ÖYKÜ

Hülya Karaaslan  







HERNİ


Kokuşmuş bir gecenin orta yerine düşmüş anılar gibi eğreti bir evde yaşıyordu Herni. Dokunsan ağlayacak ihtiyarlıktaydı ev ve buram buram tecrübe salık veriyordu insana. Devasa bir canavarı andıran kapıdan içeri girdiğinizde, bir dostun tebessümüne benzeyen -tıpatıp aynı- iki küçük oda karşılıyordu sizi. Salon ilk bakışta oldukça zengin görünüyordu: Siyah deri kaplı kanepeler, krem rengi ipek perdeler, salonun her iki yanındaki sehpalarda duran Çin porselenleri… Ancak bir çift göz ve bir adet burna sahip birinin kolayca fark edeceği aksaklıklar vardı. İyi görünmek isteyen birinin, ince bir zevkim olduğu düşünülsün aldatmacasından başka bir şey değildi bu.

Kanepenin kırık ayağı ve bir de yaralı ruhunun yanı sıra her ‘direği’ sızlatan toz ve rutubet kokusu vardı. Oda o kadar pis ve karışıktı ki insan dikkatle bakınca dehşete düşüyordu. Pencereler çamurdan bir koruma kalkanı oluşturmuştu kendine. Ellerinizi çamura daldırıp yeni bir pencere yaratabilirdiniz belki de. Ve güneş içeri girebilmek için epeyce çaba sarf etmeliydi.

Halıların üzerindeki lekeler canlanıp Herni’nin suratına çarpacak birer tokada dönüşmeden önce evi temizlemek gerekiyordu. Sehpanın üzerindeki tabaktan saçaklanan yemek artıkları, örümcek ağlarına karışarak Herni’nin takıntılı, iğreti biblolarında tamamlıyordu yolculuğunu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi dışarıdan gelen araba ve insan sesleri evi gürültüye boğuyordu.

O sabah, Herni nedense erken uyanmıştı. Tek ayağı kırık kanepeye ‘biraz da ben yükleneyim’ dercesine oturuyor, ‘düşenin dostu olmazmış’ havası veren arabesk ruhlu kanepeye adeta bileniyordu. Huzursuz ve endişeli saç telleri, kupkuru bir cildi, bedenini anlamsızca büyük gösteren elleri ve ayakları vardı. Yüzünde hiçbir zaman his veya düşünce belirtisi olmayan bu adam gözlerini belertmiş, kavgaya hazır bir aslanı andırıyordu. Beyni şimdilik dahil olmak istemese de içinde bir kavgaya tutuştuğu belliydi.

Bir organın yerinde durmasını sağlayan dokunun doğal boşluğundan uzay boşluğuna fırlatılması kadar garip ve sıra dışıydı Herni’nin erken kalkması. Ne renk olduğu asla anlaşılamayan gözlerinden birini kapattı ve diğeri kapanmak üzereyken korkunç bir sarsıntıyla yere kapaklandı. Aklına gelebilecek en son kişi ev sahibiydi; ama nedense onun sureti belirmişti gözünün önünde. İnlemeyi andıran sesler çalınıyordu kulağına. Soyut bir Tanrı inancı olsa içindeki şeytanları evcilleştirdiğini düşünürdü.

Kapaklandığı yerden nasıl kalktığını anımsamıyordu bile. Derinden hissettiği şey; tarifi olmayan acı, inatçı bir kavgaya tutuşan sızı idi. Aniden beliren acı ve sızı umarsız ve kayıtsızca kuşatmıştı çevresini.

Herni bunları düşünürken; zifiri karanlığı matem gibi giyinen iki karaltı, onu yakasından tutmuş, arabaya bindirmeye çalışıyorlardı. -İyi de evden ne zaman çıktım, nasıl ya? Daha saniyeler önce sarsıntıyı hissettiğimde evdeydim.- dedi.

Anlamsız bir yolculuğun içindeydi sanki. Tepesinde rengarenk kıyafetlerle, çığlık çığlığa cirit atan cinleri seyretti bir süre. Gözleri, matem giyimli iki karaltıyı yarıp arabanın camından dışarı bakmak için sabırsızlanıyordu. -Nasıl da güzel akıyor her şey?- diye düşündü.

Aradan ne kadar zaman geçmişti, zaman denilen şey nasıl da bu kadar kayganlaşmıştı da Herni arabadan indirilmiş ve bir ameliyathaneye getirilmişti, bilemiyordu. Evet, büyük bir sarsıntıyla yere kapaklandığı doğru; ama hasta değildi ki!

Hiçbir sokak, hiçbir ameliyat masası, hiçbir hastane, hiçbir firavun Herni’ninki kadar büyük bir direnişle karşılaşmamıştır muhtemelen. O kadar kiloluydu ki direnen kendisi değil de bizatihi kilolarıymış gibi görünüyordu. Debelendikçe hissizleştiğini, yağlarının kaynadığını düşünüyordu. ‘Tırnaklarımdan yapmalıydım kılıcımı. Bunlarla başka şekilde baş etmem mümkün görünmüyor.’ diye sayıklıyordu.

İki karaltıdan biri, ‘Anestezi etkisini göstermeye başladı. Ameliyata başlayabiliriz.’ dedi. İkinci karaltı, neşteri Herni’nin bulunduğu yere doğru hareket ettirdi ve ilk darbeyi indirdi.

Derinin üzerine yaklaşık 2 ile 4 santimetre arası bir kesi açıldı. Herni, anestezinin etkisinde olmasa avazı çıktığı kadar bağırarak, bu zebani kılıklı karaltıların ondan ne istediğini sormak istiyordu. Ama sesi boşlukta sallanan ağaç kökleriydi, tınlamıyor, savruluyordu…

Kaslar nazikçe sıyrılarak ekartör yerleştirildi. Omurganın arkasındaki kemik dokudan küçük bir pencere açıldıktan sonra, hemen altındaki bağ dokusuna ulaşıldı. Herni pencereyi fark edip heyecan içinde kaçmanın yollarını düşünmeye başladı. Sanıyordu ki bahçelerin kucağında, onun toza toprağa bulaşmış çocukluğuna ıslık çalan çocuklarla kaçacaktı bu cehennemden. Oysa soluksuzluğun esaretinde son hızla acıya doğru yol almaktaydı.

Pencerenin altındaki bağ dokusu alınınca omurilik kesesi ve sinir kökü adeta açığa çıkan hakikat gibi oracıkta duruyordu. Ve işte Herni… Beynimizi örtbas eden bir katil gibi sinir köküne basan Herni çıkmıştı meydana. İki karaltıdan biri, ‘Görüyor musun, bizi bu kadar zorlayan ve hastamızın hayatını mahvetmek üzere olan Hernicik kendini göstermeye başladı.’ dedi.

Herni; dünyası başına yıkılan, atasözlerinin ve deyimlerin en zalimlerini hak eden biri gibi hissediyordu kendini. Kurgusal bir zamanın ve mekanın içinde olduğunu düşündüğü pek çok an olmuştu. Ancak ilk defa bu kadar aşağılanmış ve kandırılmış, yaşam hakkı elinden alınmış, yalnız, ketum, biçare bir dilsizdi. -Ne demek ‘hastamızın hayatını mahveden!’ Ben kimseye kötülük yapamam ki!- diye hıçkırmaya başladı.

Ölüm, en beklenmedik ve yaşama en çok tutunduğumuz anlarda çalardı kapımızı. Dünyaya gelmenin şaşkınlığıyla gözlerini kocaman açmış bir bebek kadar masum olduğunu düşünen Herni, Petrus’un İsa’yı inkarı gibi kalakalmıştı. Toprağından koparılmış bir çiçek değildi; bedenden koparılmış bir fıtık parçasıydı sadece. Yaşam alanı L5-S1 disk aralığıyla sınırlı olan bir fıtık… Bunu kabullenecek gücü yoktu ve hiç olmayacaktı da…

Ölüm ve yokluk bilincinin mistik yolculuğuna yürüyen, kendine bir mevcudiyet bulamayan Herni; tasını, tarağını toplayıp evden kaçan kız çocuklarına dönüşmüştü. Sureti yeryüzünden silinmek istenen bir şeydi artık o. Suistimal edilmiş bir su gibi hissediyordu kendini; tamamen kendi isteği dışında akan… Kim bilir; belki dünya tam da bu noktada dönmeyi bırakmalıydı…
 

dizin    üst    geri    ileri    





  8  

 SÜJE  /  otuz yedinci sayı