Fahrettin Altay metro çıkışındaki otobüs duraklarında bir akşamüstü.
Güneş bir günü daha bitiriyor olanca kızıllığı ve güzelliğiyle…
Buradan kalkan otobüsler Balçova ve Narlıdere üzerinden Güzelbahçe’ye
varıyor. Koca şehrin bu yakasında sayıları az olan İzmir’in en varsılları
ve sayıları çok olan en fukaraları birbirini hiç görmeden yaşıyorlar.
Varsıllar lüks arabalarıyla otoban yolundan şehrin diğer yakalarına
varırken yoksullar otobüs duraklarında en az yirmi dakika otobüslerin
kalkmasını bekliyorlar. Bunların bir çoğu çeşitli işlerde çalışan
işçiler, düşük rütbeli asker ve memur emeklileri, ev işlerinde çalışan
kadınlar ve öğrenciler.
Rüzgarda savrulacak kadar zayıf, yüzü güneşten kavrulmuş, gözleri donuk
donuk bakan, yaşlı bir adam ayaklarını sürüyerek elindeki ayakkabı
kutusunun içinde tırnak makası, yara bandı, dikiş iğnesi takımı, tespih,
çakmak ve tarak satıyor. Sürekli durakları dolaşıyor ve ”bir lira bir
lira’’ diye bağırmaya çalışıyor. Sesi sinek vızıltısı gibi zor çıkıyor.
Eskiden burada otobüs durakları daha fazlaydı ve yanında kocaman bir semt
pazarı vardı. İzmir’in köylerinden gelen küçük çiftçilerin ve pazardan
alışveriş yapan yoksulların umuduydu bu pazar. Bir parça toprakta
yetiştirdikleri sebzeleri, meyveleri, İzmir’in yoksullarına satar, akşam
evlerine erzak götürür, hem de cepleri para görürdü köylülerin.
Alıcıların çoğu tekerlekleri yalpalayan pazar arabalarını doldurur, onca
yolu katederek evlerine varırlardı yüzleri gülümseyerek. Evin bir
haftalık yemeklikleri çıktığı için sevinirdi kadınlar. 10- 15 liraya
balık alır, haftada bir kursaklarına et girerdi. Bir de yılların
dürümcüsü vardı. 5 liraya döner dürüm yemek için uzun kuyruklar olurdu
önünde. Pazara gelmek için şehre inen çiçekli basmadan şalvar giyen köylü
kadınlar neşeyle dürümlerini yerken bir yandan da alıcılara yetişmeye
çalışırlardı. Kimisi de bir gazetenin üstüne doğradığı domates ve peyniri
somun ekmeğe katık ederdi öğlen yemeğinde.
Köylülerin, yoksulların, açların, yüzünü güldürürdü bu Pazar.
Şimdi onların yerine İstanbul’daki gibi içinde bir sürü dükkanın olduğu
AVM dedikleri kocaman bir bina yaptılar.
Akşama kadar evlerin kirini pasını temizleyen iki temizlikçi kadın
durakta bekleşirken konuşuyorlar:
“Kız şu bina ne güzel oldu, baksana ışıl ışıl yanıyor. İçinde ne güzel
elbiseler var ben biliyom. Bizim hanım giyeceklerini hep buradan alır
eskilerini de bana verir,”
“He kız bizim hanımda bana veriyor. Pazar varken oradan eskileri satın
alırdım. Şimdi artık ben de kızım da marka giyiyoz,”. Ama pazar
kalkmayaydı iyiydi. Akşam üstü sebzeler meyveler pek ucuz olurdu, azıcık
parayla kazan kaynatırdık. Anam şimdi o marketlere para yetmiyor.”
Durakların hemen arkasında duran o koca bina hava iyice kararınca ışıl
ışıl parlıyor, renk renk ışıklar insanı içine çekip başka dünyalara
götürüyor. Geceleri durakta beklerken çoğu insan o binayı seyrederek
gururlanıyor ve mutlu oluyorlar.
Pazarın sağ yanında Üçkuyular iskelesine giden yolun kenarında beş liraya
on liraya eski giysilerin satıldığı yer çok kalabalık olurdu. Orada memur
emeklisi de çoktu. Kimisi eve ekmek götürmek için eskilerinin satar,
kimisi de üst başlarını buradan dizerdi.
İzmir’in gecekondu mahallelerindeki yoksullar zengin mahallelerindeki
çöplerden topladıkları elbiseleri yıkar ütüler pazara götürürlerdi.
Kim bilir kimler alıyordu o eskileri. Kim bilir kimler neden satıyorlardı
eski giysilerini…
Selver başındaki tülbendi arkadan dolayarak bağladı. Kırk beş yaşlarında
biraz şişman bir kadındı. Sanki kırık dökük parkeler incinecekmiş gibi
yavaş adımlarla mutfakta dolanıyordu. Akşamdan kalan lavaboya yığılmış,
üzerindeki yemek artıkları iyice kurumuş kap kacağı yıkamadan önce
kahvaltılıkları buzdolabına yerleştirdi. Oğlu çoktan kahvaltısını yapmış
ve çıraklık yaptığı marangozhaneye gitmişti.
Gökyüzü pırıl pırıldı. Gece gece, usul usul yağan yağmur havayı, yolları
temizlemiş, ağaçları ve çiçekleri iyice yıkamıştı. Telaşla işe gidenler
ve kimi öğrenciler mis gibi toprak kokusu ve temiz havayı ciğerlerine
doldurarak uyanmaya çalışıyorlardı.
Selver sıcak suyu leğene boşaltıp, üzerine yeşil mintaksı katıp eliyle
çalkalarken oluşan köpükler minik tepeler oluşturup hemen
kayboluyorlardı. Önce bardaklardan başlayıp ıhlayarak süngerle ovmaya
başladı.
Kare şeklindeki mutfağın aydınlığa bakan demir parmaklıklı küçük bir
penceresi vardı. Aydınlık çok pis kokardı. Oradan sızan solgun ışıkla
mutfak yarı loş olduğu için bir mahzen gibiydi. Kadın elektrik gitmesin
diye lambayı açmazdı gündüzleri.
L şeklindeki bankonun üstünde kir pas içinde renk renk şişeler,
kavanozlar, ağzı dürülmüş naylon poşetler,akşamdan kalan ve üstü
gazeteyle örtülmüş yemek tencereleri vardı. Ocağın arkasındaki fayanslar
sarı yağ kümecikleriyle kaplanmıştı ve eskiden beyaz olduğu çok zor
seçiliyordu.
Yerde püskülleri kopmuş, iplikleri dökülmüş, renkleri solmuş kırmızılı
bir Kürt kilimi yaşını ele veriyordu.
Çekmeceden kurulama bezini alırken Selver'in gözü bir an kilime takıldı,
daldı gitti…
27 yıl önceydi.
Selver Ali’yi ilk kez o gün bakkaldan çıkarken görmüş ve göz göze
geldiklerinde başından ayaklarına bir su yürümüş yanakları al al olmuş
epey bakışmışlardı hiç konuşmadan.
Sonraki günlerde Ali “hurdacı geldi hurdacı televizyonlar, buzdolapları
çamaşır makineleri alırım” diye bağırırken dönüp dönüp Selver’lerin
balkonuna bakardı. Onun sesini duyunca koşarak balkona çıkar el sallardı
usuldan, kimseler görmeden.
Birbirlerine iyice sevdalanmışlar, birkaç ay sonrada evlenmişlerdi.
Evlendiklerinde tek göz evlerinde, kaynanasının verdiği bir kat yatak, bu
Kürt kilimi birkaç kap kacak ve bir de küçük tüp vardı.
Ali hurdacılık yapıyor Selver de evlere temizliğe gidiyordu. Bir
oğulları, bir de kızları olmuştu. Yıllar geçmiş kızı ortaokula başlamıştı
artık.
Bir gün temizlikten gelirken evlerinin önünde bir kalabalık görmüş,
elindeki torbaları yerlere atıp koşmaya başlamıştı Selver. Ayakkabıları
ayağından çıkmış, çamurlara bata çıka koşmuştu nefes nefese kalarak. Eve
vardığında, kadınların dizlerine vurarak ağladıklarını görünce; daha
fazla dermanı kalmamış kayısı ağacının yanına yığılmıştı.
Gözlerini açtığında tülbentlerinin ucuyla gözlerini silen kadınları
görünce bağırmaya başlamıştı. Bir kadın “Yiyecek ekmekleri kalmamış, ölüm
hepimizin başında anam yeter harap ettin kendini bak oğlun var ona artık
hem analık hem de babalık yapacaksın artık,” demişti. Başka birisi “Bacım
Allah verdi Allah aldı kendine biraz ferahlık ver,” demişti. Selver” bu
Allah’ın yavrusu yok mu? Hiç bilmez mi evlat acısını,” diyerek isyan
etmişti.
Ertesi gün kızıyla kocasını hastaneden alıp cenaze arabasında mezara
götürürken arabaya sarılmış “götürmeyin", diyerek hıçkırıklara boğulmuş,
bağırtıları göğü delmişti. Börtü böcek, dağlar, dereler, kuşlar, ağaçlar
cümle alem onun kızının yasını tutmuştu. O gün Selver canlı canlı mezara
girmiş bir daha da hiç çıkamamıştı o mezardan.
O günden sonra yavrusunu ve kocasını ondan alan arabaları düşman
bilmişti. Onlara çarpan araba kaybolmuş, polisler bulamamıştı.
Selver bir rüyadan uyanır gibi sıçrayıp kendine geldi. Gözlerinin
kenarlarında oluşan damlacıklar bendini aşan su gibi çağlayarak akmaya
başladı.
Çekmeceden kurulama bezini alıp kap kacağı sildikten sonra yerine
yerleştirdi. Salona geçip pencere kenarındaki koltuğa oturdu. Bütün gün o
koltukta oturduğu için yanları kir pas içinde minderinin süngeri
çökmüştü. Çöpün kenarından almıştı onu. Evdeki tek koltuk buydu. Salonda
iki de demir somya vardı. Birinde oğlu birinde de kendisi yatardı.
Üçaylıklarını alacağı günler ve hastane işleri dışında hiç evden çıkmaz,
kızıyla kocasını yalnız bırakmak istemezdi Selver. Onu hiç kimseler bu
duvarların arasından çıkaramamışlardı. Yıllardır bu eski eşyalar arasında
kendi dünyasında yaşıyor, kızıyla kocasının yasını tutuyordu. O koltuğa
yapışıp kalmış, kimseler onu söküp alamamışlardı.
Yandaki odaya geçti bir bohça çıkardı eski gömme dolaptan. Ali’nin
giysilerini incitmekten korkarak usulca okşadı, yanağına değdirdi bir
süre öyle kaldı derin derin kokladı kokladı… Yepyeni takım elbiseler
gömlekler Ali kokuyordu. Onları temizliğe gittiği evlerden vermişlerdi.
Hepsini teker teker sevdi, gözleri buğulandı, ağlamasa hepten
boğulacaktı, yanaklarından süzülen tuzlu yaşları elinin tersiyle sildi.
Elbiseleri özenle katlayıp bohçaya koydu, iyice bağlayıp tekrar dolaba
yerleştirdi.
Başka bir bohça aldı aynı dolaptan. Bohçada mini etekler, kot
pantolonlar, dantelli bluzlar, mantolar, kabanlar öylece yepyeni
duruyordu. Bu bohçadaki giysileri de okşayıp sevdi ve kokladı yüreği
sızladı içi yandı yine. Kırmızı mini eteği kendisi dikmişti kızına ne çok
sevinmişti ilk giydiğinde. Bütün giysiler buram buram yavrusu kokuyordu.
Hiç havalandırmazdı giysileri. Onlar terk etmişlerdi Selver’i, kokuların
da terk etmesini istemiyordu.
Biricik kızının zayıf bedenin toprağa karışmasıyla kendisi de ölmüştü.
İçi bomboştu artık. Derin bir sızı hissetti yüreğinde, epey bir zaman
usul usul ağladıktan sonra, kızının bohçasını da dolaba yerleştirip yemek
yapmak için mutfağa geçti.
Oğlu akşama doğru pazarda çöplüğe atılmak için ayrılan sebzelerin
içinden; pörsümüş fasulyeler, biberler ve marul yaprakları, yumuşamış
ezik domatesler, salkımından dökülmüş üzüm tanelerini seçip eve
getirirdi. Selver fasulyeleri ayıklayıp, bol suyla yıkadı ve doğradı.
Soğanlar kavrulurken kokusu evi sardı. Ali’si geldi aklına ne çok severdi
bu yemeği.
Fasulyeleri ve domatesleri tencereye katıp iyice karıştırdı ve ocağı
kısıp salona geçti. Yine aynı koltuğuna tam yerleşmişti ki kapı çalındı.
Ihlayarak durmadan çalan kapıyı açınca birden kapatmak istedi ama
sinirden saç dipleri bile kızarmış adamı görünce korktu. “Tamam Mehmet
efendi bir dahaki ay kesin vereceğim kirayı” dedi. “Adam bu son, haa! Ya
kirayı verirsiniz ya da defolup gidersiniz evimden, ”dedi.
Selver’in yüzü al al oldu. Her yanını ateş bastı. Nereden bulacaktı bu
parayı. Mutfağa geçip fasulyeden bir çatal alarak tadına baktı ve tam
pişmediği halde tüp fazla gitmesin diye ocağı kapattı.
Mutfaktaki işi bitince oğlunu beklemeye başladı. Oğlu yorgun ve bezgin
küçük bedenini zorla taşıyarak içeri girdi.
Yemek masasında ikisi de sanki orada yoklarmış gibi hiç konuşmadan
yemeklerini yiyorlardı.
Selver “Oğlum haftalığını verdimi usta?” dedi yavaşça . “Yok anne
veremez, iş yok.” dedi.
Selver’in gözleri doldu, yüzü düştü, ağzındaki lokmaları yutamadı.
Gözleri salatanın domatesine takılı öylece boş boş baktı durdu.
Yemekten sonra da hiç konuşmadılar. Oğlu yorgunluktan boş bir un çuvalı
gibi kendini somyaya attı, kıvrılıp uyudu oracıkta.
Selver o gece sabaha kadar bir o yana bir bu yana döndü durdu. Yatak
çakıl taşı dolmuş her tarafına batıyordu. Yatakta debelendikçe mısır
püskülü üç tel beyaz saçı savrulup duruyordu. Her tarafı ter içinde
kalmıştı ve nefes alamıyordu. Karanlık bir yolda yolunu bulamıyordu.
Kızını kocasını evden çıkaramazdı. Ama çaresizdi “Ev sahibi yine kapıya
dayanacak,” dedi ve dolaba yöneldi.
Bohçaları dolaptan çıkarıp odanın ortasına açtı. Bütün gece giysilerin
her birini incitmeden okşadı sevdi. Her birinin bir hatırası vardı.
Siyah erkek takımını çalıştığı evin hanımı verdiğinde Ali’nin gözleri
ışıldamış ilk kez böyle pahalı bir elbise giyeceği için çok tuhaf olmuş
ve gülüşmüşlerdi uzun uzun. Başka takım elbisesi olmadığı için her
düğünde onu giyerdi göğsü kabararak. Ne de olsa genel müdür elbisesiydi
o.
Ya şu kırmızı manto? Onu pazardan almıştı kızına. Kızı çığlık atmış ve
boynuna sarılmış, kadın düşmemek için kendini zor tutmuştu. Ne çok
yakışırdı kızına bu manto.
Elbiseleri sevip okşarken ve hele de koklarken kızı ve kocası canlandı
sanki. Bütün vücudu ürperdi ve ayazda kalmış gibi titredi.
Gözyaşları içinde hepsiyle vedalaştı sonunda. O Gece kocasıyla geçirdiği
güzel yıllar bir bir geçti gözlerinin önünden. Kızının ve kocasının ölme
vakti gelmişti. Ama gizli bir el onu arkadan çekiyor, kadın giyecekleri
bırakamıyordu. Kolu uzadıkça uzuyordu. Sonunda parmakları teker teker
elbiselerden ayrıldı. Tan yeri ağarırken elbiseleri büyük bir valize
yerleştirip dış kapının arkasına koydu.
Sabah güneşin ilk ışıkları denizi türlü türlü renklere sokarken oğlu
marangozhane varmıştı çoktan. Selver kimse görmesin diye telaşla valizi
sürükleyerek durağa vardı.
Pazar yerinde dolmuştan inip tezgah açan kalabalığa karıştı. Pazarın
kenarındaki kaldırıma bir büyük bez serip giyecekleri dizdi özenle.
Utanarak etrafına bakıyordu. Kanatları kopmuş yüreği paramparça, müşteri
bekledi. İlk gelen bir kadın her şeyi aşure kazanı gibi iyice karıştırıp
alt üst etti ama yine de hiçbir şey de almadan gitti. Daha sonra bir
kadın ve iki erkek gelip fiyat sordular ve onlarda giysileri karıştırıp
hiçbir şey almadan gittiler. Bir saat boyunca hiç elbise satamayınca
boynunu büktü ve dudaklarını büzüp kollarını kavuşturdu. Bu kalabalıkta
ağlamaktan utandığı için çağlayarak gelen gözyaşlarını içine akıttı.
Biraz sonra kısa sarı saçlı yaşlıca bir kadın geldi, o da epey
karıştırdı. Sonunda kırmızı mantoyla siyah erkek takımını alıp parasını
vererek koşar adım gitti. Giderken “Çok ucuza aldım, kadın bu işte yeni
galiba,” diyerek mırıldanıyordu. Akşama doğru bütün giysileri sattı
Selver.
Kocası ve kızı artık evden çıkmıştı.
İçinde büyük bir boşluk, yüreği yaralı, gözleri yaşlı evin yolunu tuttu.
Durakta beklerken gözleri buğulandı, ağlamamak için dudağını ısırıyordu.
Boğazına bir taş oturmuştu sanki boğuluyordu.
Kirayı çıkarmıştı ama sevdikleri tamamen ölmüşlerdi artık. Selver’in asıl
yası o gün başlamıştı.
Otobüs geldi. Akşam vakti olduğundan çok kalabalıktı. Oturacak yer
bulamadı. Bütün gün ayakta kalmaktan dizleri ağrımaya başlamıştı. Süslü
makyajlı şık kadınlara erkekler yer veriyorlardı ama onu hiç
görmüyorlardı bile. Eve varınca ellerini yüzünü yıkadı, koltuğuna oturdu
ve televizyonu açtı. Haberlerde Ankara’da içinde yüzlerce dükkanın olduğu
o büyük binalardan birinin açılışı vardı yine.