Gece yarısı sessizliği bozan serince bir rüzgâr çıkmıştı. Yaprak hışırtıları
arasında toprağa düşen kayısıları, savrulan mangal küllerinin altında
canlanan çıtırtıları duydu. Gece soğuk ve aysızdı. Tek bir yıldız bile
yoktu. Hafif bir ürpertiyle gözlerini açtı. Herkes gitmiş, el ayak
çekilmişti. Mangal başındaki sandalyede sigarası, çayı ve yorgun düşen
bedeniyle baş başa kalmıştı. Acıyan gözkapaklarını ovuşturdu. Dağılan
saçlarını tepesinde topladı. Sonra uyuşuk bedenini öne doğru eğip uzunca bir
süre gözlerini mangala dikti. Rüzgârın ateşle dansını izlerken, yüreğinde
sıcak bir keder yeniden canlandı.
Masanın üzerinden yere uçan paketi fark etti. Sabah aldığı sigaradan sadece
iki tane kalmıştı. Başının ağrımasına ve dilindeki zehir tadına aldırmadan
kalan sigaralardan birini küllenmeye yüz tutmuş közde yakmaya çalıştı.
Karanlık, duman, ateşböcekleri gibi uçuşan kıvılcımlar… sol elinin
parmağında parlayan alyansı…
İlk nefeste zonklamaya başlayan başını avuçları arasına alıp bir süreliğine
zihnini boşaltmak istedi. Kelimeler beyninde itişip kakışıyordu. Tek tek
değil de bulanık düşüncelerden oluşan karanlık bir akıntı. İç çekerek
masanın üstündeki telefona uzandı. Gece yarısını çoktan geçmiş, misafirler
gideli, kocası uyuyalı hayli zaman olmuştu. Ekranın parlak ışığına ancak
gözlerini kısarak bakabildi. Başında yılların eskitemediği o yarım ağrı… Bir
an buz gibi denize dalası geldi, hiçbir şey düşünmeden uzaklara açılmayı
istedi. İçemediği sigarayı mangala atıp telefondaki uzun mesajı yeniden
okumaya başladı.
“Güzel kardeşim. Mesajını aldığımda ne yazık ki sizin site kapısının önünde
taksiden inmiştim. Yanıtını o zaman gördüm.” Ağabeyi sürpriz yapıp yola
çıktığını haberini vermişti. O da eşinin istediği üzerine ağabeyine,
maalesef evde olmadıklarını yazmıştı. Meğer ağabeyi “Geleceğim” dedi zaman
zaten onların yazlık sitesinin kapısındaymış. “Kendimce sürpriz yapmak
istemiştim. İstanbul’a gideceğinizi, havaalanı yolunda olduğunuzu yazmışsın.
Tam geri dönüp yolda araba bekleyecekken kapıdaki güvenlik görevlisi yanıma
geldi. Merak etmiş. Durumu anlatınca şaşırdı. ‘Bir yanlışlık olmasın abi?’
dedi. Mesajı gösterdim. ‘Bir ara istersen. Daha şimdi onlara bir araç geldi.
Mangal yaktılar, içerdeler’ dedi. ‘Evinizi tarif etti. Ne yapacağımı
bilmeden siteden içeriye yürüdüm. Sonra evinizin köşesindeki çam ağacının
altında durdum. Ortalıkta benden başka kimse yoktu; her ev akşam yemeği
derdine düşmüştü. Bahçenizdeki kalabalığı, mangal başındaki damadı görüp
uzaktan biraz sizi seyrettim. Bu geceyi bir otelde geçirip sabah ilk uçakla
döneceğim. Beni merak etme. Kendine iyi bak.”
“Olur, kendime iyi bakarım” dedi Nalan. “Hem de nasıl iyi bakarım. İyi
baktıklarımdan fırsat bulabilirsem. Memnun etmeye çalıştıklarımdan
kurtulabilirsem. Şu halime bak, ne kadar da iyiyim! Sen mesaj atıyorsun,
‘Geliyorum’ diye; beyefendi ‘Çabuk yaz, yoldayız de. Gelmesin!’ diye bana
yanıt yazdırıyor. Kendi kardeşini ağırladığını hatırlattığımda hemen ‘Ama o
hastaydı’ yanıtının arkasına sığınıyor. O başkalarının sabrını sömüren bir
asalak, bense performansı yüksek bir ceset. Sadık bir ölü. Beyefendinin bir
haftasonu varmış, evde kafa dinleyecekmiş. Sabah yüzdükten sonra ayaklarını
uzatıp televizyon izlemeyi planlarken, seninle tüm gün plajda durmak zorunda
mı kalacakmış! Ah be ağabey, sen ne diye sürpriz yaparsın ki? Ah be
anlayışsız ağabey, bize neden gelirsin ki? Hem biz kim, o kim? Ben hizmetli,
o beyefendi!”
Utanç içindeydi. Oturduğu iskemlede iyice arkasına yaslandı, ayaklarını
önündeki sandalyeye uzattı. Bahçe dağınıktı. Masada artan bir sürü yemek,
kirli tabaklar, devrilmiş bir kadeh, kaymış, neredeyse yere değecek kirli
masa örtüsü… Gözü hafif hafif tüten mangala takıldı. Hem bir şeyler
mırıldanıyor, hem dinliyor gibiydi.
Dişlerini sıkıp elleriyle saçını kavradı, iskemlesinde ileri geri sallanmaya
başladı. Şu mangal bile yaz boyu sadece onun istediği akrabalara,
arkadaşlara, çıkarı olan sözde dostlarına yanar. Adam kendince haklı! Haklı
Nalan! Asıl akılsız olan sen. Bunca yıl onun her isteğine boyun eğen sen.
‘Aman konu komşu, eş, dost ne der?’ diye susan sen. Hele bir çocuklar
eğitimlerini tamamlasınlar diye sineye çeken sen. Ne oldu? Ne değişti Nalan
söylesene! Baksana şu haline! Tepeden tırnağa ağrılar içindesin, sabahlara
kadar ağrılı ayaklarını birbirine sürtüp uyumaya çalışıyorsun, zonklayan
başını yastık tutmuyor. Çocuklar bile huzursuz olmamak için artık yazlığa
gelmiyorlar. Anneni kaç gün misafir edebildin söylesene Nalan! Bunca yıl
didindin de ne oldu Nalan? Evinde ağabeyini bile ağırlayamıyorsun Nalan!”
Sesi gittikçe yükselmeye başlamıştı. Nalan öfkesinin tel örgülerdeki
sarmaşıktan, köşedeki limon ağacından ve ayağının altındaki çimenlerden
yayıldığını hissedebiliyordu. Onun tamamen dışında, bahçede girdap gibi
dönen bir öfke. Nalan’ı aşıyordu öfkesi. Yatıştırmaya çalışmak bir insandan
kendisini yere sermesini beklemekten farksızdı. Bir yandan da tüten mangala
tahta parçaları atıyordu. Bir çırayla közleri karıştırdı, tutuşan parçayı
tahtaların içine bıraktı. Hafiften bir alev yükseldi. Hoşuna gitti. Pencere
camları gibi boş gözlerle etraftaki dağınıklığa bakarken kırmızı beyaz
pötikareli masa örtüsüne gözü takıldı. Bu ev için aldığı ilk eşya oydu.
Kırıntılarla, yağ ve dondurma lekeleriyle leş gibi olmuştu. Örtüyü kim
yıkayacak Nalan? İçindeki direnç öyle şiddetli ve buyurgandı ki, hiçbir şey
görmemek için gözlerini yumdu. Sonra ani bir hareketle örtüyü dertop etti,
ateşin içine attı. Allahım ne güzel alev aldı! Ayağını uzattığı sandalyedeki
mindere gözünü dikti. Diktatör hamurundan yoğrulmuş kıçını hep aynı mindere
koymayı seven kocasının göz bebeği! Yerinden bile kalkmadan uzanıp minderi
mangala atıverdi. O da ateşi hızlıca aldı. Durmadı, bu sefer iskemleyi
ayağıyla mangala doğru ittirdi. Mangal devrildi, içindekiler bahçeye
saçıldı, sandalye tutuştu. Sağa sola dökülen eşyalar alevlerin saçılmasını
sağlıyordu. Masayı kaldırırken çok ağır olacağını sanmıştı, fakat endişe
verecek kadar hafifti, bir peluş oyuncak kadar… Eline ne geçerse ateşe
atmaya başladı. Hırka, kahve fincanı, telefon… “Eveeeet, en çok da telefon”
diyerek işine devam etti. Çimler üzerinde sabırsızlıkla dans eden bir
gölgesi olduğunu fark etti. Gölgesi ondan çok daha rahat, çok daha kendinden
emindi.
Alevler evin ahşap panjurlarına, kapısına, merdivenlerine ve pergolesine
ulaştı, oradan da çatıya sıçradı. Camlar patladı. O sese, dumana ve
alevlerin yarattığı aydınlığa uyanan komşuların lambaları nedense
yanmamıştı. Seyirciler bu cümbüşü karanlığın içinden mi seyrediyordu? Nalan
son hamlesini evlilik yıldönümü hediyesi güneş şemsiyesini de ateşe atarak
yaptı.
Dünyada bir şey durmuş kendisini beklemekteydi. Çıkışsız kapıları, patlayan
camları ve onurlu bir iş gününü ardında bırakıp dürüst bir yorgunlukla
denize doğru yürümeye başladı. Deniz bir sevgiliyi karşılar gibi, onu
kollarına alırken gülümsüyordu. Gidişini kimsecikler görmedi, duymadı.
Sadece, uzaklarda bir teknedekiler sessizliği bölenin kim olduğunu öğrenmek
için etraflarına bakınmıştı o kadar…
____________ (Yakında çıkacak olan “Az Kalsın Yaşıyordum” isimli
öykü kitabı dosyasından...)