"TİYATRODA SEYİRCİ AKTÖR HAMLET’İ OYNADIĞINDA ONUN
DANİMARKA PRENSİ OLMADIĞINI BİLEREK SEYREDER. . OYSA İLLÜZYONİSTİ
SEYREDERKEN ONUN HİLELİ BİR SANAT OLDUĞUNU BİLSE DE, KIZIN GERÇEKTE
KESİLMEYECEĞİNİ BİLSE DE İLLÜZYONİST ONA KIZI GERÇEKTEN KESTİĞİNİ KABUL
ETTİRMEK ZORUNDADIR."
Sizlere daha önce yine Süje’de yayınlanan ‘Tarlabaşı’ dizisinde de
anlattığım gibi, Osmanlı’nın son dönemleriyle cumhuriyetin ilk yıllarında
Türkiye’nin Batı’ya açılan ilk ve tek penceresi olan Beyoğlu kültür ve
eğlence dünyasına da batılı anlamda farklı ve canlı bir ivme
kazandırmıştı. Gece kulüpleriyle, tiyatrolarıyla, sinemalarıyla,
kadınların da gidebildiği kahveleri ve gazinolarıyla bambaşka bir yaşamla
tanışıyordu toplum. Önceleri Beyoğlu’nda başlayıp sonra tüm İstanbul’a
yayılan bu eğlence dünyasının en önemli eğlence mekanları müziğinden
dansına, varyete gösterilerinden revülere çok değişik eğlence dünyasının
kapılarını aralıyordu. Bu gazino kültürü öylesine tuttu ki, toplumun her
kesimini, özellikle de daha orta hatta düşük gelir gruplarına da
seslenecek boyutlarda halk gazinolarına, halk çay bahçelerine dönüştü.
Buralarda hem batılı anlamda hem de toplumumuza özgü kültürel değerler
harmanlanarak izleyicilere sunulmaya başlandı.
Hamiyet Yüceses, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar, Zeki Müren gibi çok sayıda
ses sanatçımız ilk kez buralarda ortaya çıkıp adlarını duyurdular. Bu
gece kulübü ve halk tipi eğlence mekanlarında sesin yanısıra, farklı
alanlardan farklı gösteriler de bu kadrolara dahil edilip, sözcüğün tam
anlamıyla ‘dört başı mamur’ bir zengin içerikli programla halkın
karşısına çıkarlar. Örneğin; önceleri tuluat sonraları skeçler biçiminde
aralara serpiştirilen güldürü bölümleri, akrobat gösterileri, palyoçalar
ve illüzyonizm namı diğer sihirbazlık gösterileri.
Bu gece kulübü ve halk gazinoları öylesine tuttu ki, turnelerle
Anadolu’nun hemen her yönüne ulaşılmaya başlandı. Bir de bunlara özenen,
daha alt düzeyde, Çadır Tiyatrosu diye de adlandırılan topluluklar hızla
artmaya başladı. Bunlar da daha çok Anadolu’nun en ücra kasabalarında
özellikle bayramlarda, çocuklar için kurulan lunaparkların vazgeçilmez
eğlence mekanları oldular.
80 başlarına dek tek tük ayakta kalmaya başlayan bu eğlence mekanlarından
hiç biri kalmadı. Özellikler halk gazinoları tümden ortadan kayboldu.
Gece kulübü niteliğinde ayakta kalanlar da eski eğlence anlayışının çok
dışında alanlara yöneldiler.
Artık günümüzde müzik, gülmece ya da tiyatro ile uğraşanlar bağımsız bir
dal olarak bu işlevlerini sürdürmeye çalışıyorlar. ‘Sirk’ geleneğimiz
olmadığı için akrobatlar tümden ortadan kalktı. Sihirbazlara yani
illüzyonistlere gelince…
İşte burası biraz ilginç. Kendilerini ‘sihirbaz’ ya da ‘medyum’ olarak
ortaya atan, insanları dolandırma amaçlı kişilerin sayısında son yıllarda
artma var.
‘İllüzyon’ ortadan kalkmak üzere ama Şu an Türkiye’de tek bir kişi
kararlılıkla bu işi sürdürüyor: Sermet Erkin.
Aslında Sermet Erkin’den önce ‘illüzyon’ alanında özellikle
vurgulamamamız gereken önemli bir isim var: Zati Sungur.
Zati Sungur, kendine özgü yaratıcılığı ve yeteneğiyle illlüzyonu bir
sanata dönüştürmüş, dünya çapında adını duyurmuş en önemli illüzyon
sanatçımız. Önceleri ABD başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde
sahne gösterilerinde bulunup sonra da ülkemizde kendine özgü yaratıcı
fikirleriyle çalışmalarını sürdürmüş bir yeteneğimiz Zati Sungur.
Özellikle sahnede insan kesme gösterisi gibi kendine özgü gösterileriyle
büyük bir ün yapmıştır. Öyle ki bu ün, halkta kendine karşı büyük bir
ilgiye dönüşmüş, tıpkı Nasreddin Hoca fıkralarında karşılaştığımız gibi,
birçok söylence kendine mal edilmiş, adına efsaneler yaratılmıştır.
Zati Sungur’un 1984 yılında ölümüyle iillüzyonu aynı zamanda
çocukluğundan beri onun yakınında bulunmuş, hem bir dostu hem de
öğrencisi olmuş Sermet Erkin bu alandaki çıtayı daha da yükselterek
sürdürmektedir.
Çıtayı daha da yükselterek dedim. Çünkü Sermet Erkin, illüzyon
gösterilerine tiyatroyu da katmış, onu bir tür içinde illüzyonu da
barındıran teatral bir sahne gösterisine dönüştürmüş. Gösterilerini
içinde dans ve müziğe de yer veren bir tür müzikal oyun niteliğine
dönüştürmüştür.
Erkin illüzyon alanında tanınıyor ama kendisi belki de çok daha fazla
tiyatroyla içli dışlı. 1974 Yılında Necdet Mahfi Ayral’ın davetiyle
İstanbul Şehir Tiyatrolarına girer. Burada tiyatroyla birlikte illüzyonu
da sürdürür. Daha doğrusu tiyatronun içine illüzyonu sokar. Hatta burada
çalıştığı dönemlerde Yalçın Akçay tarafından kendisi için yazılmış olan
‘Karagözcü ile Sihirbaz’ oyununda rol alır. Bu oyundaki başarısı ilk kez
bir çocuk oyununa ‘gala’ yaptırır. Bir dönem kendi başına tiyatro
topluluğu da kuran Erkin, en son Zorlu Çocuk Tiyatrosu’nda ‘Kibritçi Kız’
müzikalinde oynamıştır.
Erkin’de iki büyük ‘güzellik’ hemen ilginizi çekiyor. İlki ‘dev bir
kütüphanesi var. Tek bir oda değil, kitaplıklarla dolu odaları var
evinde. Neredeyse bütün ev, duvar kağıdıyla kaplanmış gibi kitaplıklarla
kaplanmış. İçinde binlerce kitap, cd ve plaklar dolu. Özellikle ilgi
alanı olan tiyatroyla ilgili hemen hemen tüm yapıtlar var bu kütüphanede.
Bir de; Sermet Erkin’in yıllar önce başlayan sahne yaşamı
nedeniyle gerek
müzik gerek tiyatro, kısacası sahne sanatlarından oluşmuş çok geniş bir
sanatçı çevresi var. Safiye Ayla, Abdullah Yüce, Müzeyyen Senar’dan tutun
da günümüzde Genco Erkal, Haldun Dormen’e gelene dek hemen herkesi
yakından tanımış bir kişi. Kısacası gerek kütüphanesi gerek varlığı ve
anılarıyla tam bir tarih hazinesi.
Yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da çok sayıda gösterilere çıkmış
Erkin. Neredeyse gitmediği ülke yok. ABD, Almanya, Avusturya, Azerbaycan,
Başkurdistan, Belçika, Bulgaristan, İspanya, Çekoslavakya (1983),
Çuvaşistan, Finlandiya, Hollanda, İngiltere, İsrail, İsviçre,
Kırgızistan, KKTC, Macaristan, Nahcivan, Özbekistan, Rusya Federasyonu
(SSCB) ve Tataristan’ da ya oyunlar sergilemiş ya varyete şovlarına
çıkmış ya da sirklerde çalışmış.
Süje’nin bu sayısında sayfalarımıza Sermet Erkin’i konuk ettik.
[ Semih
Özcan ] Yıllardır ‘illüzyon’ alanında gösteriler sunuyorsunuz.
Ancak bir de sizin ‘tiyatrocu’ yanınız var. Hem İstanbul Şehir
Tiyatrolarında çalıştınız hem de kendi adınıza tiyatro topluluğu
kurdunuz. Yaptığınız işi nereye koyuyorsunuz? Tiyatrodan büyük oranda
etkilenen ve yararlanan bir sahne sanatı mı iilüzyon ya da bir gösteri
mi? Bunu genel anlamda illüzyonun ‘ne’liği üzerine sorduğum gibi, sizin
yaptığınız işin niteliği üzerine de soruyorum. Yani siz, illüzyona
tiyatroyla yoğurarak farklı bir yapı kazandırıyor musunuz? Örneğin,
gösterileriniz kendi başına bir oyun uzunluğunda sürüyor, dans ve müzik
öğeleri içeriyor. Bir de buna büyük oranda kostüm hatta dekoru da
katarsak… İllüzyon gösterilerinizi bir tiyatro oyunu sunar gibi konu
bütünlüğü içinde mi gerçekleştiriyorsunuz?
[ Sermet
Erkin ] Bu soru bana sizin beni sahnede hiç seyretmemiş olduğunuzu
ispatlıyor. Çünkü gazino ve gece kulüplerinde konuşmadan müzikle yaptığım show çalışmalarının dışında tiyatro salonlarında gerek çocuklara gerek
büyüklere yaptığım gösterilerimin hepsi tiyatro tarzı temsillerdir. 46
yıldır zaman zaman büyüklere ama çoğunlukla çocuklara sunduğum illüzyon
gösterileri aslında illüzyonu aksesuar olarak kullanan tek kişilik
piyeslerdir. Fakat bu gösteriler gerek yerinden gerekse sahneye gelen
seyirciler de içine katılarak oynandığı için tıpkı bir orta oyunu temsili
gibi temelde belli oyunları içermekle beraber her gösteride farklı
espriler, farklı sunumlarla çok değişiklik gösterir. Bunun olması için
dediğiniz gibi dramatik öğelerin yanında dekor, kostüm,ışık ve bilhassa
müzik başlı başına birer faktör olarak temsilin sahneye getirilmesinde
çok önemli rol oynar . Bütün bu detayların hepsi benim meslek bilgime,
tecrübeme, yaratıcılık yanıma bağlı olarak benim düşünüp kurgulayıp
ortaya koyduğum meselelerdir. Sonuç olarak herhangi bir temsilimde
seyircinin sahnede seyrettiği, duyduğu her şey hiç kimsenin katkısı
olmadan benim yaratıcılığımın sonucudur. Buna bir de sunumun artistik
yönünü de eklerseniz işte ancak o zaman ortaya bir gösteri çıkar.
[ Semih
Özcan ]
Neredeyse herkesin, her çocuğun elinde bir akıllı telefon olduğu yani
bilgisayarın anormal boyutlarda insanları tutsak aldığı bir ortam, sizin
çalışmalarınızı etkiliyor mu? İnsanların, özellikle çocukların ilgisi ne
yönde? Bir de sanal dünyanın hemen her konuda kolaylıkla ‘göz boyama’
yaratabildiği bir dünyada, bu ortamı kendinize zorlu bir rakip olarak
gördüğünüz ya da ‘benim yaptığım bunlardan daha gerçek’ dediğiniz oluyor
mu? Bir de bu sanal teknolojiden sizin de yararlandığınız oluyor mu?
[ Sermet
Erkin ] İllüzyon sanatı tamamen insanın duygularına hitap eder. Yani
seyreden herkesin şaşırmasını, gülmesini, heyecanlanmasını
sağlayabilirseniz ancak o zaman başarılı olmuş olursunuz. Yani kızı
kestiğinizde seyirci heyecanlanmıyorsa, nasıl kesildiğini merak etmiyorsa
siz sanatçı olarak nasıl başarılı olursunuz? Dolayısı ile 19.yüzyılda- ki
insanın heyecanlanması, şaşırması ile günümüz insanının tepkileri aslında
aynıdır. Burada marifet temsili seyirciye seyrederken düşünme,
değerlendirme fırsatı bırakmadan sürdürebilmektedir. İşte bu yüzden
illüzyon sanatı seyirciyi etkilemek bakımından en zor sahne sanatıdır.
Tiyatroda seyircinin aktör Hamlet'i oynadığında onun Danimarka Prensi
olmadığını bilerek seyreder. Onun gerçek olmayan prensliğini baştan kabul
etmiştir. Oysa illüzyonisti seyrederken onun hileli bir sanat olduğunu
bilse de, kızın gerçekte kesilmeyeceğini bilse de illüzyonist ona kızı
gerçekten kestiğini kabul ettirmek zorundadır. Seyirci burada bir ikilem
içinde kalır. İllüzyonist eğer onda var olan bu ikilemin sanatı ile önüne
geçebilirse başarılı olur. Bu da bir önceki cevapta söylediğim gibi
gösteri öncesindeki faktörlerin sahneye gelip kullanılması ve sunulmasına
bağlıdır. Ayrıca bütün bunlar tek bir kişinin bilgi ve kabiliyetine
bağlıdır. O yüzden illüzyon tartışmasız en zor sahne sanatıdır. Tiyatroda
bir piyes metin yazarı, rejisör, dekoratör, desinatör vs. gibi çeşitli
meslekleri bir araya toplar, illüzyonda bu meslekler tek kişide toplanmak
zorundadır. Sadece zaman içinde sahne için gerekli olan dekor, aksesuar
gibi malzemelerin yapısı çağa ayak uydurur. Örneğin müzikler ilk
temsillerimde makara banttan verilirken, daha sonra kasetlerden verilir
oldu. Sonra CDler kullanılmaya başlandı. Şimdi flash bellek kullanılıyor.
Teknoloji illüzyona bu şekilde ayak uydurmakta.
[ Semih
Özcan ]
Her ne değin ‘illüzyon’ her kesime seslenen bir sahne sanatı olduğu
halde özellikle ülkemizde ana izleyici tabanı olarak çocuklar seçiliyor.
Örneğin siz de gösteri duyurularınızda ‘çocuklar ve kendini çocuk
hissedenler’e sesleniyorsunuz. Oysa içinde gizem barındıran bir gösteriye
her kesimin ilgisi yoğun olur. Bunun nedeni ne? Çocuklar daha rahat mı
kandırılabiliyor yoksa onların düş evrenlerinin daha büyük ve gelişmiş
olmasından mı kaynaklanıyor? Aksine onlar düş güçleri hatta sorgulayıcı
olmaları nedeniyle sizi daha mı iyi anlıyorlar? Ya da tümüyle ticari
kaygılar mı ağır basıyor? Niye çocuklar?
[ Sermet
Erkin ] İllüzyon sanatı sizin de söylediğiniz gibi her yaştan, her
kültürden, her dilden seyirciye hitap edebilen ortak değerleri olan bir
sanattır. Tıpkı sirk gibidir. Ben de tiyatro salonlarında temsil vermeye
başladığım ilk yıllarda daima yetişkin seyirciye hitap eden gösteriler
hazırlıyordum. Bunu yıllarca da sürdürdüm. O zamanlar gündüz matinede
çocuklara onların düzeyinde ayrı temsil verirdim. Sonra televizyonda
büyük programlarından çok çocuk programlarına çıkardım. Üniversite de
felsefe ile birlikte pedagoji de okumuştum. Kendime has bir oyun tarzım
da olduğu için açıkçası bir de gece temsilleri geniş kadrolu olduğundan
daha çok dert barındırır, bu sebeple bir süre sonra sadece çocuklara
yöneldim. Ayrıca çocuklara temsil vermek büyüklerden daha zordur.
Çocuklar akıllarından geçen her şeyi rahatça söylerler buna rağmen ben
çocukları hem çok seviyorum hem de onları çok eğlendirebiliyorum. O
yüzden kendi tarzımla senelerdir özellikle çocuk gösterisi yapıyorum,
fakat inanın gelen hiç bir büyüğün de "sıkıldım" dediğine hiç
rastlamadım.
[ Semih
Özcan ] Türkiye’de illüzyon denince yıllardır akla ilk gelen
isim Zati Sungur’dur. Siz de onun öğrencisi oldunuz, onun sayesinde bu
işe girip onun geleneğini sürdürüyorsunuz? Zati Sungur yıllardır
dillerden düşmeyen efsaneler de yaratmıştır. Ne derece doğru bilemem ama
örneğin ben halk ağzında onunla ilgili çok söylenti duydum; ‘berbere
gidip traş etmesi için kafasını çıkarıp berberin önüne koyması’ gibi. Ve
Zati Sungur’un etkisi tüm Türk toplumunda vardı. Yukarıdaki soruya biraz
da bu nedenle sordum, son yıllarda illüzyon gösterisi, çocuklara yönelik
oldu. Onun öğrencisi ve onu yakından tanıyan bir kişi olarak; Zati
Sungur’dan günümüze illüzyon alanında ne gibi değişikler oldu?
Teknolojinin bu kadar gelişmediği o dönemler daha mı yaratıcılık
gerektiriyordu örneğin? Bir de; Zati Sungur bildiklerini size aktarırken
nasıl bir yol izlerdi? Yani tüm bildiklerini hemen size aktarır mıydı
yoksa sizi zora koşar, sizin bulmanızı mı isterdi? Onunla ilgili neler
anlatabilirsiniz? Ve..sizin de, adınızla özdeşleşmiş, kendinize özgü
çalışmalarınız oldu mu? Neler örneğin?
[ Sermet
Erkin ] Bu cevabı çok uzun bir soru ama ben mümkün olduğu kadar ve kısa
cevaplamaya çalışacağım. Çünkü yakında araştırmacı-yazar Ümit Çetin'in
yazmakta olduğu bir kitap çıkacak. Bu başlıklar zaten orada uzun uzun
olacak. Sungur başlıbaşına bir konu. Onun hakkında dediğiniz gibi
günümüze kadar gelmiş pek çok efsanevi hikayeler vardır.Bunların bir
ikisinin dışında hepsi halkın muhayyellesinin ürünüdür. Halk Nasrettin
Hoca, Bektaşi gibi Zati Sungur'u da benimsediği için pek çok hikaye
oluşturmuştur. Zati Sungur da ben de bir başkası da temelde ilk bulunan
oyunların günümüz endüstriyel malzemeleri ile imal edilmiş şekillerini
kullanırız. Buluşlar üzerinde pek fazla değişiklik olmamış ama zaman
içinde kuşlarla, iskambillerle temel bilgilerin geliştirilmesi ile
branşlar doğmuştur. Burada illüzyonu yapan buluşlar ise de onu sanat
yapan sahnedeki sunumdur. Dolayısı ile teknoloji daha çok bu sunum
tarafında değişiklik göstermeye yaramaktadır. Zati Sungur ile benim
öğrenciliğime gelince, bu Zati Beyin yıllar sonra bana bir fotoğrafını
imzalarken ortaya koyduğu bir tanımdır. Çünkü ben onu bir öğrenci olmak
isteği ile tanımadım.Bir tesadüf bizi karşılaştırdı, zaman içinde
yakınlığımız bir dede torun ilişkisine dönüştü ve ben illüzyonu önceleri
farkında olmadan öğrenmeye başladım. Zaman içinde gitgide daha çok
severek ,sarılarak öğrendim. Öğrenme metodu diye bir sistem içinde
olmadığımız için bir şeyi bazen birlikte bir malzemeyi ararken tesadüfen,
bazen isteyerek, bazen birlikte seyrettiğimiz film sırasında, bazen
birtakım malzemeyi imal ederken, bazen boyarken yani kısaca her an her
şekilde ama zaman içinde öğrenmiş oldum. Bu da 1965 ten 84'e tam yirmi
yıl gibi uzun bir sürede oldu.
[ Semih
Özcan ] Özellikle eskilerden; çok geniş ve önemli bir dost,
tanıdık çevreniz var. Düşünüyor musunuz bilmiyorum ama anılarınızı
yazsanız Türk sanat tarihine çok önemli katkıları olacağı kesin. Vasfi
Rıza Zobu; Toto Karaca, Abdullah Yüce,Gülriz Sururi, Engin Cezzar, Necdet
Mahfi Ayral, Tevhid Bilge, Adile Naşit, Bedia Muvahhit, Müzeyyen Senar,
Safiye Ayla’ya varana dek çok geniş ve önemli bir çevre.. Olur olmaz her
yerde ve sık sık sorulduğu için hiç sevmediğim bir sorudur ama burada
durum farklı. Bu değerlerle yaşadığınız, unutamadığınız, yarına kalmalı
diyebileceğiniz anılarınız var mı?
[ Sermet
Erkin ] Türkiye’nin sanatlarında yıldız isim olmuş pek çok insan tanıdım.
Bunlar içinde Safiye Ayla, Zati Sungur, Suzan Yakar, Muzaffer Akgün, Jeyan Mahfi Tözüm gibi pek çok sanatçı ile aile bağı gibi bir yakınlığım
olmuştur. Bu isimlerle o kadar çok şey yaşadım ki bunları ancak bir kitap
yazarsam anlatabilirim. Hepsi ile ayrı bir anım var. Hepsi ile ortak olan
şey onların beni çok sevip bana değer vermeleridir. Mesela Safiye Ayla
benim bir sözümü iki etmeden on sene sonra tekrar sahneye çıkmıştır. Hele
Zati Bey ve hanımı ile çok anım var.
Ben bu anıları bendeki fotoğraflarla
birleştirerek Atlas Tarih dergisinde yazıyorum. Bu ayki sayıda Feridun Karakaya'yı anlatacaktım fakat Celal Şahin'i kaybedince onu yazmak
istedim. Çok kişi tanıdım, o insanların yakını oldum bu her kula nasip
olamayacak büyük bir şans olduğu kadar, hepsinden öğrendiğim pek çok şey
ile birlikte onların, benim sanatçı kişiliğimin oluşmasında ve benim
bugünkü sanat seviyeme gelmemde çok önemli rolleri olduğunu düşünürüm.
[ Semih
Özcan ] Zati Sungur’dan günümüze Türkiye’deki illüzyonun
durumunu sormuştum az önce; şimdi de yurtdışına bakalım. Houdini’den
David Cooperfield’e gelene dek olumlu ya da olumsuz ne değişti? Özellikle
Cooperfield’in tekniği dev bütçelerle alabildiğine kullandığını
biliyorum. Örneğin; havada uçma ya da yürüme gösterilerinde belirli renk,
ışık altında görünmeyen özel alaşımlardan yapılma madeni ip kullanıyor.
Houdini’de sanki özel bir yaratıcılık hatta performans var gibi geliyor
bana. Özellikle su altında kilitli kafeslerden kurtulma gösterisinde.
Teknik hilelerin günümüzde çok kullanılması illüzyonun yaratıcılık yani
sanat yönünü bozmuyor mu? Ya da aksine olumlu mu oluyor?
[ Sermet
Erkin ] İllüzyon sanatındaki ilk prensip bir oyunu seyrettiğinde,
seyircinin aklına gelecek ilk çözümü ve bütün çözümlerin dışında bir
teknik uygulayabilmektir. Bu işin daha başlangıçtaki en zor şeydir. Siz
uçma oyununa kendinize göre veya şurdan burdan edindiğiniz bilgiyle bir
sebep söylüyorsunuz. Oysa o oyunda illüzyonist seyircilerin aklına
gelecek ilk çözüm olan ipe karşı uçurduğu kişinin bedenini sağlam bir
çemberin içinden geçirmiştir. Seyirci genelde bir sonuca vararak mutlu
olur. Bu yüzden kendi inancını yıkmamak için diğer detaylara dikkat
etmez. Oysa ki bir illüzyonisti her kültürden insan seyredecektir şu
halde onun başarısı hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir prensibi
bulabilmekte saklıdır.Öyle oyunlar vardır ki acemi illüzyonistlerin
rüyalarına girer.Bu da tamamen mesleği sevmek ona maddi manevi yatırım
yapmakla olur. Biz de ise bu işi uygulamak isteyenler daima işin kolayına
kaçarak az emekle çok şey başarma yoluna gitmek istedikleri için sonuç
sanat adına hüsran olmuştur. Türk illüzyon sanatı başlangıçta Zati
Sungur'u sonrasında birbirlerini taklit ederek yürümüştür. Yanısıra hemen
bütün illüzyon uygulayıcıları -bir ikisi dışında- kendilerini medyum, fal
bilgini, manyezitör, doktor vs tanımlarla gösterip geleceği bilmek,
geçmişi gelecekle birleştirmek türünden gösteriler sunmuşlardır. Bu
bakımdan bizim batıda ki seviyeye ne yazık ki ulaşmamız mümkün
olamamıştır. Batıda bir oyunun çeşit çeşit sunumu varken bizde herkes
birbirini taklit etmekle yetindiği için gelişme görülememiştir.
Burada
sorduğunuz Houdini de başlangıçta, iskambil, para vb malzemelerle klasik
tarzda çalışırken, kendini farklılaştırmak için o güne kadar hiç
denenmemiş bir tarzı bularak onun üzerinde yürüyüp dünya çapında
olmuştur. Aynı şey diğerleri için de geçerlidir. Zira sanatına farklılık
getiremeyip, kendine has olamayan sanatçı yarınlara kalamaz. Bugün
Hamiyet Yüceses'i hatırlıyor, özlemle, takdirle, yad ediyorsak bu onun
her eseri kendine has yorumla okumuş olmasından kaynaklıdır. Taklit
etmeyen sanatçı zaten kesinlikle taklit edilemez sanat gücüne sahiptir. O
da onun uzun yıllar sahnede durup, ardından bir isim bırakmasını sağlar.
Ben Zati Sungur'un öğrencisiyim ama asla onu hiç bir oyununun hiç bir
yönüyle taklit etmiş değilimdir. Bu gerçek olmasaydı, kendime has bir
tarzım olmasaydı, kırk altı yıl sahnede durup, koskoca salonları
"biletli" seyirci ile doldurmam mümkün olabilir miydi?