Çehresi tamamıyla hafızamdan silinmemişti. Hep gülen şen bir yüzü ve
pırıl pırıl yanan siyah gözleri vardı. Dudağındaki pembe küçücük beni
ağzından çıkan kelimeleri bir güle çeviriyor, insan ruhunu okşuyordu.
Onunla konuşurken zihninizin başka konulara sıçraması olanaksızdı.
Mutlaka derin bir dinleyişin içinde bir sözcüğü dahi kaçırmadan kendimi
dinler bulurdum. Anlattıkları hem geçmişin merak uyandıran yanlarını
taşırken hem de bu günün yaşam sevincini içerirdi. Onu kaybettikten sonra
beni ne kadar etkilediğini, bir yapının taşları gibi bilmem gereken her
şeyi sırasıyla üst üste koyduğunu fark ettim. Ruhum onun anlattıkları ile
öyle bütünleşmişti ki bir yarım adeta ondan oluşmuştu. İlk önceleri
dinlediklerim dilimde hikâyeleşirken sonraları içimdeki özlem ve kendi
gerçeğimin arayışı oldu.
Bu arayış öyle bir noktaya geldi ki kendimi onun doğup büyüdüğü, onu o
yapan toprakları görmekten alıkonulamaz bir arzuya dönüştü. Uzun süredir
kendimi bir köşeye çektiğimde bir çeşit trans halinde görmediğim o
yerlere gidiyor, onun anlattığı çocukluğuyla buluşuyor sanki onun
bedeniyle bütünleşiyordum. Tuna’nın yeşil ve coşkun sularının
bereketlendirdiği kıyılarında kollarımı açarak koşuyordum. Koşarken
gündöndü tarlalarının yüzünü döndüğü güneşe, ben de yüzümü dönerek
yayılan ebruli kokuyu içime çekiyordum. Bu trans halinden sıyrıldığımda
içimde sonsuz bir huzur ve mutluluk hissediyordum. Sonunda, içimdeki özne
gitmemi, gidersem kendimi yeniden yaratacağımı söyledi ve gitmeye karar
verdim. Onun yaşadığı yerleri görecektim. Evdekilere,
“Ben gidiyorum. İçimdeki merak ve özlemi kontrol edemiyorum. Oraları
görmem gerekiyor, içimdeki özne bana gitmemi, oralarda kendimi yeniden
yaratabileceğimi söylüyor” dedim. Ağzımdan çıkan sözcüklerden sonra kocam
kalın ve kocaman bir kahkaha patlattı. Arkasından,
“Git bakalım. Dikkat et yaradılışın fazla uzun sürmesin. Biz de
içimizdeki öznelere söz geçiremeyiz sonra!”dedi. Oldum olası benim
konuşmalarımı tiye alırdı.
“Ama benim gitmem lazım” diye adeta kendimi savundum. Oysa bu sadece beni
ilgilendiren bir yolculuk olacaktı. Kendimle ilgiliydi.
“Ben de uzun süredir sonunda köy olan yerleri gezmeyi düşünüyorum.
Çengelköy, Vaniköy, Yeniköy, Çerkezköy, Alibeyköy, Ortaköy. Ataköy,
Çekmeköy, Arnavut…”
“Tamam, tamam sus! Gevezelik ediyorsun” dedim.
“Susmam! Sözümü bitireyim veee… Bakırköy!”
“Alahıcım yarabbicim bana sabır ver! Dalga geçmeyi keser misin?
Büyük kızım söze karıştı,
“Sus! Sus ne anne? Hep sustuk, çocuklar büyüklerin sözüne karışmaz, sen
git dersini yap! Sustuk, dersimizi yaptık! Bize fikrimiz sorulmadan
okulları okuduk, kucak dolusu belge ve diploma ile okullardan da susarak
mezun olduk. İş yok işşş…. Sus sizin Magna Carta’nız oldu. Artık
susmayacağım. Ben de gidiyorum. Başımın çaresine bakacağım”. Ben
gidiyorum demez olaydım, sanki herkes bir yerlere gitmek istiyormuş da
benim başı çekmemi bekliyormuş. Küçük kızım odasından gürültümüzü duyarak
geldi,
“Yaaa..hepiniz bir yerlere gidiyorsunuz. Ben de uzun zamandır
arkadaşlarımla bir tatil planlıyordum. O zaman ben de planımı
gerçekleştireyim.”
Kocam her zamanki yerine giderek uzandı. Yıllardır televizyon ve
karşısındaki kanepe onun en vazgeçilmez dinlenme araçlarıydı.
Televizyonu açtı,
“Sen de mi Brütüs?” diye seslendi.
On yıldır bizimle yaşayan kedimiz Mışık kızgın kızgın mırlayarak
pencerenin kenarına zıpladı. Pencereyi açmamızı istercesine miyavlamaya
başladı. Hep bir ağızdan,
“Sus Mışık!” dedik.
Birbirini seven bir aileydik. Zaman zaman çatışmalarımız olsa da iletişim
kopukluğumuz olmuyordu. Birbirini seven, saygı gösteren, iletişim
bozukluğu olmayan insanlar arasındaki tartışmaların mutlak olmadığına
inanırım. Öyle olduğunda ayrılmalar ve kişisel yaptırımlar kaçınılmaz
olur. Demek ki bir yerlerde bir kopma vardı. Zaman içerisinde yaşanılan
alışkanlıklar, bilinen doğrular değişiyordu. Bu değişimden biz de
nasibimizi alıyorduk.
O hafta özlem duyduğum topraklara doğru yola çıktım. İlk önceleri aklım
evde kalmış olsa da gördüklerimden, gezdiğim yerlerden büyük mutluluk
duydum. Sonraları gördüklerimle dinlediklerimi birleştirememeye başladım.
Çünkü her şey zaman içinde başkalaşıma uğramıştı. Ninemin bana anlattığı
yerler değişmiş insanlar yerlerini değişim içinde kendinden sonra gelen
nesillere bırakmıştı. Arayışımın içinde kaybolmuş gibiydim ve hayal
kırıklığından doğan bir hüzün yaşadım. Yaptığım bu yolculuktan çıkarımım
ise insan gördükleriyle, yaşadıklarıyla o yerin bir parçası olurken o
yerleri terk ettiğinde her şey zaman içinde siliniyor ve kalanlar sadece
kişideki anılardan onun yaşattıklarından oluşuyordu. Neyi nerede ve nasıl
yaşıyorsam o bendim. Benimle örtüşen hiçbir şeyin izini bulamamıştım. Her
şey sürdürülebilirlikle ilgiliydi. Bu hissettiklerimden sonra kendimi
yaratmamı söyleyen “içimdeki özneden” de ses çıkmıyordu.
Duygusal bir bağ bulma umuduyla çıktığım yolculuğumu, hayal
kırıklıklarıma rağmen kesmedim. O toprakların değişime uğramış hallerini
kafama kazımak istedim. Geçmişi bir kenara bırakıp olduğum zamanda,
bulduğum şehirle ilgilenmeye başlayınca içimde yeni bir mutluluk dalgası
yeşerdi. İnsan içinde olduğu, yaşadığı yerle nasıl olursa olsun
bütünleşebiliyor ve mutlu oluyordu. Belki de yeni yerler görmenin
mutluluğuydu. Yaklaşık bir aya yakın dolaştım, inceledim, gözlemledim,
fotoğraflar çekip notlar aldım. Her ne kadar arayışım sonuçsuz kalmış
olsa da içinde bulunduğum durumdan ve yerden memnundum, öyle ki
evdekileri aramayı bile ihmal ediyordum. Bir süre sonra beni merak edip
arayan eşimden, kızların da evden ayrıldığını öğrendim. Büyüğü
arkadaşlarıyla “toprak ev projesi” diye bir çalışma başlatmışlar ve bunun
için güney kıyılarına inmiş. Küçüğü de arkadaşlarıyla tatile çıkmış.
“Sen ne yapıyorsun?” dediğimde,
“İyiyiz, merak etme” dedi.
“İyi misiniz? Çoğul konuştun. Kim var senin yanında, kızlar gitti dedin?