RÖPORTAJ

Semih Özcan   







ORHAN AYDIN

"DÜŞMANLIK,
 KARA TAŞIN RENGİNDE SIRITAN
 BİR CANAVAR"

Yıllardır hemen her iktidar tiyatroyu bir sorun olarak gördü, daha doğrusu tiyatroya sorun oldu.

Bu gelenek son dönemde de bozulmadı, üstelik alabildiğine üst noktaya çıkarıldı. Tiyatro ve sinema sanatçısı Orhan Aydın’ın deyimiyle, ‘eskiden tiyatrolar yasaklanır, tiyatrocular gözaltına alınır ama bir şekilde tiyatro sürerdi. Şimdiyse, tiyatro yapma olanağı ortadan kaldırılıyor.’

Evet, özellikle 70’lerin başlarında oyunların yasaklanmasıyla başladı baskılar. Özellikle 12 Mart sürecinde oyuncuların gözaltına alınmaları, tutuklanmalarıyla sürdü. Tiyatro da sürdü.

Valilikler yasakladı, mahkeme kararlarıyla açıldı perdeler. Oyuncular, yazarlar, yönetmenler içeri tıkıldı. İçerden çıktıkları an oyun kaldığı yerden sürdü.

Sonrasında gitgide büyüdü baskının boyutları. Önce oyun ya da film salonları bir bir kapatıldı. Önceleri ‘otopark’ yapıldı bu alanlar, sonraları AVM. Yine de tiyatro ve sinema karşılıklı birbirini kolluyorlardı o dönemler. Örneğin, tiyatro sıkıntıya düştüğünde yardıma sinema koşuyor, tiyatro sanatçılarına ekonomik katkıyı filmler sağlıyordu. Bu şekilde düşe kalka da olsa ayakta durulmaya çalışılıyordu. Şimdilerdeyse, sinema da aynı kıskaç altında. Onun da varlığını sürdürmesi iyice zorlaştı. En başta sinema salonlarının çoğu kapatıldı. Ayakta kalanlarsa AVM’lerin, büyük işyerlerinin, tekellerinin küçücük cep salonlarına tıkıştırıldı. Doğal olarak burada gösterilecek filmleri de bu tekeller saptadı. Artık, bağımsız sinemacıların ‘bağımsız izleyici’ gruplarına açılması çok zordu.

Eskiden, 70’li ve 80’li yıllarda, çok iyi anımsıyorum, her türlü baskıya karşın, özellikle o tek kanallı TRT döneminde bile televizyonun hiç de sanıldığı gibi olumsuz bir etkisi olmadı tiyatro ve sinemaya yönelik. Aksine, halk, burada izleyip sevdiği tiyatro ve sinema sanatçılarının yaptıklarının, sergiledikleri oyun, film ve parodilerin ‘sansür’ altında yapıldığının bilincindeydi. Ve bu kişilerin oyunlarına ya da filmlerine gittiklerinde farklı ve ‘sansürsüz’ bir gösterim olacağını biliyorlardı ve bu bilinçle de sinema ve tiyatroya gidilirdi. Şimdilerdeyse, çok kanal olmasına karşın, gerek sinema ve tiyatro gerekse tv kanalları aynı iktidar ve sermaye odaklarının yoğun denetimlerinde oldukları için arada fark kalmadı. Yani, özellikle ‘gişe yapan’ filmlere baktığımızda her birinin, tv’lerde gördüklerimizin bir türevi olduğunu görüyoruz. Bunu kişisel olarak tiyatro ve sinemanın geleceği hatta bugünü açısından büyük bir tehlike olarak görüyorum. Çünkü gitgide izleyicisi profili olumsuz yönde kimlik değiştiriyor hatta yok oluyor.

Tiyatro ve sinema sanatçıları en son Gezi direnişiyle birlikte patlama noktasına geldiler ve alanlara indiler. Belki tüm sanat dallarından katılım oldu ancak, kitlesel ve örgütsel olarak en çok onlar vardı bu süreçte. Gerçi bunda, Gezi sürecini doğuran sorunların oluştuğu dönemde, özellikle tiyatroya yönelik baskıların da eşzamanlı olarak gündeme gelmesinin rolü de var.

Süje’nin bu sayıki konuğu tiyatro ve sinema sanatçısı, oyuncu Orhan Aydın. Kendisi uzunca bir süredir sanat çalışmalarını ve yazılarını yakından izlediğim bir kişi… gerek kendi sanatının sorunlarına gerekse ülkenin içinde bulunduğu siyasal sorunlara karşı en net ve radikal karşı çıkışları yapan/yapabilen muhalif kimliğini her fırsatta ön plana çıkaran, aydın tavrı ve sorumluluğunu taşıyan bir sanatçı… Kendisini aralarında ‘Hoşçakal Yarın’ ve ‘Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri’nin de yer aldığı çok sayıda filmden tanıyoruz. Ayrıca, ‘İkinci Bahar, Kurtuluş, Yaprak Dökümü, Hastane, Emret Komutanım’ ın da aralarında bulunduğu birçok dizide de rol almış bir oyuncumuz. Tiyatro çalışmalarını ‘Nazım Oyuncuları’nda sürdüren Orhan Aydın, Sol gazetesinde de köşe yazarlığı yapıyor.

Kendisine sorduğum sorulara şu yanıtları verdi :



[ Semih Özcan ] Bir tiyatro sanatçısı, oyuncusunuz. Muhalif, iktidara karşı duran, politik ve ideolojik tavrını çekinmeksizin ortaya koyan bir kimliğiniz de var. Sizi tanıdığım kadarıyla sadece tiyatro alanında değil, toplumun hemen her alanında söyleyecek bir sözü olan, hemen her konuda aydın tavrı ve ideolojik söylemi olan bir kişisiniz. Bu sizin çok yönlülüğünüzün mü ya da tiyatro ve oyunculuk sanatının sorunlarının toplumun genel sorunlarıyla özdeşleştiği, iç içe geçtiği yönündeki bakış açınızdan mı kaynaklanıyor?

[ Orhan Aydın ] Sanatçı çağının tanığı olmalıdır. Hem dünyada hem ülkesinde yaşanan tüm olaylara, insanlığın mutlu geleceği açısından bakar ve edindiğini hem kendi insanlığına hem dünya halklarına ulaştırır. Üretimlerini de bunun üstüne bina eder. Haksızlıklara, hukuksuzluklara, adaletsizliklere, talanlara, yalanlara karşı duvar örülmesi için de çabalar. Kendimce yapmaya çabaladığım yalnızca bu.

[ Semih Özcan ] Önemli bir Gezi süreci yaşadık. Bu süreçte tiyatro (buna sinemayı da katabiliriz) özellikle ilgimi çekti. Çünkü sanat ve kültür açısından Gezi’ye en büyük desteği tiyatro ve sinemacılar verdi. Hatta destek vermek de denmez buna, Gezi direnişin birçok evresinde bizzat içinde yer aldılar. Ben bu durumu diğer sanat dallarında örneğin edebiyat alanında pek göremedim açıkçası. Memur olmaları nedeniyle yıllarca suskun kalan Devlet Tiyatrosu oyuncuları sokaklara döküldü örneğin. Şehir Tiyatrolarına yönelik baskılara karşı oldukça örgütlü bir direnç gösterildi hatta bu alanda yeni örgütlemelere gidildi. Sanırım ‘tiyatro’ ilk kez bu denli önemli bir örgütlenme içine girdi? Bunu olumlu mu buluyorsunuz ya da geç kalınmış bir tepki ya da örgütlenme mi?

[ Orhan Aydın ] Haziran Direnişi ülke insanlığının yaşanan tüm dayatmalara, ülkenin iç edilmesine ve tüm adaletsizliklere karşı toplumsal bir direniş hattıydı. Her yaştan insanlık ve her sınıftan yurttaşlar acıların bitmesinin, talanın durmasının yolunu bulduklarını düşünerek meydanlara çıktılar. Elbette çağına tanıklık eden sanatçılar bunun dışında kalamazlardı. Onlarcası halkla onurlarını birleştirerek meydanlara çıktı. Direnmenin zemininde kendi taleplerini de haykırdılar. Haksızlık etmeyelim, Edebiyatçılar da oradaydı, PEN ve TYS üyelerinin Gezi Parkı’nda diğer sanat alanlarının yaratıcılarıyla yanyanalığına tanığım. Tiyatro alanının öne çıkması söyleyecek sözü olanların tiyatroda daha çok olmasından olabilir. Sanat ve sanat düşmanlığının en net hali tiyatroda yaşandı, yaşanıyor. Birlikte davranış ise, evet tarihsel bir durumdur, açıkçası bir daha olur mu bilemem, çünkü Gezi sırasında ortalarda olanların birçoğu şimdi kendi kabuklarına çekilmiş evcilik oynuyorlar, sistemin birer parçası haline geldiler.

[ Semih Özcan ] Çok sayıda dizi filmde rol aldığınız için de soruyorum. Şu an dizi filmlerin yoğunluk kazanması gerek tiyatro gerekse sinema açısından olumlu mu olumsuz mu? Hatta şu an için de değil, genel anlamda soruyorum. Bunu sormamın önemli bir nedeni şu, siz bir televizyon programında eskiden sansür, yasaklanma, gözaltına alma v.b. gibi nedenlerle tiyatroların engellendiğini şimdiyse tiyatro yapma olanağının ortadan kaldırıldığını söylemiştiniz. Tiyatroların bu konuma gelmesinde dizilerin hiç mi etkisi yok? Burada kesinlikle dizilerde oynayan tiyatro ve sinema sanatçısı arkadaşları eleştiriyor değilim. Aksine, şu an yaratılan çıkmaz nedeniyle, başka bir çıkar yol, en azından bu kişilerin varlıklarını sürdürebilmeleri için başka bir yol bırakılmadığı gerçeği ortada. Benim söylemek istediğim sanatsal açıdan olumsuzluklar taşımıyor mu? Salt tiyatro açısından değil sinema yönünden de durum pek farklı değil. Gişe getirisi yüksek olan filmlere baktığımızda çoğunun dizilerin değişik versiyonu olduğunu görüyoruz. Sinemayı da öldüren bir durum görüntüsü veriyor. En azından tiyatro ve sinema izleyicisinin profilini değiştiriyor hatta yok ediyor gibi… Bu konudaki görüşleriniz neler? Dizilerle sinema ve tiyatroyu geliştirebilme olanağı var mı?

[ Orhan Aydın ] Kötü zamanlar yaşıyoruz. Gericilik ülkemin varını yoğunu talan etmiş, kültürel zenginliğini parçalamış, bir arada yaşama mekanizmalarını parçalamış ve insanlık din istismarıyla paranın, rantın esiri haline getirilmiş, farklı kültürler ve siyasi kimlikler arasındaki makas açılmış, etnik yapıların temel dokularıyla oynanmış, korku ve yılgınlık adeta bayrak edilmiştir. Ülke dışarıda tek dostu kalmayan içerde dostlukları düşmanlığa dönen zor zamanlardan geçiyor. Sanatın ve sanatçının görevi bu süreci iyi algılayıp akıl zenginliği yaratmanın ürünlerini vererek, barışıklığımızı yeniden kuracak sesler çoğaltmaktır. Eksik olan budur. Televizyon dizileri suya yazılan yazılardır. Ama elbette estetik ve içerik zenginliği taşıyanlar kalıcıdır. Olmayan budur, şu an yayında olan dizilerin hepsi hayal ürünüdür, gerçeklikten uzaktır ve uyuşturucu görevi yapmaktadırlar. Sinemanın içine yuvarlandığı çukur da budur. Oyuncuların ve bu alandaki yaratıcıların buna teslim olmaları akıl dışılık, menfaatçilik ve cehalettir. Hiç bir tv dizisinin bir tiyatro oyununun seyircisini çalması mümkün değildir. Hayal dünyasında düş kuranlarla gerçek hayatta nefes alanların farkı gibi bakalım olaya. Ancak televizyon iyi bir silahtır. Bu yüzden cahillerin dünyasında değiştirme, evirme gibi bir görev üstlenebilir. Bugün ülkenin yaşadığı budur.

[ Semih Özcan ] Önceki yıl Haluk Bilginer’in devletin tiyatrosu olamayacağı yönünde açıklamaları oldu. Ben de dahil olmak üzere geniş bir kesimce şiddetle karşı çıktık. Ve hemen ardından sanki böyle bir açıklama bekleniyormuşcasına Devlet Tiyatrolarına o malum baskılar başladı. Önce görevden almalar ve ardından tiyatro anlayışını yerle bir eden yönetmelik. Devlet Tiyatrolarının varlığı önemli bir konu. Yurdun ve toplumun geniş bir kesimine tiyatroyu götürebilmesi, çoğu özel tiyatroların sergileyemeyeceği dev bütçeli, görkemli dekorlu oyunları sahneye koyabilmesi açısından yararlı hem de çok yararlı bir kurum. Ancak bir de madalyonun öbür yüzü var. Parayı veren düdüğü çalmak istiyor. Sadece son iktidar döneminde değil, hemen her iktidar döneminde Devlet Tiyatrolarının iktidarlar açısından sorun görülmesi hiç bitmedi. Hatta, görece olarak tiyatroya daha demokratça, en azından ılımlı yaklaşılan dönemlerde bile genel müdürlüğe getirilen kişiler diledikleri tiyatroyu kuramadılar. Ve bu kişilerin kuruma yönelik eleştirileri hala da haklı olarak sürüyor. Sormak istediğim, Bilginer’in dediği gibi tiyatroyla devlet yollarını tümüyle ayırmalı mı? Yoksa buna bir çözüm bulunabilir mi? ‘Devlete rağmen’ tiyatro yapılamaz mı? Kısacası, n’olacak bu Devlet Tiyatrolarının hali?

[ Orhan Aydın ] Devletin tiyatrosu olur, olmalıdır. Hele bizim gibi her kurumu kuruluşu iç edilmiş ülkelerde halkın tüm sanat alanlarından eşit biçimde yararlanmasını sağlamayı savunmak bir haktır. Bu konuda yaşanan yoğun tartışmalar var. Bugün gericiliğinin tek ele geçiremediği ve her şeye rağmen at oynatamadığı bu alanı bazı dayatmalarla çaresizleştirmesi bile yok edilmesini sağlayamamıştır. TÜSAK püskürtülmüştür. Ancak adını bilmediğim bu yeni bakan ‘memur sanatçı’ olmaz diye düğmeye basarak alanda bir yıkım yaşatılacağının işaretlerini taşıyan açıklamalarda bulunmuştur. İşi zordur. Direniş hattı hazırdır. Aslolan devletin sanat kurumlarının demokratikleşmesini, özerkleşmesini sağlamakken orayı yıkıp talan etmeye kalkanlar bunun altında kalırlar.

[ Semih Özcan ] Kültürel değerlerimizle hatta arkeolojiyle yakından ilgili olduğunuzu biliyorum. Sözü benim de yakından izlediğim Taksim ve çevresine getirmek istiyorum ki bu konuda siz de duyarlısınız. Önce Tarlabaşı’nda yıkım başladı. Hemen ardından Galata, Beyoğlu’na yayıldı yavaş yavaş yıkımlar. Buralardaki tüm tarihi yapılar yerle bir edildi, kültür kurumları yok edildi. Emek sineması, Muammer Karaca Tiyatrosu gibi. Sonra da Taksim bertaraf edildi. AKM gibi son derece önemli bir yapı, çürümeye bırakıldı. Nihayet Gezi Parkı’na gelindiğinde ayaklanma gereğini duyduk ancak şu an Taksim, iğrenç bir beton yığınına dönüştürülerek tanınmaz halde. Geç kalınmadı mı? Yani o bölge sadece kültürel zenginliğiyle değil, o zenginliği yaratmasının temel nedeni olan bir muhalif kimlik de taşıyor. Tarlabaşı yıkımına baştan duyarsız kalmadık mı? Hatta ben daha da ileri gideceğim; çoğunlukla İstiklal caddesi ve çevresine yığdığımız kültürel etkinlikleri, eğlence mekânlarını Tarlabaşı’nda yapmamak bir eksiklik değil miydi?

[ Orhan Aydın ] Talan yalanın yalan talanın gerekçesi olunca ne geleceğe ne düne saygı kalır. Elinde demir ve betondan başka hiçbir şey olmayanlar öyle kültürel varlıklar, arkeolojik kalıtlar filan dinlemezler, Yıkarlar yenisini, daha ucube ve gudubetini yaparlar amaç rant edinimidir. Yaşadığımız budur. İstanbul’da yalnız Tarlabaşı değil, tarihi yarımadadan, Balat, Sütlüce, Fatih, Boğazlar, Pera, Beyoğlu, Karaköy, Ortaköy, Bebek, köşkler, kasırlar, saraylar talan edilmiştir. Taksim Meydanı bu talancı zihniyetin merkezidir. AKM ise bu merkezin can evidir. Bu konuda kavgalar ettik, ediyoruz, yürütmeyi durdurma ve koruma kurulu kararlarıyla onarım yapma gibi mahkeme kararları var, uyulmuyor. Bir kara akıl sanat fabrikası durumundaki tek varlığımızı yıkıp yerine bir ticaret binası kondurmak istiyor. Şu anki görünümü yürek ağlatıyor evet ama halkımız, bunun sorumlusunun sanat ve sanatçı düşmanı bir aklın olduğunu bilmelidir. Gericiliğin bu ülkedeki sanat düşmanlığının en temel belirtisi, AKM’nin başına gelenlerle somutlanabilir. Evet, talan çok boyutludur ve geleceğin gaspı gibi tehlikeli bir mecrada acımasızca sürmektedir. Kültürel erozyon ise ülkeyi içinden çıkılamaz bir çukura sürüklemektedir. 15 sene öncesi Taksim Beyoğlu ve çevresinde 13 Sinema, 11 Tiyatro salonu vardı. Şimdi 4 Sinema, 3 Tiyatro salonu var. Yıkıldılar, parçalandılar, iç edildiler, yağmalandılar. Kültürel varlıklar, Vakıf malları talan edildiler, yenileme adıyla iğrenç yapılara dönüştürüldüler. Düşmanlık, kara taşın renginde sırıtan bir canavar.

[ Semih Özcan ] Konuyu yeniden örgütlenmeye getirmek istiyorum. Gerek tiyatro gerekse sinema oldukça önemli boyutlarda parasal kaynak isteyen iki önemli alan. Tiyatro ve sinema örgütlenmesi de bu anlamda dernek düzeyinde yetersiz kalır. Bunun aşılması yönünde ilk çalışmalar sendikal alanda oldu ve hiç olmazsa başladı. Hatta Oyuncular Sendikası, dizi filmlerdeki ağır çalışma koşulları konusunda bir iki başarı da elde etti. Ancak; sizin de belirttiğiniz gibi artık tiyatro yapamaz hale gelindi. Sinema için de öyle. Salon yok, oyun ya da senaryoları yaşama geçirecek yeterli bütçe yok ve en kötüsü de az önce de söylediğim gibi izleyici profili değişiyor hatta yok ediliyor. Sorun; neredeyse tiyatro ve sinemanın tümüyle silinmesi noktasına sürükleniyor. Geri dönülmesi olanaksız boyutlara da varabilir. Bu noktada ekonomik ağırlığı olan örgütlenmelerin önemi ağırlık kazanıyor. Bu bir kooperatifleşme mi olur, şirketleşme mi..ne olacaksa acilen olması gereken bir noktadayız, bana göre. Bu konu hiç aranızda tartışıldı mı, masaya yatırıldı mı? Ekonomik altyapıyı sağlayabilecek tiyatro ve sinema örgütlenmeleri gündeme gelebilir mi? Bu konuda umudunuz var mı?

[ Orhan Aydın ] Umut kelimesi Türkçemize Yaşar Kemal ağabeyin kattığı bir kelimedir ve karşılığı yüreklerde sıcak esintiler oluşturur. Ben tiyatro ve sinemanın gericiliğe yenik düşeceğini hiç düşünmüyorum. Evet, zor zamanlar yaşıyor olabiliriz ama nefes alacak alanları, mekânları yaratıyoruz. Ardımızdan gelen genç yaratıcılar atölye sahneler oluşturarak hayatlarımıza yeni zenginlikler katıyorlar. Bu yalnız İstanbul’da değil ülkenin her yanında yaygın. Varsın sistem yok etmek istesin, varsın susturmaya çalışsın nafiledir, tüm hayat sahne olur, oyuncu çıkar sözünü eder. Sinema da öyle, teslim olmayan yazarları, yönetmenleri olan bir ülkeyiz, başarırız. Örgütlenmek hayatın her alanı için en gerekli ilk adımdır. Öteye gitmeyelim Gezi direnişi örgütlü bir direniş olsaydı bugün bu ülke başka bir ülkeydi. Sanatın ve sanatçının örgütlenmesi ise benim ülkem için bir yoksulluk. Nasıl olur da kendi haklarını savunamayanlar başkalarının hakları için üretebilirler ki. Bu yaman çelişkidir. Dernekler, vakıflar, sendikalar, meslek örgütleri var ama evet kooperatifler yok. Baskıya ve zulme, yok edilmeye ve düşmanlığa karşı sanatın ve sanatçının top yekûn örgütleneceği ve üretimi aklına koyup hayatı öyle zenginleştirmeyi amaç edinen ortak bir sendikal zemin daha gerçekçidir. Yoksa bu düşük enerjili ritim bozukluğu bizi boğar.


dizin    üst    geri    ileri  




 10 

 SÜJE  /  Orhan Aydın - Semih Özcan  /  yirmi üç mart iki bin on altı   / 15