler?
“ ö l ü m a d ı n a, h a y a t ı b i r a z d a h a t e m i z t u t a l ı
m”
michiganlı ölmüş şair theodore roethke'yi
okurken katlanan sadelik: kasım 1975
bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi,
öfkemi bağırıyorum baskın getirilmiş işbu sevinçte,
fakirlik içre öğreniyorum o gidilmesi gereken yeri.
hissederek yaşarız. burada bilinmesi gereken ne ki?
oluşumu dinliyorum yakalarken sağırdan sağıra ten.
bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi.
sizler güya birliktiniz yitik oğula, şimdi neredesiniz?
cumhuriyet sahtesi gömük bilinç sizi! iliği kustum
usunçla ve giderken öğrendim o gidilmesi gereken yeri.
tek şiir hayatı da yener ama nitedir tabiatın sesçili?
bir rüzgar ağsın gözlerden rengarenk yıldızlı merdiveni;
o uyansın bir düşe yeniden ve ağırdan alsın şiddetini.
işlek maddenin ayrıksı mizahı yansır keskin imgelemde
kokulu ayna ve sevdançin, öylece açık yeryüzünü al
sonra safran kankesmiş giderken öğren o gidilen yeri.
söz söz değildir yetke küllenmedikçe. bunu bilmeliydin.
uzak düşen her sır düşmektedir. ve nicel bize yakındır.
bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi.
giderken öğreniyorum gidilmesi pek gereken o yeri.