Muhtemelen sabah saatlerindeyiz. Güzel ve sessiz bir İstanbul sabahı. Bir
varoş mahallesinin sokaklarında tatlı bir kız çocuğunun ilk ağlayışı
duyuluyor.
Mehir ‘in hayat serüveni pek çok bölümden oluşan, upuzun kuyruklu bir
uçurtmayı andırıyordu.
Hayata doğuştan bir- sıfır yenik başlayanlardandı Mehir. Annesi mahallede
erkekler için kolay lokma, vebalı bir kadın olarak damgalanmıştı.
Çocukluk anılarının fonunda genelevin kırmızı loş ışığı; bir hayat
kadının kızı diye adı çıkmıştı. Annesini belalı bir müşterisi bıçaklayıp
öldürünce yaşlı ve hasta dedesinin yanına taşınmıştı. Bekar dayısı daha
ilk günden ona sarkıntılık etmeye başlamıştı. Hayatta tek kişilik
dramalar oynamaya mahkûm bir kızdı anlayacağınız.
- Çocukluk hâlâ, küçük bir köpek gibi eşlik ediyor bana. Hani bir
zamanlar neşeli bir yol arkadaşıdır, şimdi ise ellerinizde ölmesin diye
bakmak ve kırıklarını sarmak, ona binlerce ilaç vermek zorundasınızdır.
Omuzun azıcık altına kadar kesilmiş kömür saçlarıyla geceye aitti Mehir.
- Bilmem yılanların yaşamını bilir misiniz? Yılanlar deri
değiştirirken kuytuluklardaki gölgeliklere gizlenirler. Çünkü o sırada,
düşmanlarına karşı güçsüz ve çaresizdirler. İşte insanların da böyle,
kabuklarından sıyrıldığı anlar vardır. Bu anlarını kimselere göstermek
istemezler. Ben Deniz, gözlerden uzak bir mahallede sessiz sedasız kabuk
değiştirirken aşkın suçüstü yaptığı bir adamım.
Deniz nevi şahsına münhasır gün yüzü görmemiş küfürleriyle bir varoş
bıçkınıydı. 12 Eylül sırasında gözaltına alınıp işkencelerde öldürülmüş
bir devrimcinin çocuğuydu.
Aşk ne zaman ezber dilin dışına çıksa, ne zaman ötekine açılan bir kapı
olsa, ne zaman tek bir kişi ya da nesnenin daraltıcı sınırlarından çıkıp
ortak bir sesin, ortak bir bilincin ve ortak bir belleğin susmak bilmeyen
sesi olsa o zaman bir rüya, bir masal olmaktan çıkar, kurgunun ötesinde
toplumcu bir gerçeklik kazanır. Aşk o dakikadan sonra artık iki kişiyi
ilgilendirmekten çok kamuya ait bir vakadır. Topluma o dakikadan sonra
ayar vererek, yargılayıp mahkûm etme hakkı doğmuştur.
Sevgi öyle farklı yüzlerle karşımıza çıkar ki, hayal gücümüz bile hepsini
görmeye hazırlıklı değildir.
- Ben denize aşığım, senin gibi sevgilim, sevgi ve merhamet dolu ve
bazen senin gibi, çılgınca.
Ya bir topluluğa dahilsinizdir ya da değilsinizdir. Kendini cennet sanan
bir toplama kampıydı Mehir’in yaşadığı mahalle. Ona hastalıklı bir
aidiyet sunuyordu. O mahallede sadece güzel bir ambalaj olduğunun
farkında değildi çoğu zaman.
Orada cürüm ile adalet arasında sanki ensestvari bir ilişki hakimdi.
Herkesin bir arada huzur içinde yaşadığı geçmiş tezini biraz zorlayan
olaylar oluyordu. İnsanı hayrete düşürecek kadar duru ve basit gözüken
sokaklarında adeta kanlı canlı birtakım gölgeler geziniyordu. Duru ve
basit kabuk tabakasının altından geceleri çıkıp geziniyorlardı ortalıkta.
Tabakayı kat kat soydukça daha derin bir gerçeği ortaya çıkarıyorlardı.
Deniz ile Mehir’in aşk yolculuğu sonraları bir dolmuş durağında nasıl
kesintiye uğradıysa yine bir dolmuş durağında başlamıştı. Her ikisi de
Mardinli bir Süryani’nin konfeksiyon atölyesinde çalışıyorlardı.
Yirmi beş yaşlarında biri için bu kent aşksız, sevgilisiz neşesiz bir
yerdir. Yaşamı sevdiğinizle paylaşmanın çift görüşlülüğüdür. Yeterince
âşıksanız bazen hem kendiniz hem onun için görürsünüz. Deniz için durum
böyleydi.
Mehir’le Deniz gerçi aynı okula gitmemiş aynı havayı soluyup aynı
çeşmeden su içmemişlerdi ama aşk onları bir kavşakta buluşturmuştu.
Her sabah aynı dolmuşa binip aynı sokaklardan geçtiler. Çünkü hakikaten
bu sabah saatinde yaşamak güzel şeydi. Hepsi, her şey insana bir gülüşün
yumuşaklığıyla görünüyordu. Bu belirsiz ışık bir senfoniydi; işte
camiinin avlusunda ilk huzme bir kadın gibi soyunmuş oynuyordu. Bu taze
simit kokusu, yürüyen adamların acelesi, bu düşünceli yüzler hepsi
güzeldi.
Akşam bir gök gürültüsü gibi ansızın çöküyordu buralara. Sanki dünyanın
bir yarısını diğerinden tamamen ayıran demir bir perde bir emir üzerine
aşağı indiriliyordu.
Hem içsel hem dışsal yönden acıklı bir kıştı. Bir türlü bitmek
bilmiyordu. İş çıkışı hava kararmıştı. Akşamın serin sızısından kopan
rüzgâr dışarda boğuk çığlıklar atmaktaydı. Bela hep iş çıkışlarında
buluyordu Deniz ‘i.
Örümcek ağlarının girişini kapladığı bir mağaraya benziyordu dolmuşun
içi. Sümüklerini arka koltuklara süren gür bıyıklı adamlar binmişti
dolmuşa. Mehir ise güneşin en güzel battığı yerden… Dolmuşun arka
sıralarında temiz yüzlü bir genç Mehir’e yer verdi. Teşekkür edip oturdu.
Camı açtı. İçeriye sızan rüzgârın da yardımıyla yas için söylenmiş
türküler duydu.
Kafka’nın böceği Samsa’yı andıran biri arka koltukta oturmuş simidini
kemiriyordu.
Zamanda ani bir kırılma yaşandı. Deniz birazdan onu yakacak bir öfkeyle
paketteki son sigarayı da yakmıştı. Dolmuşa binmeden önce toprağa basarak
söndürdü sigarasını. Kabzaları ay ışığında titreyen bıçaklar çekilmişti
çoktan. Magandanın biri Mehir’in kemikli bacaklarına sonra kasıklarına
dokunurken, öteki “annesi gibi orospu olacak” diye bas bas bağırıyordu.
Kafein ve nikotin saati çoktan gelmiş, kınının içinde gerinen bir bıçak
gibi huzursuzdu Deniz. Magandanın hareketini görünce zaten geri kalan
ömrünü hayatın ona verdiği bir rüşvet saymış, sevgilisinin etrafında
uçuşan uğursuz kargaların üzerine yürümüştü. Annesinin vefakâr emaneti
bıçağını çekti. Beyaz gömleğinde kan, ardından muzaffer bir komutan gibi
Mehir’le el ele indi dolmuştan.
Dışarda hızlanan yağmur sokaklarda çamurlu birikintiler oluşturmuştu.
Bıyıklı adamlar ormanında bu şehir zaten ne kanı ne de yağmuru basmıştı
bağrına. Matbuat ertesi gün dolmuşta işlenen cinayeti yazıyordu.
Polisle köşe kapmaca uzun bir süre gizlendi Deniz. Birbirine benzeyen ve
ışık hızıyla kayıp geçen günler ikiaradabiryerdeliği çekilmez kılıyordu.
İki bulut ölümü arasında bir türlü yağmayan, ağmayan bir yağmur düşünün.
Hiçbir şey yapmadan kapının ardında durmak dediğin şey ölümden beterdi.
Hani hayat hikayenizde gerilim matematiğinin gereğinden fazla sürpriz
sona odaklı olduğu günler olur ya, işte öylesi puslu bir kış günüydü.
- O gün saklandığım fare deliğinden çıkıp Mehir’in yaşadığı eve
gitmeye karar vermiştim. Mehir’in davranışlarında önceleri dalgınlıktan,
heyecandan ya da kelimelerin yarattığı körlükten kaynaklandığını
düşündüğüm gariplikler seziyordum. Görünmez bir örtü vardı aramızda. Bu
örtünün kalınlığı aramıza belli bir mesafe koyuyordu. Bu örtü nasıl
oluşur, hangi renk ipliklerle ne kadar sürede dokunur ya da kalınlığı
neye göredir? Bu tatlı sisin arkasında nelerin gizlenmekte olduğunu
gözlerimle görmek istiyordum. Mehir daha önce işsiz güçsüz dolaşan
tekinsiz dayısından söz etmişti gerçi. Eve girer girmez gözlerimin önünde
bir yer sofrasıyla eskice tahta bir masanın üzerinde bir vazoda naylon
karanfiller belirdi.
Bence insanın yüzündeki çizgilerin kodları ile ağaç halkaları arasında
bir yazgı ortaklığı mevcuttur. Mehir’in dedesinin yüzündeki çizgiler
yaşlı bir ağacın gövdesindeki halkaları andırıyordu.
Hayat yolculuğumun duraklarında düşleri, gönülleri kırık insanlara
rastlıyordum. Odun sobalarının yandığı evlerinde, alevin mekâna dağılan
gölgeleriyle dans eden insan siluetleriydi gördüğüm. Pencerelerinden
gördükleri ne bir denizleri ne de deryanın serin sularında süzülen
gemileri vardı. İnsan ruhuna her yönüyle nüfuz eden kötülüğün serin ve
irkiltici coğrafyasında nasıl yaşardı bu insanlar? Bu tür insanları
samimiyetle inceleyen bilimin asıl meselesi artık insanla değil,
Tanrı’yladır, diye düşünmüşümdür.
İçerden boğuşma sesleri duyuldu. Mehir’in muhtemelen dayısı, gömleğinde
kan lekeleri Deniz’in yanından hızla koşarak dışarı çıktı. Loş sokağın
ucunda bir yere gizlendi. Deniz arkasından koştu. Telefonun ışığını
gürültünün geldiği yere doğrulttu. Işığı fark edince eşyaların arasına
kaçan böcekler misali çöp konteynerinin arkasına saklandı. Gecede bir
silah sesi duyuldu.
Deniz lambası kırık bir sokak laternasının altına çöktü. "Aşk yavaş yavaş
öldürür" diyen bir duvar yazısının altına, "Olsun, benim vaktim var" diye
not düşmüşlerdi. Bir nefes aldı sigarasından. Ardından bir fiskeyle
karanlığa fırlattı.
İntikam, soğuk yenen bir yemeğin ötesinde, bir tür dondurulmuş gıdaydı
Mehir için. İntikamcının klasik bir refleksi vardır. Aynı şeyi karşı
tarafa yaşatmak. Aynı acıyı ona da tattırmak. Mehir’inki bu klasik
reflekslerin ötesine de geçen kötücül bir özkıyım enerjisi taşıyordu.
Mehir dedesinin tıraş olduğu usturayı önceden almış, kötü günlerin
hatırına yastığının altına saklamıştı. Ayna karşısına her geçtiğinde
usturayı tenine daha yakın tutuyordu.
İçerdeki boğuşma sırasında orasını burasını mıncıklayan dayısını
karnından yaralamış sonra usturayla kendi boynunu kesmişti. Çeliğin,
boynunda gönüllülük ve rızayla açtığı derin bir yarık duruyordu.
- Boynun düşüyor. Kalkabilecek misin? Yatak hazır. Hayır, burada
uyuma. Ben taşırım seni. Küçük kız çocukları taşınmalıdır. Sen dert etme.
O kadar ağır değilsin. Bak işte kuş gibisin. Başın da düşmüş işte. Nasıl
bir sıcaklık bu. Sana en yakın olduğum an bu galiba.
Mehir güç bela konuşabiliyordu:
- Ben ne gitmeleri bilirim ne kalmaları. Hiçbir gece kabul etmez beni.
Boz nehri takip et Deniz; at nalı ışırcasına dünyanın uzak yüreğine
götüren yolu takip et. Gerisi hep aynı yer sevgilim, yitikler çıkmazı…
Yakalamaya çalıştıkları mutluluk gökkuşağının altından geçmek gibiydi.
Sustular, sustuk, çünkü imtihandı biliyorduk.
Hücresinin duvarında yalnızlık suikastına uğramış bir resim duruyordu.
Ona uzun uzun baktıkça gözleri yaşarıyordu Deniz’in…