Hava bulanık, içimde bir sıkıntı, ellerim ceplerimde aylak aylak
dolaşıyorum. Kızılay, her zamanki gibi kalabalık. Benim gibi sıkıntıdan
dolaşanlar, alışveriş yapanlar, vakit geçirenler ve çok acil işi varmış
gibi koşuşturan bir yığın insan. Oysa hepimizi toplasalar bizlerdeki
enerjiyle neler üretiriz, neler… Kendimle şakalaşmak da çözüm olmadı.
Hiçbir şey sıkıntımı gidermiyor. Vitrinlerine takılarak biraz müzik
dinleyebileceğimiz plakçılar da yok. Eskiden olduğu gibi Soysal Pasajı’na
girsem, şimdi adını unuttuğum o plakçıda güzel bir müzik çalsa ve ben hem
müziği dinlesem hem de içinde kitapçı dükkanlarını dolaşır gibi dolaşsam.
Hoşuma giden bir kırkbeşlik veya uzunçaları alsam. O aşkla alt kat
merdivenlerinden hızla çıkıp bir solukta damalı dolmuş taksilere atlayıp
eve varsam. Belki de sigara dumanı içinde de olsa yıllar öncesindeki gibi
Tefsan’da bir çay içsem, üç beş arkadaşı görsem bütün sıkıntılarımı alır
mıydı? Kesinlikle alırdı. Düşüncesi bile beni mutlu etmeye yetti. Benimki
içinde olduğu zamana ayak uyduramayıp geçmişe göbekten bağlanmaktan başka
bir şey değil. Sanırım yaşlanıyorum!
Cebimden telefonumu çıkardım. Nasıl çalıştığını anlamadığımız halde
hepimizin elinde olan, bizden akıllı telefonlar. Telefonu açtım; birileri
aramış ve ben duymamış olabilirdim ya da birileri bir mesaj yazmış
olabilirdi. Hiç bir arama ve mesaj yoktu. Kapatıp cebime koydum. Eskiden
olsa bu telefon susmazdı. İş çevresi, arkadaş çevresi, akraba çevresi
hepsi yabancılaştı ve eskide kaldı. Neden böyle? Dünya mı değişiyor?
Dünya eski değil mi? Dünya eski olduğuna göre eskiler önemsizleşmemeli.
Demek ki doğru orantılı değil. Dünya eski olsa da geçerli olan yeniler.
Yeni kuşak genç insanlar, yeni teknolojiler, yeni mimari tasarımlar ve
uygulamalar, yeni ekonomik modeller, yeni silahlar ve yeni paradigmalar
geçerli. Saymakla bitmiyor. Her şey yenileniyor ve eski dünya kendini
yenileyerek koruyor.
Bir süre daha dolaşıp, düşüncelerimle beraber evin yolunu tuttum. Boş
dolaşmak güzel bir şey, en azından düşündüğümün farkına varıyorum.
Bahçenin duvarında mevsim itibariyle yapraklarını dökmüş sarmaşıkların
arasından binamızın yaman kedisi Mışık fırladı. Bir an boşta bulunmuş
olmalıyım ki sıçradım ve o uzaklaşırken arkasından kendi boşluğuma
gülerek “Handan teyzemizin çapkın ve hırçın kedisi Mışık. Yine hangi
dişinin peşindesin?” diye seslendim. Benim sesimi duyan Handan Teyze
balkondan,
-Oğlum, ne zaman gelecekmiş belediye ekipleri, bilgin var mı? Mışık o
kediler yüzünden eve uğramaz oldu. Başına bir şey gelecek diye
korkuyorum. Sana zahmet bir daha arayı ver belediyeyi evladım.
Kısırlaştır şu azgın kedini, sokaktaki dişiler de rahat etsin. Neredeyse
sokaktaki bütün kediler beyaz renkli oldu sayesinde. Neyse ki bakkalın
siyah kedisi var da siyah beyaz renklerimiz oluyor. Ah Handan teyze ahhh!
Ne mümkün bunları sana söylemek. Söyleyip de kalbini kıramam. Rahmetliden
sonra onun yalnızlığını gideren tek dostu Mışık. Çünkü tatar kökenli
olduğunu söylediği eşi, çocukların evlenip onlardan ayrılmalarıyla
boşalan evlerinin yalnızlığına bir hareket gelsin diye, alıp getirdiği
yavru kedi için “Mışık tatarcada kedi demek, o nedenle adı Mışık olsun”
demiş. Mışık, kocasının ölümünden sonra ona bir hatıra ve Handan
Teyze’nin her şeyi olmuştu. Ona bir şey olursa arkasından Handan Teyze’
ye de bir şeyler olabilirdi. Sabah akşam Handan Teyze balkonda “Mışık,
Mışık…” seslenir. Bilenler yardımcı olup kediyi aramaya kalkar ya da ne
tarafta gördüklerini söyleyerek Handan Teyze’yi rahatlatırlardı.
Bilmeyenler de “Yazık, yazıkkk. Tuh, tuhhh… Kadıncağız aklını yitirmiş
Mışık, Mışık diye bağırınıyor” diyerek geçip giderlerdi. İnsanoğlunun
bilmese bile her duruma yaptığı yorumların tüm manasızlığını ortaya
koyarlardı. Ben de bu yaşlı kadının kedisine olan düşkünlüğünü gördükçe,
onun kedisine benzer bir kedi alıp yedeklesem mi diye düşünmeden
edemiyorum.
-Tamam Handan Teyzecim, ararım. Üç beş güne geleceklerini söylemişlerdi.
Birkaç cümlelik hal hatırdan sonra kendisine selam vererek cebimdeki
anahtarları çıkarıp, apartman girişine yöneldim. Akşam olmak üzereydi,
dairemin kapısını açmak için anahtarı iki kez çevirmek zorunda kaldım.
Evde kimse yoktu. Bizim hatun yine bir yerlere gitmiş olmalı diye
düşünerek salona geçtim. Televizyonun üzerinde kocaman harflerle
“Kuzey’e” yazıyordu. Yazıyı hemen tanıdım. Bu yazı Hale, Jale ve Lale
kardeşlerden Jale’nin yazısıydı. Kieslowski’nin Mavi, Beyaz, Kırmızı film
üçlemesi gibiydiler. Sevgili kayınvalidem ve kayınpederim de benim
Kieslowski’mdiler. Onların şahane eserlerinden benim hayatımı
renklendiren, melankolik mavi olanı, özgürlüğüne düşkün Jale’ydi. Onu
tanıdığıma, onunla olduğuma hiç ama hiç pişman değildim. İyi ki vardı.
İyi ki vardı da bu mektup neyin nesiydi? Hafızamı zorladım böyle bir
mektup neden olabilirdi. Merakla zarfı açtım.
“Sanki ıssız sokakların, kuş uçmayan gökyüzün ve çiçek açmayan dalların
vardı. Bütün bu yalnızlıklarının yanında, ben, fırtınadan korunan bir
limanı ve sağanakta sığınılacak bir saçağı sende buldum. Yok ile var
arasındaydın. Hep vardın ama hep de yoktun. Bir yokluğun içinde seni
tanıdım. Kendimi unutmak, benden uzaklaşıp kaybolup gitmek üzereyken sana
tutundum. Belki de sen tuttun. Oysa on yıldır aynı yoldan, aynı binaların
önünden, aynı sokaklardan geçip giderdim. O on yıllarda çok değişen bir
şey olmazdı. En fazla ağaçlar mevsimlere göre değişirdi. Şimdiki gibi
başımızı sağdan sola çevirdiğimizde var olan veya yok olan yapılar olmaz,
yolda yürürken illâ ki selam verdiğimiz tanıdıklarımız olurdu. Eve
geldiğimizde masamızda komşunun mutfağında pişmiş bir kap yemek, doyurmak
için olmasa da gönül almak için bizi beklerdi. Bunları niye anlatıyorsam,
sen de biliyorsun değil mi?
Bir ilkbahar ayının ikindi vakti, bizim eve dönmeden önceki sokakta
karşılaştık. Filmler gibi değil diyemem tıpkı öyleydi. Ben eve
koştururken yolda sana çarpmıştım. Yıllardır hiç sormadım sana; ‘Bana
bilerek mi çarptın?’ Hiç önemli değil, seni tanıdığıma, seninle yaşamımı
birleştirdiğime memnunum. Biz birbirimizi bu yalınlığın, içtenliğin
içinde sevdik. Yaşamımın renkleri oldun. Birbirimizin renkleri olduk.
Bakana yabancı birbirimize can gibiydik. Olmayan yanımızı oldurduk. Ben
yalnızlığın, sen sığınağım oldun. Bana ‘mavişim’ derdin. Mavişin sana
başka renkler veremedi. Mesela ‘kırmızı’ ve hatta kırmızının tonlarını.
Belki bu nedendendir. Belki senden belki de benden, yaşamımız tekdüze
oldu. Şimdi bu güzel beraberlikten çekip gitme zamanı geldi diye
düşünüyorum. Hani o çok sevdiğin film üçlemesindeki kırmızı gibi bende
tekrar tekrar dönüp baktım geçmişimize. Her tekrarda kendimi eksik
gördüm, yaşanılmamışlıkları gördüm. Birbirimiz için kapadığımız kapıları
gördüm. Çok geç olmadan o kapıları açabilmeliyiz diye ben bu kapıyı
arkamdan kapatıyorum. Sevgilerimle…”
Kararmak üzere olan havanın yarı aydınlattığı pencerenin önündeki koltuğa
oturdum. Arkama yaslandım. Jale’yi düşündüm. Çok sevdiğim kadını, onunla
geçen günlerimin eşsizliğini düşündüm. Birbirimizin mıknatısı gibiydik.
Yıllardır birbirimizin eksik tarafını tamamlamış bir bütün olmuştuk.
Birimiz olmadan bir yarımız eksik olurdu. Birbirimizi anlamakta
zorlandığımız anlarda en iyi yaptığımız iş duygularımızı yazıya dökerek o
yazıyı görebileceğimiz bir yerlere bırakmak olurdu. O nedenle yazdığı
mektubu anlatmak istediği ama anlatamadığı duygularını aktardığı güzel
bir edebi yazı gibi okudum. Ben onu, o beni biliyordu. Dediği gibi kapıyı
arkasından kapamıştı ama aynı kapının önünde duracak ve yine açacaktı. O
kuruntuları onu esir almayacaktı. Gülümsedim.
Geçen ay beraber doktora gitmiştik. Doktor, “Bu dönemlerde hassas ve
alıngan olur. Telaş etmeyin. Menopoz dönemi zor bir dönemdir. Anlayışlı
ve tedbirli olun. Genç bir kızınız varmış gibi düşünün.” demişti. Ben de
doktora “Demek ki bizimde kendimizi yenileme zamanımız gelmiş.” dedim.
Anlamadı.
Ona açtığım limanı hazır tutmalıydım. Evden çıkmadan, dolabındaki
çantasına böyle bir durum başıma geleceğini bildiğimden bir mektup da ben
bırakmıştım. Zarfın üzerine de büyük harflerle “SANA SELAM BIRAKMIŞTIM
DÖNDÜĞÜNDE ALMAYI UNUTMA!” diye yazmış içine de “Mavişim” yazan bir kağıt
bırakmıştım. Mutfağa doğru yürüdüm, bir kahve yapıp içeyim hatta iki
kişilik yapmalıyım diye düşündüm. Kapının sesini duydum. Jale’den başkası
olamazdı.