Kokuşmuş bir gecenin orta yerine düşmüş anılar gibi eğreti bir evde
yaşıyordu Herni. Dokunsan ağlayacak ihtiyarlıktaydı ev ve buram
buram tecrübe salık veriyordu insana. Devasa bir canavarı andıran
kapıdan içeri girdiğinizde, bir dostun tebessümüne benzeyen
-tıpatıp aynı- iki küçük oda karşılıyordu sizi. Salon ilk bakışta
oldukça zengin görünüyordu: Siyah deri kaplı kanepeler, krem rengi
ipek perdeler, salonun her iki yanındaki sehpalarda duran Çin
porselenleri… Ancak bir çift göz ve bir adet burna sahip birinin
kolayca fark edeceği aksaklıklar vardı. İyi görünmek isteyen
birinin, ince bir zevkim olduğu düşünülsün aldatmacasından başka
bir şey değildi bu.
Kanepenin kırık ayağı ve bir de yaralı ruhunun yanı sıra her
‘direği’ sızlatan toz ve rutubet kokusu vardı. Oda o kadar pis ve
karışıktı ki insan dikkatle bakınca dehşete düşüyordu. Pencereler
çamurdan bir koruma kalkanı oluşturmuştu kendine. Ellerinizi çamura
daldırıp yeni bir pencere yaratabilirdiniz belki de. Ve güneş içeri
girebilmek için epeyce çaba sarf etmeliydi.
Halıların üzerindeki lekeler canlanıp Herni’nin suratına çarpacak
birer tokada dönüşmeden önce evi temizlemek gerekiyordu. Sehpanın
üzerindeki tabaktan saçaklanan yemek artıkları, örümcek ağlarına
karışarak Herni’nin takıntılı, iğreti biblolarında tamamlıyordu
yolculuğunu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi dışarıdan gelen araba ve
insan sesleri evi gürültüye boğuyordu.
O sabah, Herni nedense erken uyanmıştı. Tek ayağı kırık kanepeye
‘biraz da ben yükleneyim’ dercesine oturuyor, ‘düşenin dostu
olmazmış’ havası veren arabesk ruhlu kanepeye adeta bileniyordu.
Huzursuz ve endişeli saç telleri, kupkuru bir cildi, bedenini
anlamsızca büyük gösteren elleri ve ayakları vardı. Yüzünde hiçbir
zaman his veya düşünce belirtisi olmayan bu adam gözlerini
belertmiş, kavgaya hazır bir aslanı andırıyordu. Beyni şimdilik
dahil olmak istemese de içinde bir kavgaya tutuştuğu belliydi.
Bir organın yerinde durmasını sağlayan dokunun doğal boşluğundan
uzay boşluğuna fırlatılması kadar garip ve sıra dışıydı Herni’nin
erken kalkması. Ne renk olduğu asla anlaşılamayan gözlerinden
birini kapattı ve diğeri kapanmak üzereyken korkunç bir sarsıntıyla
yere kapaklandı. Aklına gelebilecek en son kişi ev sahibiydi; ama
nedense onun sureti belirmişti gözünün önünde. İnlemeyi andıran
sesler çalınıyordu kulağına. Soyut bir Tanrı inancı olsa içindeki
şeytanları evcilleştirdiğini düşünürdü.
Kapaklandığı yerden nasıl kalktığını anımsamıyordu bile. Derinden
hissettiği şey; tarifi olmayan acı, inatçı bir kavgaya tutuşan sızı
idi. Aniden beliren acı ve sızı umarsız ve kayıtsızca kuşatmıştı
çevresini.
Herni bunları düşünürken; zifiri karanlığı matem gibi giyinen iki
karaltı, onu yakasından tutmuş, arabaya bindirmeye çalışıyorlardı.
-İyi de evden ne zaman çıktım, nasıl ya? Daha saniyeler önce
sarsıntıyı hissettiğimde evdeydim.- dedi.
Anlamsız bir yolculuğun içindeydi sanki. Tepesinde rengarenk
kıyafetlerle, çığlık çığlığa cirit atan cinleri seyretti bir süre.
Gözleri, matem giyimli iki karaltıyı yarıp arabanın camından dışarı
bakmak için sabırsızlanıyordu. -Nasıl da güzel akıyor her şey?-
diye düşündü.
Aradan ne kadar zaman geçmişti, zaman denilen şey nasıl da bu kadar
kayganlaşmıştı da Herni arabadan indirilmiş ve bir ameliyathaneye
getirilmişti, bilemiyordu. Evet, büyük bir sarsıntıyla yere
kapaklandığı doğru; ama hasta değildi ki!
Hiçbir sokak, hiçbir ameliyat masası, hiçbir hastane, hiçbir
firavun Herni’ninki kadar büyük bir direnişle karşılaşmamıştır
muhtemelen. O kadar kiloluydu ki direnen kendisi değil de bizatihi
kilolarıymış gibi görünüyordu. Debelendikçe hissizleştiğini,
yağlarının kaynadığını düşünüyordu. ‘Tırnaklarımdan yapmalıydım
kılıcımı. Bunlarla başka şekilde baş etmem mümkün görünmüyor.’ diye
sayıklıyordu.
İki karaltıdan biri, ‘Anestezi etkisini göstermeye başladı.
Ameliyata başlayabiliriz.’ dedi. İkinci karaltı, neşteri Herni’nin
bulunduğu yere doğru hareket ettirdi ve ilk darbeyi indirdi.
Derinin üzerine yaklaşık 2 ile 4 santimetre arası bir kesi açıldı.
Herni, anestezinin etkisinde olmasa avazı çıktığı kadar bağırarak,
bu zebani kılıklı karaltıların ondan ne istediğini sormak
istiyordu. Ama sesi boşlukta sallanan ağaç kökleriydi, tınlamıyor,
savruluyordu…
Kaslar nazikçe sıyrılarak ekartör yerleştirildi. Omurganın
arkasındaki kemik dokudan küçük bir pencere açıldıktan sonra, hemen
altındaki bağ dokusuna ulaşıldı. Herni pencereyi fark edip heyecan
içinde kaçmanın yollarını düşünmeye başladı. Sanıyordu ki
bahçelerin kucağında, onun toza toprağa bulaşmış çocukluğuna ıslık
çalan çocuklarla kaçacaktı bu cehennemden. Oysa soluksuzluğun
esaretinde son hızla acıya doğru yol almaktaydı.
Pencerenin altındaki bağ dokusu alınınca omurilik kesesi ve sinir
kökü adeta açığa çıkan hakikat gibi oracıkta duruyordu. Ve işte
Herni… Beynimizi örtbas eden bir katil gibi sinir köküne basan
Herni çıkmıştı meydana. İki karaltıdan biri, ‘Görüyor musun, bizi
bu kadar zorlayan ve hastamızın hayatını mahvetmek üzere olan
Hernicik kendini göstermeye başladı.’ dedi.
Herni; dünyası başına yıkılan, atasözlerinin ve deyimlerin en
zalimlerini hak eden biri gibi hissediyordu kendini. Kurgusal bir
zamanın ve mekanın içinde olduğunu düşündüğü pek çok an olmuştu.
Ancak ilk defa bu kadar aşağılanmış ve kandırılmış, yaşam hakkı
elinden alınmış, yalnız, ketum, biçare bir dilsizdi. -Ne demek
‘hastamızın hayatını mahveden!’ Ben kimseye kötülük yapamam ki!-
diye hıçkırmaya başladı.
Ölüm, en beklenmedik ve yaşama en çok tutunduğumuz anlarda çalardı
kapımızı. Dünyaya gelmenin şaşkınlığıyla gözlerini kocaman açmış
bir bebek kadar masum olduğunu düşünen Herni, Petrus’un İsa’yı
inkarı gibi kalakalmıştı. Toprağından koparılmış bir çiçek değildi;
bedenden koparılmış bir fıtık parçasıydı sadece. Yaşam alanı L5-S1
disk aralığıyla sınırlı olan bir fıtık… Bunu kabullenecek gücü
yoktu ve hiç olmayacaktı da…
Ölüm ve yokluk bilincinin mistik yolculuğuna yürüyen, kendine bir
mevcudiyet bulamayan Herni; tasını, tarağını toplayıp evden kaçan
kız çocuklarına dönüşmüştü. Sureti yeryüzünden silinmek istenen bir
şeydi artık o. Suistimal edilmiş bir su gibi hissediyordu kendini;
tamamen kendi isteği dışında akan… Kim bilir; belki dünya tam da bu
noktada dönmeyi bırakmalıydı…