ÖYKÜ

Şeyda Gökoğlu   







Sana Selam Bırakmıştım, Döndüğünde Almayı Unutma


Hava bulanık, içimde bir sıkıntı, ellerim ceplerimde aylak aylak dolaşıyorum. Kızılay, her zamanki gibi kalabalık. Benim gibi sıkıntıdan dolaşanlar, alışveriş yapanlar, vakit geçirenler ve çok acil işi varmış gibi koşuşturan bir yığın insan. Oysa hepimizi toplasalar bizlerdeki enerjiyle neler üretiriz, neler… Kendimle şakalaşmak da çözüm olmadı. Hiçbir şey sıkıntımı gidermiyor. Vitrinlerine takılarak biraz müzik dinleyebileceğimiz plakçılar da yok. Eskiden olduğu gibi Soysal Pasajı’na girsem, şimdi adını unuttuğum o plakçıda güzel bir müzik çalsa ve ben hem müziği dinlesem hem de içinde kitapçı dükkanlarını dolaşır gibi dolaşsam. Hoşuma giden bir kırkbeşlik veya uzunçaları alsam. O aşkla alt kat merdivenlerinden hızla çıkıp bir solukta damalı dolmuş taksilere atlayıp eve varsam. Belki de sigara dumanı içinde de olsa yıllar öncesindeki gibi Tefsan’da bir çay içsem, üç beş arkadaşı görsem bütün sıkıntılarımı alır mıydı? Kesinlikle alırdı. Düşüncesi bile beni mutlu etmeye yetti. Benimki içinde olduğu zamana ayak uyduramayıp geçmişe göbekten bağlanmaktan başka bir şey değil. Sanırım yaşlanıyorum!

Cebimden telefonumu çıkardım. Nasıl çalıştığını anlamadığımız halde hepimizin elinde olan, bizden akıllı telefonlar. Telefonu açtım; birileri aramış ve ben duymamış olabilirdim ya da birileri bir mesaj yazmış olabilirdi. Hiç bir arama ve mesaj yoktu. Kapatıp cebime koydum. Eskiden olsa bu telefon susmazdı. İş çevresi, arkadaş çevresi, akraba çevresi hepsi yabancılaştı ve eskide kaldı. Neden böyle? Dünya mı değişiyor? Dünya eski değil mi? Dünya eski olduğuna göre eskiler önemsizleşmemeli. Demek ki doğru orantılı değil. Dünya eski olsa da geçerli olan yeniler. Yeni kuşak genç insanlar, yeni teknolojiler, yeni mimari tasarımlar ve uygulamalar, yeni ekonomik modeller, yeni silahlar ve yeni paradigmalar geçerli. Saymakla bitmiyor. Her şey yenileniyor ve eski dünya kendini yenileyerek koruyor.

Bir süre daha dolaşıp, düşüncelerimle beraber evin yolunu tuttum. Boş dolaşmak güzel bir şey, en azından düşündüğümün farkına varıyorum. Bahçenin duvarında mevsim itibariyle yapraklarını dökmüş sarmaşıkların arasından binamızın yaman kedisi Mışık fırladı. Bir an boşta bulunmuş olmalıyım ki sıçradım ve o uzaklaşırken arkasından kendi boşluğuma gülerek “Handan teyzemizin çapkın ve hırçın kedisi Mışık. Yine hangi dişinin peşindesin?” diye seslendim. Benim sesimi duyan Handan Teyze balkondan,

-Oğlum, ne zaman gelecekmiş belediye ekipleri, bilgin var mı? Mışık o kediler yüzünden eve uğramaz oldu. Başına bir şey gelecek diye korkuyorum. Sana zahmet bir daha arayı ver belediyeyi evladım.

Kısırlaştır şu azgın kedini, sokaktaki dişiler de rahat etsin. Neredeyse sokaktaki bütün kediler beyaz renkli oldu sayesinde. Neyse ki bakkalın siyah kedisi var da siyah beyaz renklerimiz oluyor. Ah Handan teyze ahhh! Ne mümkün bunları sana söylemek. Söyleyip de kalbini kıramam. Rahmetliden sonra onun yalnızlığını gideren tek dostu Mışık. Çünkü tatar kökenli olduğunu söylediği eşi, çocukların evlenip onlardan ayrılmalarıyla boşalan evlerinin yalnızlığına bir hareket gelsin diye, alıp getirdiği yavru kedi için “Mışık tatarcada kedi demek, o nedenle adı Mışık olsun” demiş. Mışık, kocasının ölümünden sonra ona bir hatıra ve Handan Teyze’nin her şeyi olmuştu. Ona bir şey olursa arkasından Handan Teyze’ ye de bir şeyler olabilirdi. Sabah akşam Handan Teyze balkonda “Mışık, Mışık…” seslenir. Bilenler yardımcı olup kediyi aramaya kalkar ya da ne tarafta gördüklerini söyleyerek Handan Teyze’yi rahatlatırlardı. Bilmeyenler de “Yazık, yazıkkk. Tuh, tuhhh… Kadıncağız aklını yitirmiş Mışık, Mışık diye bağırınıyor” diyerek geçip giderlerdi. İnsanoğlunun bilmese bile her duruma yaptığı yorumların tüm manasızlığını ortaya koyarlardı. Ben de bu yaşlı kadının kedisine olan düşkünlüğünü gördükçe, onun kedisine benzer bir kedi alıp yedeklesem mi diye düşünmeden edemiyorum.

-Tamam Handan Teyzecim, ararım. Üç beş güne geleceklerini söylemişlerdi.
Birkaç cümlelik hal hatırdan sonra kendisine selam vererek cebimdeki anahtarları çıkarıp, apartman girişine yöneldim. Akşam olmak üzereydi, dairemin kapısını açmak için anahtarı iki kez çevirmek zorunda kaldım. Evde kimse yoktu. Bizim hatun yine bir yerlere gitmiş olmalı diye düşünerek salona geçtim. Televizyonun üzerinde kocaman harflerle “Kuzey’e” yazıyordu. Yazıyı hemen tanıdım. Bu yazı Hale, Jale ve Lale kardeşlerden Jale’nin yazısıydı. Kieslowski’nin Mavi, Beyaz, Kırmızı film üçlemesi gibiydiler. Sevgili kayınvalidem ve kayınpederim de benim Kieslowski’mdiler. Onların şahane eserlerinden benim hayatımı renklendiren, melankolik mavi olanı, özgürlüğüne düşkün Jale’ydi. Onu tanıdığıma, onunla olduğuma hiç ama hiç pişman değildim. İyi ki vardı.

İyi ki vardı da bu mektup neyin nesiydi? Hafızamı zorladım böyle bir mektup neden olabilirdi. Merakla zarfı açtım.

“Sanki ıssız sokakların, kuş uçmayan gökyüzün ve çiçek açmayan dalların vardı. Bütün bu yalnızlıklarının yanında, ben, fırtınadan korunan bir limanı ve sağanakta sığınılacak bir saçağı sende buldum. Yok ile var arasındaydın. Hep vardın ama hep de yoktun. Bir yokluğun içinde seni tanıdım. Kendimi unutmak, benden uzaklaşıp kaybolup gitmek üzereyken sana tutundum. Belki de sen tuttun. Oysa on yıldır aynı yoldan, aynı binaların önünden, aynı sokaklardan geçip giderdim. O on yıllarda çok değişen bir şey olmazdı. En fazla ağaçlar mevsimlere göre değişirdi. Şimdiki gibi başımızı sağdan sola çevirdiğimizde var olan veya yok olan yapılar olmaz, yolda yürürken illâ ki selam verdiğimiz tanıdıklarımız olurdu. Eve geldiğimizde masamızda komşunun mutfağında pişmiş bir kap yemek, doyurmak için olmasa da gönül almak için bizi beklerdi. Bunları niye anlatıyorsam, sen de biliyorsun değil mi?

Bir ilkbahar ayının ikindi vakti, bizim eve dönmeden önceki sokakta karşılaştık. Filmler gibi değil diyemem tıpkı öyleydi. Ben eve koştururken yolda sana çarpmıştım. Yıllardır hiç sormadım sana; ‘Bana bilerek mi çarptın?’ Hiç önemli değil, seni tanıdığıma, seninle yaşamımı birleştirdiğime memnunum. Biz birbirimizi bu yalınlığın, içtenliğin içinde sevdik. Yaşamımın renkleri oldun. Birbirimizin renkleri olduk. Bakana yabancı birbirimize can gibiydik. Olmayan yanımızı oldurduk. Ben yalnızlığın, sen sığınağım oldun. Bana ‘mavişim’ derdin. Mavişin sana başka renkler veremedi. Mesela ‘kırmızı’ ve hatta kırmızının tonlarını. Belki bu nedendendir. Belki senden belki de benden, yaşamımız tekdüze oldu. Şimdi bu güzel beraberlikten çekip gitme zamanı geldi diye düşünüyorum. Hani o çok sevdiğin film üçlemesindeki kırmızı gibi bende tekrar tekrar dönüp baktım geçmişimize. Her tekrarda kendimi eksik gördüm, yaşanılmamışlıkları gördüm. Birbirimiz için kapadığımız kapıları gördüm. Çok geç olmadan o kapıları açabilmeliyiz diye ben bu kapıyı arkamdan kapatıyorum. Sevgilerimle…”

Kararmak üzere olan havanın yarı aydınlattığı pencerenin önündeki koltuğa oturdum. Arkama yaslandım. Jale’yi düşündüm. Çok sevdiğim kadını, onunla geçen günlerimin eşsizliğini düşündüm. Birbirimizin mıknatısı gibiydik. Yıllardır birbirimizin eksik tarafını tamamlamış bir bütün olmuştuk. Birimiz olmadan bir yarımız eksik olurdu. Birbirimizi anlamakta zorlandığımız anlarda en iyi yaptığımız iş duygularımızı yazıya dökerek o yazıyı görebileceğimiz bir yerlere bırakmak olurdu. O nedenle yazdığı mektubu anlatmak istediği ama anlatamadığı duygularını aktardığı güzel bir edebi yazı gibi okudum. Ben onu, o beni biliyordu. Dediği gibi kapıyı arkasından kapamıştı ama aynı kapının önünde duracak ve yine açacaktı. O kuruntuları onu esir almayacaktı. Gülümsedim.

Geçen ay beraber doktora gitmiştik. Doktor, “Bu dönemlerde hassas ve alıngan olur. Telaş etmeyin. Menopoz dönemi zor bir dönemdir. Anlayışlı ve tedbirli olun. Genç bir kızınız varmış gibi düşünün.” demişti. Ben de doktora “Demek ki bizimde kendimizi yenileme zamanımız gelmiş.” dedim. Anlamadı.

Ona açtığım limanı hazır tutmalıydım. Evden çıkmadan, dolabındaki çantasına böyle bir durum başıma geleceğini bildiğimden bir mektup da ben bırakmıştım. Zarfın üzerine de büyük harflerle “SANA SELAM BIRAKMIŞTIM DÖNDÜĞÜNDE ALMAYI UNUTMA!” diye yazmış içine de “Mavişim” yazan bir kağıt bırakmıştım. Mutfağa doğru yürüdüm, bir kahve yapıp içeyim hatta iki kişilik yapmalıyım diye düşündüm. Kapının sesini duydum. Jale’den başkası olamazdı.

-Kuzeycim, selam. Evde misin?

-Selam. Sana bilerek çarptım.


dizin    üst    geri    ileri  

 



 31 

 SÜJE  /  Şeyda Gökoğlu  /  yirmi sekiz kasım iki bin on yedi   / 25