Son yıllarda basınımıza ‘araştırmacı gazetecilik’ sözcüğü girdi ya,
eskiden böyle değildi. Çünkü ‘araştırmacılık’ gazeteciliğin olmazsa olmaz
kuralı olduğu için, başka türlüsü düşünülemezdi bile. Onun yerine ‘haber
atlatma’ ve bunu sağlayabilecek kapasitede haberi yaratacak, bulup
çıkaracak gazetecilik revaçtaydı. Olması gereken de buydu zaten. İşte
70’li yıllarda hatta 60’lı yılların ortalarından başlayarak gazetecilikte
öne çıkan anlayış ‘röportaj gazeteciliği’ oldu.
Özellikle kolay ulaşılamayan kişilere ulaşan, zor konuşanları konuşturan
gazeteciler ön plana geçti. İşte bu yıllarda öne çıkan en önemli
isimlerden biri Necmi Onur’du. Onun röportajları, o dönem çalıştığı
Hürriyet gazetesinde en önemli yüksek tiraj nedenlerinden biri oldu.
Röportaj gazeteciliği daha sonra kendini geliştirerek, röportajı yapan
kişiye gözlem, inceleme, yorumlarını ekleme olanağı da sağladı. Bir tür;
klasik haber gazeteciliğiyle köşe yazarlığının röportaj formatında
birleştirilmesi niteliğine büründü. Hatta yurdun çeşitli yörelerine
yapılan gezi gözlemleri de röportaj gazeteciliğinin kapsamına girdi.
Necmi Onur’un ardından Leyla Umar ve özellikle Anadolu gözlemleri ve halk
röportajlarıyla Fikret Otyam o dönemlere adını yazdıran tanınmış
gazeteciler arasında yer aldı..
Necmi Onur’un o yıllarda basılan bir kitabı var: ‘Çadır Tiyatrosu’..
Benim ve benden önceki kuşağın çok iyi bildiği gibi, çocukluk ve gençlik
günlerimizde Anadolu’da ‘çadır tiyatroları’ vardı. Genellikle il,il;
kasaba,kasaba dolaşan bu ‘tiyatrolar’ şarkıclarından dansözlerine,
günümüzün skeçleriyle eskinin tuluat tiyatrosunun birleşimi diyebileceğim
o zamanın ‘talk show’cularıyla ve en önemlisi ip cambazı ve
akrobatlarıyla oldukça geniş bir kadroya sahiptirler. Kendilerini
‘tiyatro kumpanyası’ olarak nitelendirirler ve her ne değin özellikle
erkek kesimi dansözlerle kadın şarkıcıları ‘dikizlemeye’ gitse ve bu
anlamda bir ‘et panayırına’ dönüşse de, bu kişiler işlerini çok büyük bir
ciddiyetle yapar ve kendilerini ‘sanatçı’ kabul ederlerdi.
Necmi Onur bu kitabında çadır tiyatrolarını ayrıntılarıyla gözlüyor,
buralarda çalışanlarla tek tek röportajlar yapıyor ve çoğu erkeğin
vücutlarıyla ilgilendiği şarkıcı ve dansöz ‘bayan sanatçı’ların perde
arkasındaki sorunlarını, çalışma koşullarını gözler önüne seriyor. ( Hani
sahaflarda falan bulursanız alın derim.)
Günümüzde çadır tiyatroları, çadır tiyatrocuları yok gibi gözüküyor. En
azından kasaba kasaba dolaşan bu kumpanyalara hiçbir zaman rastlamıyoruz.
Rastlamıyoruz da
tümüyle ortadan kalktılar mı?
Hayır, kalkmadılar. Yalnızca tek bir alanda varlıklarını sürdürmeye
çalışıyorlar.
Askerlik yapanların çok iyi bildiği, yapmayanların da en azından duyduğu
‘aç,aç’ gecelerinde gördükleriniz ‘çadır tiyatrosu’nun ta kendisi.
Gelenek bozulmadı ve bir ‘aç! aç!’ gecesi bizde de yapıldı. Gündüzden
yine bir yolunu bulup kendimi eğitimden attırmayı becermiştim. Ortalıkta
aylak aylak dolaşırken, fırının yanındaki açık hava sahnesinde bir
hareketlilik gözüme çarptı. Hemen gittim yanlarına. Kalabalık bir kadro,
kimi sahnede kimi ses düzeniyle ilgileniyor kimi de elindeki müzik aleti
akort etmeye çalışıyor. Bir köşede de 2-3 kadın şarkıcı, ellerinde
mikrofon şarkılar mırıldanarak hem seslerini açıyor hem de mikrofonun ses
düzenini ayarlamaya çalışıyorlar. Necmi Onur’un kitabı gözümde canlandı.
Tek sözcükle bir çadır tiyatrosunun içine girmiştim.
Beni gördüklerinde sorun yaratmadılar. Hatta zaman zaman sahnedeki
hoparlörlerin ayarını yaparken yardım da istediler. Ben de seve seve
onların çalışmalarına yardımcı oldum. Tam düşündüğüm gibi işlerini çok
ciddi yapıyorlardı. Abartmasız 3-4 saat süren bir prova çalışmalarında
baştan sona yanlarında oldum. Evet..yaptıklarını sanat olarak görüyor ve
kendilerini de sanatçı olarak düşünüyorlardı. Hiç de ‘aç!aç!’lık
durumları yoktu. Büyük bir ciddiyet içinde çalışırlarken gerek topluluk
olarak gerekse birey olarak başta ekonomik sorunları olmak üzere her
türlü sorunlarını da çözüm umuduyla konuşuyorlardı. Onlarla o kadar iyi
bir yakınlık sağlamıştım ki, prova arasında peynir, ekmek, domatesten
oluşan sofralarına da çağrıldım. Ve gün boyu onların çalışmalarında
elimden geldiğince yardımcı oldum.
Akşam, sahne alacakları büyük konferans salonunun içi dışı tıklım dolu.
Nedense gelenek yine bozulmadı ve çok büyük bir kalabalık ‘aç!aç’’
merakını gidermeye salonun olduğu alana akın etmeye başladı. Bir kenarda
oturmuş, merakla önümden akan kalabalığı gülümseyerek izliyorum. Yanıma
bir arkadaş yaklaştı:
-E hadi, sen gelmiyor musun?
-Hayır..
- Ya tamam..Adı bile itici..’Aç! Aç!’ da merak be oğlum. Hem onlardan
sonra sahneye bizim müzisyen arkadaşlar çıkacak. Onları dinleriz.
Değişiklik olur. Hem gel bakalım, nasıl bir şeymiş görürüz.
_ Ben gördüm.
-Nasıl gördün?
-Gündüz provalarını izledim.
- Beni niye çağırmadın lan!
***
Yine bir eğitim sabahında, uzun tartışmalardan sonra bir kez daha
raporumu öne sürerek kendimi eğitim alanından attırmayı başardım. Bahçede
oturmaya başladım. İyi de bu kez canım sıkılıyor. Her ne değin ‘muaf’sam
da eğitimden, orayı terk etmem yasak çünkü eğitim saatindeyiz. Bir yere
gidip çay içemezsin, bir arkadaşınla konuşmaya tüyemezsin, sigara bile
içemezsin. İçmeye yeltendiğimde, önce görünmeyecek zula bir yere gidiyor
sonra da klasik kamuflaj yöntemi olan öksürük nöbetlerine başlıyordum,
çakmağın ya da kibritin sesi duyulmasın diye..
Bir süre sıkıntıdan patlar halde otururken, yapılan bir anons tüm
sıkıntılarımı ortadan kaldırdı:
-Dikkat! Dikkat! Tiyatro çalışmalarına katılan arkadaşlar, prova başlamak
üzeredir. Lütfen konferans salonuna geliniz..
Bu duyuru ilgimi fazlasıyla çekmişti. Eğitim bitimini iple çektim. Biter
bitmez de soluğu bizim manga çavuşunun yanında aldım:
- Bu tiyatro işi de neyin nesi?
-
- Tiyatrocuları bir araya getirdiler. Atatürk’ün ‘oratoryo’sunu
sahneleyecekler. Onun prova çalışmaları var.
- Kimler var ki içlerinde?
- Tiyatrocular işte. Ha, bir de Can Dündar da var.
Ben Can’ın adını duyunca fitili aldım, olayı çözmüştüm. Bir şekilde
tiyatroyla ilgisi olduğunu söyleyen insanlar, eğitimden yırtmak için
güzel bir çalışma başlatmışlardı. İyi de Can’ın olduğu yerde bu işten
benim nasıl haberim olmaz? İkimiz de aynı yerde çalışıyoruz ve
çalıştığımız derginin tiyatro yazarı benim. Ben yoksam o niye var? Fitili
aldım ya biraz da kızgın adımlarla koşar adım girişteki yönetim yerine
yöneldim. Daldım içeri, bizim onbaşıya bağırırcasına çıkıştım:
- Bu tiyatro işinden benim niye haberim yok?
- Kardeşim sorduk ya baştan mesleğinizi. Sen gazeteci diye yazdırdın.
Tiyatrocu olarak yazdıranları aldık.
- Can da mı tiyatrocu diye yazdırdı?
- Evet..öyle yazıyor burada.
Olay iyice netleşmişti. Büyük olasılıkla önceki dönemlerden başlayan
böyle bir çalışma var ve millet haberli olarak kendini bu ‘sürekli arazi’
çalışmalarına atıyor.
- Ver bakayım şu listeyi bana.
Listeye baktım. Tamam, tiyatrodan tanıdığım arkadaşlar da var ama büyük
çoğunluk yaşamında bir kez olsun tiyatroya gitmemiş dahası kapısından
geçmemiş tipler. Paparazzisi bile kendini tiyatrocu diye kakalamış.
- Çıkar defteri, yaz beni de tiyatrocu diye.
- Abicim nasıl olur, bu saatten sonra olmaz ki. Hem ben yazsam da
çalışmalar başladı artık. Onlar seni almaz.
- Yaz sen. Ben kendimi aldırırım.
Kavga dövüş, kendimi tiyatrocu olarak yeniden yazdırdım.
- Bu gazetecilik işi n'olacak? Sileyim mi, o da mı kalacak?
- Ona da özel ilgi alanı dersin. Hadi ben kaçtım.
Bu kez yine koşar adım konferans salonuna yöneldim. İçerde kargaşa, her
kafadan bir ses çıkıyor, kalabalık bir grup sahneyi tıka basa doldurmuş,
bir yandan bağırıyor bir yandan da sahneden düşmemeye çalışıyor. Kadro
anormal kalabalık. Kendini buraya atmayan kalmamış. Hemen Can’ı bulup
soluğu onun yanında aldım:
- Niye bu işten benim haberim yok?
- Amaaan..bir şey yaptığımız yok ki burada. Görüyorsun işte kargaşalığı.
Kimin ne dediği anlaşılmıyor. Bunun için mi geldin? Sıkıntıdan patlıyoruz
burada.
- Boş ver. Biraz da ben patlayayım. Sanki eğitim alanı çok iç
açıcı..Yönetmen var mı? O nerde?
- Karşıdaki..ama boşuna gitme. Roller dağıtıldı. Zaten ben de dahil
çoğumuz korodayız. Başka rol yok ama koro da çok kalabalık. Oraya da
almaz.
Bir kenarda yanındaki üç kişiyle konuşan bir arkadaşı gösterdi. Gittim
yönetmenin yanına:
- Ben yeni geldim. Hemen bana da bir şey veriverin.
- Roller dağıtıldı kardeşim. Bu saatte gelinir mi? Ne vereyim şimdi ben
sana?
O sırada yönetmenin elindeki fazla olduğu anlaşılan teksleri gördüm,
kaptım birini:
- Koroya verirsin.
- Koroya nasıl vereyim yahu. Normalde on iki kişilik olması gereken koro
şu an zaten otuz kişi oldu.
Sahneye doğru seyirtirken bir yandan da gülümseyerek yönetmene laf
yetiştirdim:
- Otuz olduysa otuz bir de sorun olmaz demektir. Hem merak etme, söz,
ağzımı açmam. Yeter ki burada görüleyim.
Böylelikle benim için çok önemli olan bir sorunu daha çözümlemiş oldum.
Eğitim başlar başlamaz hemen kendimi dışarı çıkartıyor, kısa bir süre
sonra da tiyatro çalışmalarına çağrılıyorduk. Üstelik, buraya girmem,
raporumla ilgili homurtuları da kesmişti. Yani, raporlu olmasam bile
zaten çağrıldığımda tiyatro salonuna gitmek zorundaydım.
Böylelikle tiyatro bizim için iyi bir eğitimden yırtma aracı olmuştu.
Gerçi arada bir kimi subaylar, provaların ne zaman biteceğini, oyunu ne
zaman sergileyeceğimizi soruyorlardı ama onları da bir şekilde çok ciddi
çalıştığımıza ikna ediyordum. Nasıl anlatayım ‘arazi tiyatro
kumpanyası’nın provalarının bitimsiz olduğunu…
Sorunun önemli bölümü çözülmüştü ama yine de ufak tefek pürüzler vardı.
Tiyatro çalışmaları her zaman olmuyordu. Daha doğrusu olmadığı zamanlar
eğitim saatleri yine sorun yaratıyordu.
Örneğin, benden de ilham alarak kendine rapor uyduran bir grup olarak
eğitim bahçesinde otururken çağrıldık. Başımızdaki komutanlar bizim rapor
sorunumuza da çözüm bulmuşlardı. Tamam, eğitim yaptıramıyorlardı ama bu
kez de başımıza ‘ot yoldurma’ işi çıkardılar. O eğitimden sayılmıyordu ve
eğitimden çok daha yorucu ve saçmasapan bir işti. Acilen buna da bir
çözüm bulmak zorundaydım.
Ertesi sabah soluğu revirde, bizim tonton binbaşı olan doktorumuzun
yanında aldım:
- Yine n'oldu?
- Eğitim yaptırmıyorlar ama..
- Eeee..
- Şimdi de ot yolduruyorlar.
- Yol sen de..
- Yolamam. Cildime dokunuyor.
İnanmayacaksınız ama yine haklı bir gerekçem vardı. Yani öyle avanta
rapor peşinde değildim. Gerçekten de yıllar önce elimde kısa süreli bir
cilt hastalığı belirmişti. Toz toprağa bulanınca alerji yapıyor,
avuçlarımda kabarcık ve döküntüler oluyordu. Geçmişti ama ot yolmayla
yeniden başlamıştı. Elimi gösterdim. Hatta o zamanlar kullandığım
merhemin adını da söyleyip vermesini istedim. Verdi, yetinmedim, bunu ot
yoldurmamaları için kayıtlara geçirip raporlamasını da istedim. Sonunda
bir ‘ot yolamaz’ raporum da olmuş oldu.
Raporu aldığımın ertesi günü bizim bataryayı olduğu gibi topladılar. İlk
gece kaybolduğum cephaneliğe götürdüler. Cephanelik ve anormal ot var.
Yani, kuruduklarında tehlike yaratırlar. Yolunacak. Ben, raporluyum ya,
önce sesimi çıkarmadım. Çömeldim bir yere, yerden parmağımın ucuyla yavaş
yavaş, teker teker yoluyorum otları. Bu sırada başımda tanımadığım bir
subay belirdi:
- N’apıyorsun lan sen?
Gülümseyerek yüzüne baktım:
- Dört yapraklı yonca arıyorum.
- Adam gibi toplasana şu otları. Ne o öyle parmağının ucuyla alıyorsun.
Kucakla şunları.
Cebimden aldığım ilacı çıkarıp önüne atarken, yüzümde yine aynı
gülümseme, deliyim ben, raporum var dercesine:
- Yapamam. Raporum var benim..
Kalktım..alanın uzak bir yerine doğru yürümeye başladım. Cebimden
sigaramı çıkarıp yaktım. Arkamdan hala şaşkın şaşkın bakıyordu.
***
Bir gün akşam içtimasında bizim tugi yani tugay komutanımız oldukça sert
bir konuşma yaptı. Çok sayıda insanın revire gidip rapor aldığını
belirtiyor ve ekliyordu:
"Ama nedense hastayım diye rapor alan bu insanlar Antalya tatili oldu
mu birdenbire sapasağlam oluyorlar. Kısacası, artık kolayca rapor
verilmeyeceğini, rapor verilenlerin de çarşı ya da Antalya’ya
gidemeyeceklerini hatta yemek saatlerinin dışında koğuşlarından dışarı
çıkmalarına bile izin verilmeyecektir."
Bu bende şok etkisi yarattı. Tamam, revire ve bizim binbaşının yanına sık
sık gidiyordum ama daha tek bir gün bile rapor almamıştım. Benim raporlar
eğitim v.b. koşullarla ilgiliydi, tatil amaçlı değil. İçimden
hayıflandım, gerçekten de çevremde rapor almayan kalmamıştı. Kimi üç gün,
kimi beş gün..on beş gün alanlar bile vardı. Hiç alamadan gidersem içime
dert olurdu.
Ertesi gün soluğu yine binbaşının yanında aldım. Gülümseyerek karşıladı
beni:
- Duydun tuginin sesini, damladın değil mi hemen?
- Ama bak siz de biliyorsunuz tek bir gün raporum dahi yok. Beş günlük
bir rapor verin de içime dert olmasın.
- Veremem. Senden önce yazılı emir geldi. Ama hadi ben yine de seni
kırmayacağım, yedi gün vereyim.
- Yedi gün olunca cumartesi-pazar da giriyor. Yani Antalya güme gidiyor.
Olmaz.
Ondan sonra sevimli doktorumuzla aramızda tuhaf bir pazarlık başladı. Ben
günleri indirdikçe o arttırıyordu.
- Dört gün olsun o zaman..
- On dört gün veririm..
- Üç gün..
- Yirmi bir günü hemen yazayım. Bak bol bol dinlenirsin.
- Yahu hiç olmazsa bugünlük verin..
- Bak sana büyük bir iyilik. Hadi, askerlik bitesiye kadar raporlusun.
- Olmaz. Askerlik bitesiye kadar hapisim yani. Kalsın..
Kapıdan çıkarken aklıma o malum fıkra geldi. Yeniden döndüm:
- Bari saati söyle..
İkimiz de kahkahayı bastık. Saati söyledi.
***
Bu arada ‘spor yapamaz raporu aldım ya, bu kez de bende spor yapma
tutkusu başladı bir gün. Daha doğrusu, oyalanmak için bataryalar kendi
aralarında futbol turnuvaları düzenlemeye başladı. Yaşamı boyunca bırakın
futbol oynamayı bir kez olsun maça gitmemiş olan, futbolu sevmeyen bende
durduk yerde bu oyunlara katılma isteği coştu. İyi de kendi bataryamda
katılamam, spor yapamam diye bas bas bağırarak rapor almışım. Ama
‘askeri’ demokrasilerde de çare tükenmiyor. Tuttum bir gün kaçak olarak
‘Hafif ‘tabur’un maçına gittim. Turnuvaya orada katılacaktım.
Maç günü, Hafif taburla ateş idarenin maçı var. Ateş idare basın ve sanat
ağırlıklı çünkü en çok basın mensubu ve sanatla uğraşanlar ateş idareyle
bizde, ‘hafifteyse’ ezici bir çoğunluk sporcu ve akademik kadro. Daha
önce söylemiştim; başta ODTÜ olmak üzere tüm üniversite hocaları ve
profesyonel sporcular takım halinde hafife verilmiş. Karşımızdaki takım
profesyonel sporculardan da kişiler barındırıyor anlayacağınız.
Maç başladı. Bir süre sonra, ben topla ilerledikçe sağımdaki solumdaki,
önümdeki oyuncular durduk yere kendini yere atmaya, devrilmeye
başladılar..nedense? Bir ara, yanımda güçlü bir ‘ah!’ sesi, ODTÜ’den bir
hoca küt diye kendini yere attı. Anlam veremedim. Yerde kıvranırken bir
yandan da bana laf yetiştiriyor: ‘Bana değil ulan topa vuracaksın!’ Ben
de ona laf yetiştiriyorum, bir yandan önümdeki topla ilerlerken; ‘Ayak
altında dolaşma sen de!’
Bir süre daha böyle gitti, karşı takımda ‘yer dinlenmesi’ hakkını
kullanmayan kalmayınca bana karşı homurtular başladı. Derken biri
ayağımdaki askeri botlara taktı:
"Yahu bu adamın ayağında spor ayakkabısı yok. Botlarla oynuyor.
Hepimizi sakatlayacak. Biz maçtan çekiliyoruz"’
Oyun bir süre karşılıklı atışmalarla, tartışmalarla kesildi. Karşı takım
benim oyundan çıkmamı istiyor. Bizimkiler de buna yanaşmıyor. Sonra
onlardan biri ‘git, kantinden ayakkabı al gel, öyle başlasın oyun’ dedi
ama bunu da ben kabul etmedim. Nasıl edeyim? Kantin bizim koğuş ve eğitim
alanının olduğu yerin tam ortasında. Aldığımda herkes görecek, sonra ben
nasıl derdimi anlatacağım, bir spor raporlusu olarak bu alışverişi?
Sonunda bir orta yol bulundu ve beni kaleye verdiler.
İyi de ben futbol oynamış adam değilim, kaleyi hiç bilmem. Hiç de bizim
tarih kitaplarından gördüğümüz Ortaçağ kalelerine benzemiyor. Açıkta iki
tane sırık, ortada ben. Ben bunun nesini koruyacağım? Maç kaldığı yerden
başladı. Üff..sanki bir spor oyununda değil de gerçek topların atıldığı
bir savaş alanındayız. Toplar üzerime üzerime kurşun gibi yağıyor. Sanki
futbol topu değil, sahra topu atıyorlar. Karşı taraf ‘profesyonelliğini’
konuşturuyor. Ne de olsa Hafif Tabur bir iyilik yapıp beni turnuvaya
kendi sahasında aldı, bir jest yapmalıyım diyerek, attıkları her şutun
önünden centilmenlik gereği çekildim. İlk yarı sonunda benden önceki
kaleci iki gol yemişti, yedi tane de ben yedim, toplam dokuz gol yiyerek
devreyi kapattık.
Baktım böyle olmayacak ikinci yarı taktik değiştirdim. Kale nasılsa
yerinde aslanlar gibi duruyor, kimsenin de çaldığı yok, o zaman benim
yalı kazığı gibi önünde dikilmeme gerek de yok. Zaten orada dikildiğimde
üzerime gelen her şut gol oluyor. Sıtmanın aspirinle tedavi
edilemeyeceğini görerek bataklığı kurutmaya karar verdim. Yani sorunu
kaynağında çözecektim. Top karşı tarafın kendi ceza sahasından çıkıp orta
sahaya geldiği anda hemen olaya müdahale edip, kaleden ayrılarak topa
hamle yapmaya başladım. Böylece ikinci yarı benim kaleciliğim orta sahada
geçti ama ciddi ciddi çoğunu da kurtardım, gol yememeye başladım. Bir de
karşı takım oyuncuları sağ olsunlar, benim ilk yarıda gösterdiğim
centilmenliğe karşılık olarak bu kez onlar centilmence bir duruş
sergilediler. Ben orta sahaya topa daldığım an, önümde, arkamda, sağımda,
solumda kim varsa kenara çekilip bana özgür bir hareket alanı sağlamaya
başladılar. Sadece birisi, hızımı alamayıp karşı tarafın ceza sahasına
girdiğimde itiraz edecek oldu ‘ne biçim kalecisin sen be! Gitsene yerine’
diye, onu da ‘ sana kıyak olsun diye boş kale bıraktım. Beceriksizsen ben
napayım? Size de iyilik yaranmıyor’ diye susturdum.
Sonuçta, ikinci yarı sadece iki gol yedim. Bizimkiler de özellikle benim
ileri uçtaki oyun kuruculuğum ve paslarım sayesinde arka arkaya gol
attılar. Hatta birini de ben attım. Böylelikle maçı 13-11 aldık. Kısacası
o gün kırk yılın başı ilk kez futbol oynadım ve çok keyif aldım. Benim
için unutulmaz bir gün oldu. Hiç kuşkum yok, diğer arkadaşlar, özellikle
de karşı takımın oyuncuları için de unutulmaz bir gündü….
Yıllarca kaçtığım askerlik; acı, tatlı günlerle geçip gidiyordu. Hadi
sadece eleştirmiş olmayayım, örneğin, birçok kişinin aksine ben
askeriyenin yemeklerine bayıldım. En azından bizim orada, bizim dönemde
böyleydi. Gerçekten çok seçkin ve kaliteli yemekler çıkıyordu. Üstelik
kullandıkları malzeme de, yemek yapılan yer de kesinlikle özel bir
lokantada rastlayamayacağınız kadar temizdi. Biliyorum çünkü yemek haneyi
de denetledim. Bir gün daldım içeri köşe bucak, dolapların içlerine dek,
kilerde denetlemediğim yer kalmadı. Dahası, yemekhanede yemek yapılırken
aşçıların kıyafetine, büyük tencerelerin, üstelik yemek pişerken içlerine
dek didik didik ettim. Yemeklerin kalitesi ve temizliği iyiydi ama
bulaşıklar için aynı durum geçerli değil. Nedense bulaşıklar için
askeriye gıdım gıdım deterjan veriyordu. Tabak ve kaşıklar neyse de
özellikle çatallar tek sözcükle yağ içinde çıkıyordu makineden. Çatal
aralarındaki pisliği verdikleri deterjanla temizleme olanağı yok. Bu
nedenle orada bulunduğum süre içinde çatal hiç kullanmadım. Diğerlerini
de kendim ayrıca yıkadım.
Askerlik yaşamım boyunca iki şeyi bir türlü yaptıramadılar. İlki
sabahları kalktıktan sonra yatağı toplamak. Önceleri topluyordum ama
nedense başımızdaki çavuş ‘jilet gibi olacak. Üzerinde para zıplayacak’
deyince olduğu gibi bırakmaya başladım ‘o zaman sen topla. Ben böyle
çoluk çocuk oyunları oynayacak yaşı geçtim’ diye. Bir de dolaplar zaman
zaman aranır, denetlenirdi, onu da hiç yaptırmadım. Çünkü kullandığım
dolap zaten zor açılır cinstendi, sağı solu yamulmuş..biraz da ben
üzerinde oynama yaptım. Böylelikle hiç açılamaz hale geldi. Üç kez
anahtar verdiler üçünü de çöpe attım. Kilitlemiyordum ama bir yabancının
açması da olanaksızdı, ben bir şekilde açıyordum. Ne de olsa Cumhuriyet
Yurdu’ndan alışkınız bu tür kendinden şifreli dolaplara. Kimlik, çakı,
tarak ve belirli noktalara birkaç teknik yumruk, tekme atınca kolayca
açabiliyordum ama ben olmadığım zaman hiçbir asker, subay açmayı
beceremedi.
Günler akıp geçti ve son gün gelip çattı. Artık tugaydan ayrılıyoruz.
Ayrılırken başımızdaki komuta kademesiyle de tokalaşıp, sarılıp
vedalaşıyoruz. Daha önce söylediğim gibi benim için askerlik hiç de öyle
zor ve kötü geçmedi. Orada da günlük yaşamımı aynen alıştığım gibi
sürdürdüm. Hatta zaman zaman keyif aldığımı da söyleyebilirim.
Veda sırası bana geldi. Başımızdaki subayla sarılıp, tokalaştık.
- Buraya gelmeden önce burayı ürpertici ve kötü düşünmüştüm, dedim. Ama
şimdi düşüncem değişti. Açıkçası hoşuma gitti burası.
Karşımdaki subayın gözleri parladı, yüzüne gülümseme yayıldı.
- Hatta öyle ki, hazır Antalya’da buraya yakınken, Antalya’ya her
geldiğimde otelde falan kalmayacağım. Doğrudan buraya geleceğim. Bundan
sonra zırt pırt burdayım, dedim.
Anında karşımdakinin yüz hatları değişti, gerildi. Sanki çok ürkütücü bir
görüntüyle karşılaşmış gibi:
- Sakın haa, dedi..Sakın..sakın bir daha buraya adım atayım deme. Gelme!
Al işte..yıllarca bana kaçak hayatı yaşat, köşe bucak beni ara. Sonra da
ben kucak açınca bu kez itele. Gerçekten doğru..askerlikte mantık
aramayacaksın. Hani derler ya, askerde mantık yoktur, çalışmayan silaha
bile ceza verirler, diye. Gerçekten de. Bizde de vardı. Ateş İdare’nin
eğitim alanı içinde bir tank var. Zamanında çalışmamış. Ömür boyu hapis
cezası vermişler, bir ağaca zincirlemişler. Gördük.
Askerliğin mantığı böyle işte. Sen kaçıyorsun, o köşe bucak seni arıyor.
Sen kollarını açıyorsun, o itekliyor. Zincire vurulmuş tank da o ağacın
dibinde öylece durup duruyor…