‘’AVNİ HER TÜRLÜ MÜLKİYETE
KARŞIDIR. ‘MÜLK’İYELİ OLAMAZ’’
Her ne değin İsmet İnönü, siyasal literatürümüze ‘kuyudan adam çıkarmak’
deyimini sokmuşsa da, ‘Türk Siyasal Tarihi’ kuyuya itilen insanların
tarihidir.
İsmail Cem, 12 Mart sonrasındaki ilk Ecevit hükümetinde TRT genel
müdürlüğüne getirilmişti. Ve TRT’nin görüp göreceği en önemli, en
tarafsız tek genel müdürü olarak da tarihteki yerini aldı. Onun döneminde
TRT ilk kez Avrupa ölçülerinde bir habercilik ve TV yayıncılığına ulaştı.
Bağımsız, nesnel haberciliğin yanı sıra, onun döneminin TRT’sinde
izleyiciler Türk ve Dünya edebiyatının seçkin örneklerini, Türk ve Dünya
sinemasının en kaliteli filmlerini izleme olanağı buldular. Tiyatro da hiçbir dönemde olmadığı kadar onun döneminde yakın ilgi ve destek
gördü. Ancak hemen ardından gelen "Birinci Milliyetçi Cephe" hükümetinin başbakanı Demirel’in
iktidara gelir gelmez yaptığı ilk iş İsmail Cem’i kuyuya itmek oldu.
Üstelik itmekle de kalmadı, kuyunun ağzını sıkıca bir ‘taş’la da kapattı:
Şaban Karataş.
Geçen ay Şaban Karataş’ın ölüm haberini duyduğumda aklıma ilk o günler
geldi. Bugünkü kuşağın kuşkusuz tanımadığı, bilinmeyen bir isim olarak
dünyamızdan ayrılan Şaban Karataş, 1976-77 döneminin en renkli
simalarından biriydi.
İsmail Cem’in genel müdürlükten ayrılması tamamen hukuk dışı, yasalara
aykırı gerçekleştirilen bir işlemdi. Ve karşısında , TRT’nin içinden de
olmak üzere, geniş bir muhalif kesim buldu. Şaban Karataş’ı hiç kimse
tanımıyordu, genel müdürlüğünü kabul etmiyordu. Mahkemeler de tanımadı.
Danıştay, ki o zamanlar Danıştay şimdiki gibi sembolik değil, sözü geçmek
zorunda olan bir idare mahkemesiydi, ilk aşamada Cem’in görevden
alınmasını durdurduğu gibi, Karataş’ın atanma kararnamesini de iptal
etmişti. Bununla da yetinmemiş, Karataş’ın kurum içinde yaptığı atamaları
da durdurmuştu. Uzun süre direnmeye çalışan Demirel, sonunda pes etmek
zorunda kalmış ama ‘taş’ tan vazgeçmemişti. Bu kez de TRT’nin başına
Nevzat Yalçıntaş’ı oturtmuştu.
İsmail Cem daha fazla uğraşmayıp işin peşini bırakınca, Yalçıntaş TRT’nin
başında genel müdür olarak kaldı
Karataş’ın genel müdürlüğüne herkes karşıydı demiştim, mahkemeler bile.
Ölümüyle aklıma o dönemin oldukça ‘komik’ anısı geldi.
Dönemin en çok satan, en popüler mizah dergisi Gırgır, bu hukuksuz
atamayı eleştirmek amacıyla bir karikatür yayınlar. Karataş’ı iktidarın
kuklası olarak çizer ve üstüne de ‘TRT Genel Müdürü Şaban Karataş’ yazar.
Karataş anında mahkemeye verir dergiyi ve çizerini ve şahsına karşı ağır
hakaret edildiğini söyler. Mahkeme öyle bir karar verir ki, karikatürden
daha mizah yüklüdür ve yüzlerde gülümsemeler yaratır.
Mahkeme Karataş’ın davasını geri çevirir, gerekçe olarak da hakaret
edilmemiştir falan da demez. Aksine hakareti mahkeme de kabul etmiştir.
Ancak davanın red nedeni kararda aynen şu sözlerle açıklanır:
‘’Söz konusu karikatürdeki hakaret, kişi olarak Şaban Karataş’a değil,
TRT Genel Müdürü Şaban Karataş’a edilmiştir. Siz şu an hukuken TRT genel
müdürü olmadığınız için şahsınıza yönelik bir hakaret söz konusu
değildir.’’
Evet, karar aynen bu sözlerle açıklandı.
Gırgır dergisi o dönemler dediğim gibi, Türkiye’nin en çok satan ve en
popüler olan mizah dergisiydi. Aynı zamanda dünyanın da en çok okunan ve
satan üçüncü büyük dergisiydi, mizah dergileri içinde de Krokodil’den (
Sovyetler Birliği'nde döneminde yayınlanan bir dergi)
sonra ikinci. Daha yayın dünyasına girer girmez 400 bin net satış
grafiğine yükselmiş, gittikçe bu sayıyı da aşmıştı.
12 Eylül’ün hemen öncesinde okulda yıllardır yapılmayan Mülkiye’nin
geleneksel ‘İnek Bayramı’nı düzenlemiştik. Konuklardan biri de Gırgır
dergisinin yaratıcısı ve genel yayın yönetmeni Oğuz Aral’dı. Aral geldi,
büyük amfide öğrencilere yönelik bir konuşma yaptı ve soruları yanıtladı.
Konuşma sonrasında da şölenin düzenleme komitesi olarak onu Kuğulu
Park’ta ağırladık. Saatler süren bir sohbetimiz de orada oldu.
Okuldaki konuşmasında kendi yaşamı, Gırgır ve yarattığı Avni tiplemesiyle
ilgili sorulan her soruyu yanıtlarken, o sıralarda gazetecilik yaşamına
yeni başlayan sınıf arkadaşım Sedat (Ergin) söz isteyip hem öğrenci hem
de gazeteci sıfatıyla bir soru sordu:
- ‘’Avni’yi Mülkiyeli olarak çizseydiniz nasıl çizerdiniz? ‘’
Yanıt tüm amfiyi kahkahalara boğar:
- ‘’Avni her türlü mülkiyete karşıdır. ‘Mülk’iyeli olamaz.’’
Dediğim gibi toplantı bitiminde Kuğulu Park’a gittik. Bir yandan
biralarımızı içerken, bir yandan da Gırgır ve mizah dünyası üzerine derin
bir sohbete girdik. Orada, Oğuz Aral’la Cumhuriyet gazetesi arasında
oldukça kökü eskilere dayanan derin bir kavganın ve küslüğün olduğunu
gördük. Sohbetin ilk başlarında Avni’nin ortaya çıkış sürecini ve artık
tüm yaşamına onun girdiğini, Avni’nin dışında özel yaşamı kalmadığından
dem vuran Aral, söz Gırgır’ın doğuşuna gelince içini döktü.
Kafasında ilk Gırgır projesi uyandığında, tasarıları ve ilk çizgi ve
hazırlıklarıyla Cumhuriyet’in kapısını çalar Oğuz Aral. Ancak, Cumhuriyet
onu ciddiye almaz. Almadığı gibi, o zamanlar gazetede etkin olan Tan Oral
ve çevresi, ‘yazı balonlarına, yazıya dayanan’ karikatür anlayışına karşı
olduklarını, böyle bir çizgi anlayışını sanat olarak görmediklerini de
belirtirler. Bunun üzerine Günaydın gazetesine gider Oğuz Aral. Onlar
önce gazete içinde yarım sayfalık bir alan ayırırlar, tutunca tam sayfaya
çıkarırlar. Ardından da bağımsız bir dergiye dönüştürürler ve Gırgır
dünyanın sayılı dergileri arasına girer.
Ve o günden ölümüne dek Oğuz Aral’ın Cumhuriyet’e olan küskünlüğü ve
karşıtlığı dinmez. Hatta bu karşılıklı çekişme Türk Mizahında bir süre
‘yazılı- yazısız karikatür’ tartışmasını doğurur. Her iki kesimin
tarafları da uzun bir süre birbirini tanımaz, yaptıkları işi sanat olarak
görmez. Aral’a göre hele ‘kara mizah’ kesinlikle mizah değildir. Sonuçta,
yıllarca süren bu tartışmanın kökeni, işte Gırgır ilk doğum sürecinde
anlattığım nedenle başlar.
Yıllarca Gırgır’la Cumhuriyet arasında bu anlamsız çekişme ve tartışma
sürmüştür ama Gırgır mizah dünyamıza çok önemli isimler kazandırmış, her
biri günümüzde ‘ustalık’ düzeyine ulaşmış değerler yaratmıştır. Bu
anlamıyla bir dergiden çok mizah ve özellikle de karikatür alanında bir
‘okul’ işlevi görmüştür. Bu isimler arasında tanıdığım çok kişi var ama
özellikle de üçünün adını anmadan geçemeyeceğim. İlki, size daha önce
Sivas Katliamını anlatırken sözünü ettiğim, katliamda yitirdiğimiz yakın
arkadaşım, sevgili dostum Asaf Koçak. Ve Ankara’dan yine yakın arkadaşım,
özellikle ‘arandığım’ ve bu nedenle de geceleri kalacak yer sorunum
olduğu dönemlerde, sık sık gecenin bir yarısı evine damladığım, büyük
iyilik ve dostluğunu gördüğüm Cumhur Gazioğlu ve yine Ankara’da
Mülkiye’de açtığı bir sergide tanıma olanağı bulduğum ve sanatını ve
kişiliğini çok sevdiğim sevgili Avni Odabaşı. Bu üç isim de mizah
güçlerini dünya çapında saygın bir ada dönüştüren, Türk Mizahının önemli
kilometre taşlarındandır.
Elimde şu an Can’ın, Can Dündar’ın bir kitabı var: ‘Yakamdaki Yüzler.’
Uzun yıllar editörü olarak çalıştığım İmge’den, İmge Kitabevi
yayınlarından çıkmış bir kitap. Can Dündar burada tanıdığı ya da sevdiği
kişilerden ölenlerin ardından yazdığı yazıları derlemiş. Kitabı ilk
çıktığında zaten okumuştum, sizlere bu yazıyı yazarken yeniden bir göz
attım, daha önce uzun süre kendisiyle birlikte çalıştığım için ortak
anılarımızı, tanıdıklarımıza bakmak için..
Ve kuşkusuz en önemli ortak tanıdığımız ve birçok ortak anılarımız olan
kişi sevgili Nihat Subaşı’ydı. Nihat Subaşı bizim derginin yani YANKI’nın
genel yayın danışmanıydı. Ama kendisi geçmişin o en önemli
gazetelerinden, Ulus’ta gazetecilik yapmış duayen bir isimdi.Ulus’un
yazıişleri müdürüydü. Can’ın da söylediği gibi, büronun koridorunda bütün
gün volta atar, hem bizi denetip gözetler ama hem de gözetir, her
sorunumuzda yanımızda olurdu. (Ben bir ara izinsiz İzmir’e tüydüğüm işten
atılmıştım, Kışlalı’ya gidip dil döküp beni yeniden işe aldırmıştı
örneğin.) Bu arada Bülent Ecevit’i Ulus’a aldırıp onu gazeteciliğe
başlatan kişinin de Nihat hoca olduğunu vurgulayayım. İlginç bir
rastlantı Ecevit de benim gibi işe tiyatro ve sanat yazılarıyla başlamış…
Kızdığı ya da sevdiği zaman ağzından çıkan her söze ‘ulan kerata’yla
başlardı. Bir gün işe oldukça geç kaldım, on buçuğu bulmuştu işe
geldiğimde. Normalde saat dokuzda büroda olmamız gerekiyor. ‘Nerdesin
ulan? ‘ diye dikildi karşımda. O sırada, Cumhuriyet gazetesi de
karşımızda ve ben sık sık kimi zaman oradaki arkadaşlarla sohbete kimi
zaman da haber alışverişine ve arşiv taramasına sık sık oraya giderdim.
Orada, Uğur Mumcu aklıma geldi. Mumcu her gün öğlenleri gazeteye gelir,
yazısını bırakır ya da orada yazar, bir-iki saat kalır, çeker giderdi.
Aklıma o geldi. ‘Sabahın köründe niye geleyim yaa? Bak, karşıda Uğur
Mumcu geliyor mu? Adam her gün bir iki saatliğine uğruyor, yazısını
bırakıp gidiyor.’’ Köpürdü: ‘’Ulan kerata, kendini Uğur Mumcu’yla bir mi
tutuyorsun?’’ Ben de adamı delirteceğim ya, yapıştırdım cevabı: ‘’Neyim
eksik? Siz bana o olanağı verin bak ben ne yazılar döşerim?’’ ‘’Geç
yerine, kerata. Ukalâ!’’ Geçtim yerime.
Ama bu olay benim kafama yattı, işin peşini bırakmadım. Malum çoğu kez
akşamdan kalma olduğum için sabahları erken kalkmak zor geliyordu, acilen
buna bir çözüm bulmalıydım. Buldum.
Her ne değin sonraları ekonomi ve daha da sonra siyasal gelişmeler de
eklendiyse de genelde sanat ağırlıklı yazdığım için zaten haber
kaynaklarım ve röportaj yapabileceğim kesim yakın tanıdıklarım,
arkadaşlarımdan oluşuyordu. Yeni tanıştıklarım için de fark etmez,
insanlarla rahat diyalog, ilişki kurabilen bir yapım vardır. Soruna hemen
bir çözüm buldum. Kafamda hazırladığım yazılara hemen tanıdık tayfadan
üçer beşer röportaj da yaratıyor, röportajlar için de akşamları yemek ya
da içki sofraları planlıyordum. Diyelim ki sizinle bir röportaj
yapacağım, hemen telefon açıp, bu akşam Mülkiye’ye (ya da bir başka
mekana) gel, hem bir iki tek atarız hem de biraz laflarız, diyorum.
Böylelikle ben bütün röportajlarımı dost sohbetlerinde yapmaya başladım.
Akşam işten çıkarken de, ‘yarın sabah falan feşmekânla röportajım var,
öğleye anca gelirim’ diyordum. Röportaj ve yazıyı akşamdan kotardığım
için de sabah erken kalkma derdinden kurtulmuş oldum böylece. Daha sonra
sanırım bunu anladılar ama ses çıkarmadılar çünkü gerçekten de çalışma
düzeyimi 4-5 katına çıkarmış, ardı ardına yazılar, röportajlar
yaratıyordum. Hatta bu röportajların tüm günümü kapladığı yani Mumcu
gibi dergiye sadece yazılarımı bırakmak için uğradığım dönemler de oldu.
Bu yaptığım biraz üçkağıtçılık gibi gözüküyor belki ama değil. Aksine
şunu anlatmaya ve kanıtlamaya çalıştım, ki sadece basın değil daha
sonraki yayıncılık alanında da aynı görüşü inatla savundum, basın gibi,
yayıncılık gibi işler mesai işi değildir, yani sizin çalışma süreniz 8
saat değil, 24 saattir aslında. Gecenin bir yarısında son derece önemli
bir gelişme olsa, ‘yok kardeşim, benim mesaim bitti, bakamam’ mı
diyeceksiniz. Basın alanında mesai kavramını kaldırdım, gerçekten de 24
saat çalışmaya başladım. Ardı ardına haberler geçiyordum. Yayıncılıkta da
mesaiye hiç uymadım ama her gün sabahlara dek evimde işimle ilgilenerek,
mesai usulü çalışsam belki en fazla haftada iki kitaba bakabilecekken,
kendi çalışma yöntemimle her hafta her biri birer tuğla kalınlığında en
az sekiz kitap yayınlıyordum. Dediği gibi benim çalışma anlayışımda mesai
24 saattir.
Can Dündar kitabında Nihat Subaşı’nın Ulus’taki bir anısını anlatmış.
İnönü’nün ünlü ‘sizi ben bile kurtaramam’ sözünü manşet yaptıklarında
sabahın köründe gazeteyi toplamaya gelen polisleri ‘henüz gazete basıldı,
bir-iki saat sonra gelin’ diye atlatıp, anında kendi olanaklarıyla hızla
tüm Türkiye’ye nasıl dağıttıklarını anlatmış. Nihat hocayla ilgili bir
anı da ben anlatayım.
12 Eylül’ün ardından Amerika Türkiye’ye ilk ziyareti yapacak. Dönemin
dışişleri bakanı Haig Türkiye’ye gelecek. 12 Eylülcülere ilk ABD ziyareti
önemli tabi ki. Bütün basın işin peşinde, biz de. Ancak haftalık bir
haber dergisi olduğumuz için kimi handikaplarımız var. Dergi Cuma gecesi
baskıya giriyor, Pazar günü Ankara, pazartesi günü de tüm Türkiye’ye
dağılmış oluyor. Hafta sonu baskıya girdiğimiz için zorunlu olarak bazı
gelişmeleri önceden ‘öngörmek’, yazı ve haberleri ona göre ayarlamak
gerekiyor. Bu da riskli bir iş. Haig olayında da öyle oldu. Biz baskıya
Cuma gecesi giriyoruz, adam pazartesi sabaha karşı gelecek. Doğal olarak,
nasılsa gelecek diye tüm hazırlıklarımızı, yazılarımızı buna göre yaptık.
Dahası adamın bir fotoğrafını da kapağa alıp, üstüne de yazdık:’ Haig
Türkiye’de..’
Ve son dakika gelişmesi yaşandı, adam gelmedi. Ziyaret iptal. Biz o
kapakla çıktığımızla kaldık.
Anlattık. ‘’Hocam, Haig Türkiye’ye gelecekti ve biz de bunu kapak yaptık
ya..’’ ‘’eeee..?’’’ ‘’eee’si, son dakikada ziyaret iptal edildi, gelmedi,
rezil olduk.’’
Dergiyi şöyle bir eline aldı, bir süre kapağa baktı, sonra da gülümseyen
bir kızgınlıkla, elindeki dergiyi masalardan birinin üzerine attı:
‘’Hiçbir şey olmadık. Gelseydi pezevenk.’’
***
Can’ın kitabında bir diğer benim için önemli isim, Bahri hoca. Bahri
Savcı.
Bahri Savcı ilk Anayasa Hukuku hocamdı okulda. Daha sonra Mümtaz Soysal
oldu. Bahri hocayla Mümtaz hoca arasında bence önemli bir fark var. Bahri
hoca anayasaya bakış konusunda daha radikal. Özellikle 12 Mart ve 12
Eylül gibi faşist dönemlerde anayasaların rafa kaldırıldığı, bu nedenle
anayasal hak arama yoluyla bir sonuca ulaşamayacağını savunur. Bunu
kişisel olarak yaptığım sohbetlerden biliyorum. Mümtaz hoca ise her
koşulda anayasanın zorlanması, sonuna dek hukuki süreçlerin
kullanılmasından yana bir kişi. O daha anayasacı. Bahri Savcı bu konuda
radikal olmakta haklı da. 12 Eylül, emekliliğine 4 ay kala, bekleyemedi,
onu işinden attı, 1402’yle. Atıldıktan kısa bir süre sonra da öldü. Onun
atılması ve ölümünün ardından dersi Mümtaz hoca yüklendi.
Mümtaz hoca anayasa konusunda daha ‘ılımlı’ gözükse de, derslerdeki ve
okuldaki tavrı son derece radikaldi. Açıkçası, Mümtaz hoca denince benim
aklıma önce ‘cesaret’ geliyor. Okulumuzun olduğu Cebeci, ortada bir ada
gibidir. Dört bir yanımız faşistlerin elinde olduğu bölgelerle çevrili.
Bir tek bizim Cebeci var sağlam. Bu nedenle örneğin Kızılay’a giderken,
yayan gitmez, mutlaka arabalara binerdik, başımıza bir iş gelmesin diye.
Aynı şekilde, Dikimevi’ne de kolay kolay yalnız başımıza gidemezdik. Bir
gün, postanede bir işim nedeniyle zorunlu olarak Dikimevi’ne gittim,
kenardan köşeden, sağıma soluma bakınarak, hani biraz da tırsarak. Bir
baktım, yolun tam ortasında, aslanlar gibi, elini kolunu sallaya sallaya
Mümtaz hoca gidiyor Dikimevi yönüne. Ki o günler arka arkaya birçok
üniversite hocasının, aydının öldürüldüğü günler. Adamın hiç umurunda
değil.
Mümtaz hocayla ilgili hemen her yerde anlattığım ve daha önce de başka
bir yazımda yazdığım bir anı var ki onu burada da anlatmamak ayıp olur.
1980 yılının 12 Mart’ı. Okul boykotta. Kimse derslere girmiyor ama Mümtaz
hocanın dersine aksine hepimiz girdik. Büyük amfi ful dolu, ayakta bile
yer bulmanın olanağı yok. 12 Mart’ta okulumuzda dekandı ya, o günleri,
anılarını anlattıracağız.
Kürsüye çıktı, içimizde bir arkadaş anılarını anlatmasını istedi. ‘Tamam’
dedi, başladı anlatmaya :
"12 Mart olmuş, arka arkaya herkes içeri alınıyordu. Baskı, inanılmaz
boyutlardaydı. Dışarıda adam bırakma niyetleri yoktu. Yine bir gün
kürsüye çıktım, ancak ders anlatmaya başlamadan, öğrencilerimi uyarma
gereği duydum. Hem içeri alınmalar çok büyük boyutlardaydı, onları
düşündüğüm için hem de dekan olduğum için biraz da onun getirdiği uyarma
görevi nedeniyle, ben çocuklara durumu anlatmaya çalıştım. Aman çok
dikkatli olun, attığınız her adıma dikkat edin. Yoksa…
….tam ‘yoksa’ dedim, kapı açıldı, fakülte sekteri göründü ‘hocam
geldiler’ dedi. Zaten bekliyorduk. Sekreterle birlikte içeriye ikişer
polisle asker girdi. Sınıfta kelepçeyi taktılar. Kapıdan çıkarken son kez
çocuklara döndüm, kelepçeli elimi gösterdim… ‘yoksa işte böyle olur.’ ‘’
Hoca bir süre daha anılarını anlattıktan sonra yavaş yavaş ders moduna
girdi. İngiliz demokrasisini anlatıyor ama aslında dönemle ilgili güzel
konuları işliyor. Örneğin ‘’İngiltere’de de siz sarayın önünde kraliçeyi
protesto edip, gösteri yaptığınızda hemen çevrenizi polisler sarar. Ama
sizi dağıtmak için değil, sizi başka grupların saldırılarından korumak
için yapar bunu. Size karışmaz. Dilediğiniz gösteriyi özgürce
yapabilirsiniz.’’
Bunun üzerine bizden bir aklı evvel kalktı, Mümtaz hocaya diklenecek oldu:
‘’ Yaaa hocam, biz buraya sizden anılarınızı anlatmanız için geldik. Siz
hemen derse girdiniz.’’
Mümtaz hoca anında susturdu o kişiyi. ‘Sen benim ne anlattığımı
sanıyorsun. Size İngiliz demokrasisini anlatıyorum çünkü yıllardır
anlattıkları gibi bu ülkede burjuva demokrasisinin olmadığını söylemek
istiyorum. Sen benden bugün için 12 Mart’ı anlatmamı istiyorsan hiç
boşuna bekleme, anlatmayacağım. Çünkü ben size sadece bugün değil, her
gün 12 Mart’ı anlatacağım. 12 Mart bu ülkede ne zaman bitti ki bugünle
sınırlayayım. Bu ülkede her gün 12 Mart.’’
Mümtaz hocanın içeri alınma ve tutuklanma nedeni, yazdığı ‘Anayasaya
Giriş’ kitabında komünizm propagandası yapmaktı. 6 yıl 8 ay hapsi istenen
hocanın bu kitabı bizim dönemimizde de ders kitabımız oldu.
Mümtaz hoca tutuklandığında TRT’den Sevgi Sabuncu ile evlilik
hazırlıkları yapıyordu. İçerde evlendiler. Evlendikten 3 hafta sonra da
Sevgi Sabuncu da tutuklandı. Ardından da Adana’ya sürüldü. Üç yıl sonra
kanserden öldüğünde, Türk Edebiyatına dev bir 12 Mart külliyatı, dev bir
Sevgi Soysal adı kazınmıştı.