Babam, Enstitü bitirmiş bir kızla evlenmek istemişti; evi temiz tutsun,
önünde tertemiz bir önlük yemekler yapsın, güzel sofralar hazırlasın,
aydınlık bir evde hoş geldin hayatım diye karşılasın istemişti karısı
onu. Annem Enstitü mezunuydu, evlendiği adamı bağ evinin penceresinden ilk
gördüğünde aşık olmuştu, evliliklerinin onuncu yılında delirdi; teyzesi
şizofren olduğundan genetik bir yatkınlığı vardı kimisine göre. Birbirine
bağlı kalabalık, ekonomik durumu oldukça iyi bir aileden, hayatı çile
olarak gören ve çile çekerek yaşayan fakir bir aileye gitmişti.
Önceleri annemin memleketinde olduklarından; annesi, kardeşleri diğer
akrabaları yardımcı oluyordu anneme, ruhundaki fırtınalara olamasalar da
işlere oluyorlardı. Köye tayin olduklarında en büyüğü altı yaşında dört
tane çocukları vardı. Ben, dört yaşındaki kız kardeşim ve yeni doğmuş bir
erkek bir kız ikiz bebekler.
Köyde toprak zeminli tek oda evde, annem habire çalışıyordu. Büyük kızlar
çok yaramazdık. İkizleri salıncaktan indirip kendimiz biniyorduk, annem
üzüntü ve bıkkınlık içinde bebeklerin ağlamasına geliyordu dışarıdan,
“allah ıslah etsin sizi” derdi her seferinde bize. Öyle çok işi oluyordu
ki, sesi göğsünden çıkıyordu konuşurken, ağlamaklı. Terle ıslanmış kumral
saçları beyaz alnına yapışırdı, iri kemikli sağlam kolları, elleri hep
ıslaktı. Yetiştirmeye çalışırdı işleri. “Sen kendini yenemiyorsun” derdi
bana. Altı yaşlarında; gülen, gezen, oradan oraya koşturan mutlu bir
çocuktum. Köy çocukları gibi, ayakkabı giymezdim köyde. Köy yollarındaki
incecik toz ayaklarımı okşar, parmaklarımın arasından fışkırırdı. Patates
çiçekleriyle, havuçlarla, maydanozlarla, yoncalarla, kavaklarla
arkadaşlık ederdim, her gün yeni bir şeyler keşfederdim. Toprağa yatıp
karıncaları, böcekleri izlerdim saatlerce. Yedi veren gülün yapraklarıyla
dolu büyük sinilerin başında gül kokusuyla kendimden geçerdim reçel
yapılacağı zaman.
Gelin damat olma oyunu oynardık köy çocuklarıyla. Bir seferinde gelin
olmuştum beyaz bir şey giyinip. Eyüp de damat olmuştu. Eyüplerin evinde
misafirler için hep temiz ve boş tutulan odaya girip gizli gizli
oynamıştık tüm çocuklar.
Eyüp’ün yeşilimsi gözleri pırıl pırıl parlardı, hep gülerdi ve kekemeydi.
Ekin tarlasında koşar, birbirimizi kovalar, ekinlerin arasında
kaybolurduk. Çok ama çok mutlu bir çocukluktu bizimki.
Sonra o küçük şehirdeki ve köydeki hayat sona erdi.
Babam, çocukları üniversiteye gidebilsin diye Ankara’ya tayinini istemiş,
nasıl olsa on yıl sonra ancak çıkar diye düşünmüş. O yıl emeklilere bazı
avantajlar tanındığından çok fazla emekli olan olmuş, on yıl sonra
çıkması istenen tayin hemen o yıl çıkmış. Apar topar Ankara’ya gelmişiz,
bir gecekondu yapmışlar Papazderesi’nde. Oranın yıkıldığını hatırlıyorum,
büyük şehre gelmiş; büyük sarı iş makineleriyle yıkımcılar ve soluk
üniformalı sert polisler karşılamıştı bizi. Evlerimiz yıkılıyordu,
amcamların da evi vardı orda, amcamın oğlu ile birlikte izliyorduk olan
biteni ve üzülsek mi sevinsek mi bilemiyorduk. Bir polise “neden
yıkıyorsunuz evlerimizi” diye sormuştuk. Polis üzgün üzgün bakmış, cevap
vermemişti.
Ankara’ya geldikten sonra annem şizofreni hastası oldu. Ben dokuz
yaşındaydım, kız kardeşim yedi, ikizlerden erkek olan bir yaşındaydı.
İkiz eşi olan kız kardeş, annemin yeni kaybettiği annesinin adını verdiği
Cavide, altı aylıkken ölmüştü köyde.
Papazderesi’den sonra bir dağın başına gecekondu yapmamıza izin
verilmişti. Yol yoktu, su yoktu, köyden bile daha kötüydü burası.
Nasıl utanırdım annemden, yalnızca bunu görüp öğrenmiştim babamdan ve
babannemden, dedemden, amcamdan yengemden.
Annemin bir köpek gibi salonun kapısının önünde oturduğunu hatırlıyorum.
Onun sedire yahut sandalyeye oturmaya hakkı yoktu sanki, kollarını
kavuşturur, uzun bacaklarını altına kıvırır, başı eğik, türlü üzüntülerle
menekşe rengine dönmüş gözleriyle boşluğa bakardı.
Bir keresinde dedem evi yakmaya kalkmıştı. Kırmızı yün battaniyeyi,
ortaya yığdığı eşyaların en üstüne koymuş, tutuşturmuştu. Evin içinde
çığlıklar, bağrışlar vardı. Cinnet, sık sık yaşanırdı bizim evde.
Tanrının varlığını sorgulamaya başladım o günlerde, annem o kadar iyi bir
insandı ki neden bu kadar acı çekiyor diye düşünüyordum. Ergenlik çağının
büyük fırtınalarıyla çalkalanıyordu beynim. Sonunda tanrıyı ret ederek
yaşama gücünü buldum kendimde.
Başka bir dünyada yaşıyordu annem, dünyada çektiği acılara katlanamamış,
tutunacak bir dal da bulamamış, başka bir dünya yaratmıştı kendine. Eğer
ordaysa çok acı çekmiyordu belki, ben böyle düşünüyordum, ama oradan
çıktığında korkunçtu her şey; Yemek bekleyen çocuklar, soğuk ev, yakılmayı
bekleyen soba, yoksulluk; Bunlar değildi belki de onun dayanamadığı,
yaşıyor olmaya dayanamıyordu. “Anne kurtar beni” diyordu, “annecim
ölemiyorum” diyordu, ölmüş annesini yardıma çağırıyordu. Bizim üzgün ve
çaresiz bakışlarımız önünde, çırpınıyordu. Ben, kardeşlerimin ve benim
varlığımızı fark etmediğini, hiç görmediğini sanıyordum. Ancak
Üniversiteye giderken deliliğin dayanılmaz bir acı olduğunu keşfettim,
sürekli kendi dünyasında yaşamıyor, zaman zaman gerçek dünyaya dönüyordu
annem, ama o zaman da aşağılama, hakaret, dayak ve acayip bakışlar
sürüyordu, bir bütünlüğü yoktu hiçbir şeyin onun için.
Yıllardır görüşmediğimiz, annemi çok seven dayısının kızına, eski
yıllarda babamın annemi dövdüğünü anlattığımda, şaşırdı, inanamadı; “Bir
kadını dövmek, üstelik hasta bir kadını dövmek, vicdansızlık” diye isyan
etti ağlamaklı bir sesle. “Şimdi burada olsa suratına bir yumruk atardım
babanın” dedi. Oysa babamı nasıl seviyordu karısını bırakmadığı için,
nasıl saygı duyuyordu ona. Ben bir anda söyleyivermiştim, sonunu
düşünmeden. “Ama şimdi artık dövmüyor” dedim, suçlulukla...