İnsanın özüne yabancılaşarak nesneleşmesinin, en eski çağlardan beri
süregelen, madde dini adını verdiğim bir kültün pençesinde geliştiğini
çok açık belirtileriyle biliyoruz artık. Dün köleci sistemde ve
derebeylik sisteminde, insan üzerinde korkunç ve ayırt edilmesi çok güç
bir egemenlik kuran madde, anamalcı (kapitalist) sistemde iyice pekişmiş,
yabancılaşmayı görülmemiş boyutlarda artırmıştır. Tek ayrım, nesneleşmiş
kişilerin kendilerini özgür sanmalarıdır. Çağdaş kölelik böylesine yaman
ve etkili bir tasma sunmuştur bireylere.
‘’İçinde yaşadığımız Batı kültüründe sinemaların, radyoların,
televizyonların, spor olaylarının ve gazetelerin (günümüzde akıllı cep
telefonlarının ve tablet bilgisayarların, sosyal medyanın,
K.K.) yalnızca
dört hafta için bulunmadığını düşünelim. Bu büyük kaçış yolları
kapanınca, kendi olanaklarıyla baş başa kalan insanlar ne yapacaklardır?
Hiç kuşkum yok ki, bu denli kısa bir sürede bile binlerce kişi sinir
bunalımı geçirecek, daha çok sayıdaki insan da klinik anlamda nevrozlu
denen durumdan pek de değişik olmayan korkunç bir huzursuzluğa
kaptıracaktır kendisini. Toplumun dokusuna işleyen sakatlığı yatıştırmak
için, verilen uyuşturucu kesildiği anda hastalık bütün belirtileriyle
dökülecektir ortaya,’’ diyor Erich Fromm.
Yabancılaşmanın niteliğini saptamak, çürümeyi tersine çevirerek sömürü
adına küreselleşmeyi değil, insanlaşma sürecini tamamlamak adına
küreselleşmeyi önce insanın günlük yaşantısına, sonra toplumun bütününe,
dokusuna, giderek yaşadığımız gezegenin her coğrafyasına kazandırmak,
insanlığın daha geç olmadan kendine bir çekidüzen vermesi bakımından
yaşamsal önem taşır. Bunun biricik koşulu da madde uygarlığı çağından
insan uygarlığı çağına geçecek bilincin kazanılmasıdır. Ben buna Sevgi
Devrimi diyorum.
Kuşkusuz ki, Sevgi Devrimi’ni her birey önce kendi içinde
yapmalıdır. Sürüye uymayı reddedip gerekirse yalnız kalmayı göze alarak
kendi bireyselliğini var etmeli, içindeki kompradoru hiçbir iz kalmayacak
biçimde öldürerek yok etmeli, böylece çürümeyi kusarak aslına dönmelidir.
(Birey, kendini insanca değerlere adayarak, bu değerlerle bütünleşerek
çözüm üretebilecek yetenektedir. Bu durumda çoğalarak gerçek anlamda
toplumsallaşması gibi bir ödülü de hak edecektir. Kalabalık
yalnızlıkların yerini, mutlak bir çoğalma alacaktır.)
Bu sorgulamadan sonra, bu yazının ana iletisini verebiliriz artık: Sevgi,
maddeye direnip kendisi olarak kalabilenlerin şöleni olabilirdi ancak.
İnsan, evrende özüne yabancılaşarak nesneleşmiş kişilerin yanında
azınlıktadır. Bu durumda, sevginin bir azınlık uygarlığı olduğunu
söylemek hiç de abartı değildir.
Dibe vuran insanlık karşısında bu görkemli direniş, insanlığın son
umududur. Günümüzde nesneleşerek özüne yabancılaşmış kişilerin egemen
olduğu dünya ortadadır. Albert Camus’nün ‘’Bir tek çocuğun gözyaşlarına
değmez’’ dediği vahşetin kuşattığı toplumlarda kanıksanmış acılardan
başka hiçbir şey yaşanmıyorsa, herkesin öncelikle bir özeleştiri yapması,
aksayan yanlarını onararak Sevgi Devrimi için ‘’ben de varım’’
bilinciyle kendini donatması gerekir. Aksi durumda, içinde bulunduğumuz
süreç, özgür olduğumuza inandırıldığımız tasmalı kölelik sürecidir.
Genelde toplumların, özelde bireylerin ayrımına varamadıkları binlerce
yıllık müthiş yanılsama budur.