ÖYKÜ

Josef Kılçıksız   







Ne Gitmeleri Bilirim Ne Kalmaları


Muhtemelen sabah saatlerindeyiz. Güzel ve sessiz bir İstanbul sabahı. Bir varoş mahallesinin sokaklarında tatlı bir kız çocuğunun ilk ağlayışı duyuluyor.

Mehir ‘in hayat serüveni pek çok bölümden oluşan, upuzun kuyruklu bir uçurtmayı andırıyordu.

Hayata doğuştan bir- sıfır yenik başlayanlardandı Mehir. Annesi mahallede erkekler için kolay lokma, vebalı bir kadın olarak damgalanmıştı.

Çocukluk anılarının fonunda genelevin kırmızı loş ışığı; bir hayat kadının kızı diye adı çıkmıştı. Annesini belalı bir müşterisi bıçaklayıp öldürünce yaşlı ve hasta dedesinin yanına taşınmıştı. Bekar dayısı daha ilk günden ona sarkıntılık etmeye başlamıştı. Hayatta tek kişilik dramalar oynamaya mahkûm bir kızdı anlayacağınız.

- Çocukluk hâlâ, küçük bir köpek gibi eşlik ediyor bana. Hani bir zamanlar neşeli bir yol arkadaşıdır, şimdi ise ellerinizde ölmesin diye bakmak ve kırıklarını sarmak, ona binlerce ilaç vermek zorundasınızdır.

Omuzun azıcık altına kadar kesilmiş kömür saçlarıyla geceye aitti Mehir.

- Bilmem yılanların yaşamını bilir misiniz? Yılanlar deri değiştirirken kuytuluklardaki gölgeliklere gizlenirler. Çünkü o sırada, düşmanlarına karşı güçsüz ve çaresizdirler. İşte insanların da böyle, kabuklarından sıyrıldığı anlar vardır. Bu anlarını kimselere göstermek istemezler. Ben Deniz, gözlerden uzak bir mahallede sessiz sedasız kabuk değiştirirken aşkın suçüstü yaptığı bir adamım.

Deniz nevi şahsına münhasır gün yüzü görmemiş küfürleriyle bir varoş bıçkınıydı. 12 Eylül sırasında gözaltına alınıp işkencelerde öldürülmüş bir devrimcinin çocuğuydu.

Aşk ne zaman ezber dilin dışına çıksa, ne zaman ötekine açılan bir kapı olsa, ne zaman tek bir kişi ya da nesnenin daraltıcı sınırlarından çıkıp ortak bir sesin, ortak bir bilincin ve ortak bir belleğin susmak bilmeyen sesi olsa o zaman bir rüya, bir masal olmaktan çıkar, kurgunun ötesinde toplumcu bir gerçeklik kazanır. Aşk o dakikadan sonra artık iki kişiyi ilgilendirmekten çok kamuya ait bir vakadır. Topluma o dakikadan sonra ayar vererek, yargılayıp mahkûm etme hakkı doğmuştur.

Sevgi öyle farklı yüzlerle karşımıza çıkar ki, hayal gücümüz bile hepsini görmeye hazırlıklı değildir.

- Ben denize aşığım, senin gibi sevgilim, sevgi ve merhamet dolu ve bazen senin gibi, çılgınca.

Ya bir topluluğa dahilsinizdir ya da değilsinizdir. Kendini cennet sanan bir toplama kampıydı Mehir’in yaşadığı mahalle. Ona hastalıklı bir aidiyet sunuyordu. O mahallede sadece güzel bir ambalaj olduğunun farkında değildi çoğu zaman.

Orada cürüm ile adalet arasında sanki ensestvari bir ilişki hakimdi. Herkesin bir arada huzur içinde yaşadığı geçmiş tezini biraz zorlayan olaylar oluyordu. İnsanı hayrete düşürecek kadar duru ve basit gözüken sokaklarında adeta kanlı canlı birtakım gölgeler geziniyordu. Duru ve basit kabuk tabakasının altından geceleri çıkıp geziniyorlardı ortalıkta. Tabakayı kat kat soydukça daha derin bir gerçeği ortaya çıkarıyorlardı.

Deniz ile Mehir’in aşk yolculuğu sonraları bir dolmuş durağında nasıl kesintiye uğradıysa yine bir dolmuş durağında başlamıştı. Her ikisi de Mardinli bir Süryani’nin konfeksiyon atölyesinde çalışıyorlardı.

Yirmi beş yaşlarında biri için bu kent aşksız, sevgilisiz neşesiz bir yerdir. Yaşamı sevdiğinizle paylaşmanın çift görüşlülüğüdür. Yeterince âşıksanız bazen hem kendiniz hem onun için görürsünüz. Deniz için durum böyleydi.

Mehir’le Deniz gerçi aynı okula gitmemiş aynı havayı soluyup aynı çeşmeden su içmemişlerdi ama aşk onları bir kavşakta buluşturmuştu.

Her sabah aynı dolmuşa binip aynı sokaklardan geçtiler. Çünkü hakikaten bu sabah saatinde yaşamak güzel şeydi. Hepsi, her şey insana bir gülüşün yumuşaklığıyla görünüyordu. Bu belirsiz ışık bir senfoniydi; işte camiinin avlusunda ilk huzme bir kadın gibi soyunmuş oynuyordu. Bu taze simit kokusu, yürüyen adamların acelesi, bu düşünceli yüzler hepsi güzeldi.

Akşam bir gök gürültüsü gibi ansızın çöküyordu buralara. Sanki dünyanın bir yarısını diğerinden tamamen ayıran demir bir perde bir emir üzerine aşağı indiriliyordu.

Hem içsel hem dışsal yönden acıklı bir kıştı. Bir türlü bitmek bilmiyordu. İş çıkışı hava kararmıştı. Akşamın serin sızısından kopan rüzgâr dışarda boğuk çığlıklar atmaktaydı. Bela hep iş çıkışlarında buluyordu Deniz ‘i.

Örümcek ağlarının girişini kapladığı bir mağaraya benziyordu dolmuşun içi. Sümüklerini arka koltuklara süren gür bıyıklı adamlar binmişti dolmuşa. Mehir ise güneşin en güzel battığı yerden… Dolmuşun arka sıralarında temiz yüzlü bir genç Mehir’e yer verdi. Teşekkür edip oturdu. Camı açtı. İçeriye sızan rüzgârın da yardımıyla yas için söylenmiş türküler duydu.

Kafka’nın böceği Samsa’yı andıran biri arka koltukta oturmuş simidini kemiriyordu.
Zamanda ani bir kırılma yaşandı. Deniz birazdan onu yakacak bir öfkeyle paketteki son sigarayı da yakmıştı. Dolmuşa binmeden önce toprağa basarak söndürdü sigarasını. Kabzaları ay ışığında titreyen bıçaklar çekilmişti çoktan. Magandanın biri Mehir’in kemikli bacaklarına sonra kasıklarına dokunurken, öteki “annesi gibi orospu olacak” diye bas bas bağırıyordu. Kafein ve nikotin saati çoktan gelmiş, kınının içinde gerinen bir bıçak gibi huzursuzdu Deniz. Magandanın hareketini görünce zaten geri kalan ömrünü hayatın ona verdiği bir rüşvet saymış, sevgilisinin etrafında uçuşan uğursuz kargaların üzerine yürümüştü. Annesinin vefakâr emaneti bıçağını çekti. Beyaz gömleğinde kan, ardından muzaffer bir komutan gibi Mehir’le el ele indi dolmuştan.

Dışarda hızlanan yağmur sokaklarda çamurlu birikintiler oluşturmuştu. Bıyıklı adamlar ormanında bu şehir zaten ne kanı ne de yağmuru basmıştı bağrına. Matbuat ertesi gün dolmuşta işlenen cinayeti yazıyordu.

Polisle köşe kapmaca uzun bir süre gizlendi Deniz. Birbirine benzeyen ve ışık hızıyla kayıp geçen günler ikiaradabiryerdeliği çekilmez kılıyordu. İki bulut ölümü arasında bir türlü yağmayan, ağmayan bir yağmur düşünün. Hiçbir şey yapmadan kapının ardında durmak dediğin şey ölümden beterdi.

Hani hayat hikayenizde gerilim matematiğinin gereğinden fazla sürpriz sona odaklı olduğu günler olur ya, işte öylesi puslu bir kış günüydü.

- O gün saklandığım fare deliğinden çıkıp Mehir’in yaşadığı eve gitmeye karar vermiştim. Mehir’in davranışlarında önceleri dalgınlıktan, heyecandan ya da kelimelerin yarattığı körlükten kaynaklandığını düşündüğüm gariplikler seziyordum. Görünmez bir örtü vardı aramızda. Bu örtünün kalınlığı aramıza belli bir mesafe koyuyordu. Bu örtü nasıl oluşur, hangi renk ipliklerle ne kadar sürede dokunur ya da kalınlığı neye göredir? Bu tatlı sisin arkasında nelerin gizlenmekte olduğunu gözlerimle görmek istiyordum. Mehir daha önce işsiz güçsüz dolaşan tekinsiz dayısından söz etmişti gerçi. Eve girer girmez gözlerimin önünde bir yer sofrasıyla eskice tahta bir masanın üzerinde bir vazoda naylon karanfiller belirdi.

Bence insanın yüzündeki çizgilerin kodları ile ağaç halkaları arasında bir yazgı ortaklığı mevcuttur. Mehir’in dedesinin yüzündeki çizgiler yaşlı bir ağacın gövdesindeki halkaları andırıyordu.

Hayat yolculuğumun duraklarında düşleri, gönülleri kırık insanlara rastlıyordum. Odun sobalarının yandığı evlerinde, alevin mekâna dağılan gölgeleriyle dans eden insan siluetleriydi gördüğüm. Pencerelerinden gördükleri ne bir denizleri ne de deryanın serin sularında süzülen gemileri vardı. İnsan ruhuna her yönüyle nüfuz eden kötülüğün serin ve irkiltici coğrafyasında nasıl yaşardı bu insanlar? Bu tür insanları samimiyetle inceleyen bilimin asıl meselesi artık insanla değil, Tanrı’yladır, diye düşünmüşümdür.


İçerden boğuşma sesleri duyuldu. Mehir’in muhtemelen dayısı, gömleğinde kan lekeleri Deniz’in yanından hızla koşarak dışarı çıktı. Loş sokağın ucunda bir yere gizlendi. Deniz arkasından koştu. Telefonun ışığını gürültünün geldiği yere doğrulttu. Işığı fark edince eşyaların arasına kaçan böcekler misali çöp konteynerinin arkasına saklandı. Gecede bir silah sesi duyuldu.

Deniz lambası kırık bir sokak laternasının altına çöktü. "Aşk yavaş yavaş öldürür" diyen bir duvar yazısının altına, "Olsun, benim vaktim var" diye not düşmüşlerdi. Bir nefes aldı sigarasından. Ardından bir fiskeyle karanlığa fırlattı.

İntikam, soğuk yenen bir yemeğin ötesinde, bir tür dondurulmuş gıdaydı Mehir için. İntikamcının klasik bir refleksi vardır. Aynı şeyi karşı tarafa yaşatmak. Aynı acıyı ona da tattırmak. Mehir’inki bu klasik reflekslerin ötesine de geçen kötücül bir özkıyım enerjisi taşıyordu.

Mehir dedesinin tıraş olduğu usturayı önceden almış, kötü günlerin hatırına yastığının altına saklamıştı. Ayna karşısına her geçtiğinde usturayı tenine daha yakın tutuyordu.
İçerdeki boğuşma sırasında orasını burasını mıncıklayan dayısını karnından yaralamış sonra usturayla kendi boynunu kesmişti. Çeliğin, boynunda gönüllülük ve rızayla açtığı derin bir yarık duruyordu.

- Boynun düşüyor. Kalkabilecek misin? Yatak hazır. Hayır, burada uyuma. Ben taşırım seni. Küçük kız çocukları taşınmalıdır. Sen dert etme. O kadar ağır değilsin. Bak işte kuş gibisin. Başın da düşmüş işte. Nasıl bir sıcaklık bu. Sana en yakın olduğum an bu galiba.

Mehir güç bela konuşabiliyordu:

- Ben ne gitmeleri bilirim ne kalmaları. Hiçbir gece kabul etmez beni. Boz nehri takip et Deniz; at nalı ışırcasına dünyanın uzak yüreğine götüren yolu takip et. Gerisi hep aynı yer sevgilim, yitikler çıkmazı…

Yakalamaya çalıştıkları mutluluk gökkuşağının altından geçmek gibiydi. Sustular, sustuk, çünkü imtihandı biliyorduk.

Hücresinin duvarında yalnızlık suikastına uğramış bir resim duruyordu. Ona uzun uzun baktıkça gözleri yaşarıyordu Deniz’in…


dizin    üst    geri    ileri  

 



 28 

 SÜJE  /  Josef Kılçıksız  /  yirmi yedi mart iki bin on sekiz   / 27