Çamurlu bir güz akşamı Topkapı’dan
dalıp (1973) –Kısa pantolonlu bir Fatih
olarak– Haydarpaşa Garı’ndan
çıktın (1982). Sözün değişim değerini Dersaadet’
in (hiç out olmayan) şuarasına bırakarak. Fraklı
ve mokasenli bir taşrada
eteklerine doldurduğu taşlarla
müdahil bir İbrahim kalarak. Dışardan
Taşradan. Tersyüz edilmiş ülkende dışında
kalarak günlerin hayat
ii
Genç insanlar bulvara küçük naylon
odacıklar kurmuşlardı. Renklerinde kâğıttan
sevinçlerin Noel satıyorlardı. Bir senfoni coşkusuyla
dilsiz. Noel alıyorlardı uzaktakiler yakınlarına
uzaktaki. Dargın gibi. Düşman gibi. Yabancı
birbirlerine. İnsanlıksız. Tanışmamışlardı sanki hiç
bu meydanda önceleri. Güneşli günlerde. Mayıs
girerken örnekse. Sonra sallarla sandallar gibi savrularak
alabora olmamışlardı eylüllerine giren o kasırgada
Kasılmamışlardı. Kasılmamışlardı. K’asılmamışlardı hiç
çığırtkan çarmıhlarında karakorsan gecelerin
Unutmuşlar mıydı
Daha önce hiç tanışmamışlar mıydı? O kaptansız
geminin, o fareler selinin rastgele dövülen tayfaları
olmamışlardı! Rastgele küpeştede, kıçüstünde. Rastgele
eli yüzü kan
iii
Kaldırım yosmaları köşe bucak. Zil, tef, zurna
koc’oğlan. Bir cümbüş bir karnaval aval. Uzuneşek
bezirgânbaşı, körebe, tek el. Seksek sen gibi, ben
gibi. Eli el gibi ayağı ayak başı baş pır pır kurbağalar
doldurmuşken yolları şıpıdık adımlarıyla rap rap
rap. Yılları kırpıp kırpıp dökerlerken göllere yeşil
yeşil. Dolarken insan olmanın kurbağabilimdeki efektif
satışı vırak vırak vırak. Yağbelanartıkyağmur musunne
’sinbeniıslatişte-ya beni bırak kardeşim yoldan
geçiyordum ben öylesine ya my Rabb
Burada Allah yok-ah küçük tavşan! No god here İbr
’aihm İstanbul’da 1. Şube’nin girişinde yazıyordu. Öyle
Gagarin geyiği falan da değil. Dört imparatorluk eskitmiş o
“evrensel orospu”nun eteğinin altındaki bu izbeye
uğramadığının Tanrının, yolu oraya düşen yaralı ruhlar
tanığıdır. Ve bu izbe Gagarin’in çıktığı mesafeden daha
uzak, semiz ruhlar uygarlığınızın heyeti müsveddesine
iv
İşkembei kübranızda postmodernizm, yapıçözümcülük
met(h)inlerarası yolculuk in. Sınıf lakırdısı, ekmek davası
haysiyet, akıl fikir bu öküz bu buzağı izan ya hu out. Hep
sağa çeken bir arabada solcu marşlarla nereye varılır? İn
’tihal bir çağ bu! Saç sakal bahane 1402’liklerden boşaltılan
koltuklara bir gecede monte profesörler ülkesi-muzü’lke
’den bozma ananasü’lkesi
Telaşlı ve yarı gece yıkıntı. Boşalan iç
’in rahatlığıyla; bir Romalı gibi yedik
’lerini gördün. Bir Parisli gibi boşalttıklarını
birbirlerinin lazımlıklarını göksel çatı katı
penceresinden felsefi şatolarının. Başlarına
bağlı gezdirdikleri yem torbalarında postmodern
bir kolajdı Barthes da Eagleton da Marx da. Muamma
v
Muammer Aksoy evinin önünde
bir kurşun anıtı (31 Ocak 1990); Çetin
Emeç şoförü Sinan Ercan ile kan kardeşi o gün
(7 Mart 1990); çün Bedreddin’leyin maddiyyun
Turan Dursun (4 Eylül 1990); Bahriye Üçok bir bomba
kendine patlayan (6 Ekim 1990); Uğur Mumcu karlı sokakta
kuruyan kan izi (24 Ocak 1993); kopmuş sol kolun peşi sıra
koşan dalgın gövde Ahmet Taner Kışlalı (21 Ekim 1999); Necip
Hablemitoğlu köstebeğin kâbusu (18 Aralık 2002)
Bir ortak sebebi vardı elbet-elbet vardı sebebi ortak bir ölüm
Kredi faizlerinde boğulduğun, dörtçeker Cherokee’nin
ruhuna kan sıçrattığı bir çağda öznen kaç kır’at İbrahim
vi
Soy suyuna soy atını indireceğin dere mi
kaldı? Sintineyle kirletilmedik deniz; siyanürle
zehirlenmedik toprak! Uçakların göğe çizdiği
izde romantizm aramaktan vazgeçince mi geliş
’ecek, uçakları başka gökleri zehirlediğinde mi
bildin bileli gelişmekte olan bu tanımsız bünye
Geldin gelişmekte, gidiyorsun gelişmekte
İşini bilen memur
Oyunu kömüre tahvil eden seçmen
Talana seccade örten mümin
vii
Muzların kargoda olgunlaştığı bir dünya bu İbrahim
Kesik başların YouTube’da sakallandığı döne döne
Zehirli deniz kenarında tavşan kanı çayını yudumla
’rken aklına geliyor mu; göğe bakıyor musun? Bakma
’yı bilene her yer “göğe bakma durağı”... Ne güzel
çiziyor göğü uzakçıl uçakların bulut izi! Ölümcül gizi
yağıyor tavşan kanı çayına; klorin, fosgen, tabun, sarin
soman vs. Yağsın biz göğe bakalım
Soyunu kırdığı halkın adını arabasına veren
Yenidünya’da bir kendini arayış değilse nedir
yazı İbrahim? Kafandaki sancı
viii
Edebiyattan çıktın, giriyorum derken Edebiyat
Dostları’yla (1987) yok yere düşman kazanarak
“Sempatizan” diye küçümsediğini duydundu sonra
’dan! Masaya senden önce oturmuş empati yoksunu
kıdemli bir “kekeme”nin seni. Haklı çıktı; o kıdemli
kekeme, sen hâlâ s’empatizan şiire. Bitmez bir kendini
arayışa yaz(g)ılı bir İbrahim. Hep dış, arıda
Taşradan. Üstelik kör Babil kuyularına okuyarak
gazellerini (1989). Zurnada peşrev aranmayacağını
bilmezlenen Ortodoks bir İbrahim olarak. Darbe artığı
grotesk bir kumpanyaya direnerek –ki Haliç’in kokusunu
taşıyordu rüzgâr Langa bostanlarına–
Pirandello oyunlarından fırlama bostancıbaşı
maskesine yapışık yüzü elinde, sarayın tahrir defterine
adını iri kavun diye yazdırma telaşında
Özgün ama “okursuz kalmaya mahkûm” bir şiire
ulaştın İpteki Kareler’le (1995). Kalakaldın kitabın elinde
ix
Güneşli bir umutla geri dönüp
yüküne omuz verdin Atlas’ın (1998)
“Şunu tut da omuzluğumu düzelteyim”
diyen çakma bir Herkül’ün tuzağına düşerek
Atlattığın vartaları fraklı ve mokasenli o taşranın
gar emanetinde bırakıp. Tekrar açtın yelkenini
Boğaziçi lodosuna. Bordanda aşk kırıntıları. Kırılgan
Üstelik Köz’den geçmiş (2000); Kül’den damıtılmış (2001)
serüvenini Bizans’ın sur hendeklerine akıtarak. Üstat Hilmi
Yavuz Can verdiydi sözüne, sonra “O can bizden değildür”
dediydi mealen
Kibir geçen günü gözden kaçırmaktır
İbrahim. Kibre kapılma. Sus ve uyut
kalbinde çatallanan dili. Kalbini tuza
yatır. Ne uykunda harladığın Köz’e
güven, ne ayıkken üflediğin Kül’den sakın
x
İbrahim artık anla! Sen gelmeden çok önce
kurulmuştu saz! Çözüp her harfini yeniden
kurmazsan anlam yükleyemezsin söze
Hoş, pişen hamurun burnundaki anlamını
çözmüş değilsin henüz. Zeytinin Akdenizliliğini
Rakıda anasonu. Niye derin kuyularda debelendiğini
şaraplı gecelerde. Adalı Rum kızlarının ince bilekli
ayaklarıyla kalbini ezdiğini. Bağbozumlarını. Yolcu
beklerken neden uyuyamadığını. Yecüc kalbini yerken
Mecüc’ün sana yeni bir kalp naklettiği düşlerden
uyan artık İbrahim. Son kaçınılmaz
Kaçak dövüşmekten yorulmadın mı? Aynalarla barış artık
Yüzünün haritasına sahip çık. O kısa pantolonlu
çocuğu anımsa. Ne uzun bakmıştı bir gün, haşlanmış
mısır satan seyyar satıcının ardından. O yoksunluğu
giderebilir misin İbrahim? Yaşanmışı yaşanmamış
kılabilir misin? Sevilmemişi sevilmiş kılabilir
misin? Kendini temize çeksen ne kalır geriye
xi
Sana uzanan iki elin
alçakgönüllülüğüyle inandın şiirde dostluğa
anasona emdirilmiş kedere
Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü aldığın
salonda, arkandaki koltuktan omzunu
kavrayıp kendini tanıtan kocaman bakışlı
Ahmet Necdet’in eliyle; bir fanzinde okuduğu
“Git” için, tanıştığınız gün ceketini ilikleyen
Ataol Behramoğlu’nun eli
Ki şimdi ne zaman kadeh kaldırsan ikincisiyle
birincinin dost yüzü yüzeye vuruyor
rakı kadehlerinde
xii
Salı rakılarının
misafirinden çok içen sakisi
Sevgili Saygı, Yusufçuk Yusuf ve diğerleri
Yani istavrit, mevsimine göre hamsi, çinakop
palamut, damak yakan mezgit pane
Haydari, pilaki, yaprak sarma, acılı ezme
ve tabii ki beyazpeynir
25’lik karafta rakı buğusu
Çoğu kez mutfakta
Saygı’nın sevgili eşi
Kalanları toplamalı da görünür kılmalı
yılların buğulu camları ardında uzaklaşanı
Akşam Sefası günlerine bir nazire yapmalı
O akşama çağırmalı
kendiyle savaşmaktan yorgun herkesi
Ayrılırken
Gecenin hesabını kestikten sonra gelen
yolluklarla yine bir Ahmet Necdet vedası yapmalı
“Haydiii büyük harflerle ve kadeh kaldırarak: AKŞAM OLSA DA YATSAK / SABAH OLSA DA KALKSAK”
xiii
Birbirinin tekrarı günlerin
dipsiz dalgınlığı benzemiyor
hiçbir içkinin sarhoşluğuna
Ne büyük şaşırmıştın
bunu anladığın gün
ki Ahmet Necdet’in
banyoda düşüp öldüğü
’nü altı ay sonra
öğrenebildin
Öyle çıplak işte gün
Ölümcül bir dalgınlık
Dalgın bir ölümcüllük
Bir dalgın ölü
Ölü bile ölü değil
kanı ekrana değmediyse
xiv
Kendini temize çekmek ister
misin İbrahim? Kendini temize
Kimsenin kendini temize
çekmeye yanaşmadığı Yer’de
Kovalamaz mı unuttuğun
kanın laneti seni
Meçhulünün faili sen değilsen kim
İsmail’i kurban etmeyesin diye gökten
koç indiğine inanan kavmin neden
kuzular gibi kınalı gönderir cepheye
oğullarını İbrahim
Kazananı olan bir savaş biliyor musun
Kaybeden, öfkesine yenilen
kardeşinin öldürdüğü Habil mi
Lanetle işaretlenip insanların
cehenneminden korunan Kabil mi
kazanan
xv
Kimin öfkesi daha büyük
İbrahim? Öldüren Kabil’in mi
kanıyla kardeşini iki dünyada
lanetleyen Habil’inki mi
“Yağma yok! Kaçılmaz
yağmalanmış bir neslin kemiklerinden”
dedindi genç ömrüne ebemkuşağı gibi
doladığın o uzun Kavis’te (2003)
İçinde uğuldayan bir çocuğun
sana sorduğu soruya yirmi yıldan fazla
yanıt aradıktan sonra! Ancak sana karşı
kışkırtılmış kardeşin karşısında çaresizliğindi
söylediğin: “İtiraf ediyorum muhtacım, uçarı bir nisan
yağmuruyla yeni yıkanmış bir çift göze-kinsiz. Son arzum
budur, bildirilsin ölümsüzlere. Sonra atın yüreğimi
önüne, Olymposlu akbabaların.”
Üstündeki ölü toprağını silkinerek
kalktı ağır uykusundan şehir
Geldi durdu mücadelenin orta yerinde
Hani şöyle demiştin, evlatları
askerlerin önüne atıldığında suskunluğu için
İpteki Kareler’de: “Yüksek dağ başlarına
gömüp ölülerini ve öfkesini kendine
kapandı şehir. İçten bir sürgü daha ekleyip
kapılarına, perdelerini indirdi
ve ağıtların kazanını koydu ocağa”
xvii
Enseyi karartma İbrahim
Kurtuluş Savaşı vermiş bir halktan
umut kesilir mi
On beş gün düşündükten sonra
zamane firavunu, ümmetten
ulus yontan Mustafa Kemal’in resmini
asarak girebildi Taksim Meydanı’na
Düşün, nasıl kavurucu
bir arzudur İbrahim, oraya
kendi resmini asıp kendi devletini ilan
Ve nasıl kahreden bir yenilgidir
on beş gün düşündükten sonra
katlayıp sandığa kaldırmak hayallerini
xviii
Evet Gezi’de şehir bir devrimi denedi
Belki erken, belki geçti! Ama daha
da önemlisi, kazandığı mevzilerden
söküp attı karşıdevrimi
Sana Üç Artı Sonsuz’daki (2014)
üç şiiri yazdıran esini unutma İbrahim
Berkin’i uğurlamak için ayağa kalkan
şehri unutma
Ve utancını öfkesiyle bastırmak için
kederli kalabalığa saldıran eli
On beşinde bir fidanı
toprağa düşüren gaz kapsülünü
unutma
Ve yüzünde doğan umudu
Genzini tiner yakmış çocukların
Barikatta adam yerine konduğunda
xix
Kardeşin kardeşe karşı kışkırtılmadığı
bir dünya kabil mi? Kardeşi kardeşe
paydaş yapmayacak bir mülksüzlük
kurban bekleyen Tanrıların işine gelir mi
Kardeşinin cesedini saklayacak
yeni bir Ortadoğu arama
Sisyphos’un her gece
hile dağının doruğuna taşıdığı bilgelik
yuvarlanıyor bak her sabah gerisin geriye
Kum kana doydu; çöl haritasında
kesik başlardan bir tepe
xx
Yeni bir gün getirmeyen güneşin
Sisyphos’tan farkı ne
Gördüğün her düşü hayra
yormadan önce kalbinde
iki kere damıt İbrahim
Cebrail bekleme ki şeytanın
tuzağına düşmeyesin
Kovalamaz mı uyuttuğun
gün seni? Meçhulünün faili
sen değilsen kim
Çocuk kanıyla soslanmış
yalancı devrimler çağındasın
Gizli servislerin plazalarda planladığı
İbrahim
Kendini temize çekmeye gittiğin kim
xxi
Yüzünü görmediğin dedenden ödünç
bir adın arkasına ne çok şey sakladın
Kendi çevreninde dönerek bir boşluğu
oyan bu Yer’de. Gök’ten kurtarılmış
bir boşluğu doldurmayı deniyor ufku
kendinden menkul bir dünya. Her
kelimenin Tanrı olduğu bir meselde
Dönerek boşluğunun çevreninde
bir boşluğu oyuyorsun. Gün doluyor
İçindeki boşluktan ürkme İbrahim
Geldiğin boşluğa dönmekten. Bak
nasıl yaşamamış gibi unuttuklarını
annen
Annen ki kendi adını bilmeyen
bir keder putu şimdi. Kendinden
ürkmüş bir kelime
xxii
Dönülmeyecek bir yolculuğu
kapı önüne bırakılan ayakkabıdan
daha iyi anlatacak bir imgen var mı
“İnsanın bu dünyaya gelişi gibi gidişi de
berbat” dediydi de içerlediydin gassal
“İnsanın bu dünyaya gelişi gibi gidişi de
berbat” diye iç geçirenin aczine duyduğun
keder! Bilgelik maskına uzanayım derken
kıçı açıkta kaldığından habersiz bilgiç
Ah ölümün açık bırakıp gittiği gözleri
kederli sıvazlayarak örten el! Çeneyi
bağlarken birkaç karanfil tohumu bırakan
Aptes bozulmasın diye pamuk tıkayan
Çörekotu serpen, yufka tartar gibi
tartımlayıp doladığı katları arasına kefenin
Parmaklarının mezarlıkta ceviz yediği için
karardığına inanan o çocuk nerde? Cevizin
altında uyumanın ölümü anımsatması niye
İki lobu birbirinden ayırdıktan sonra iç kabuk
daha kolay soyuluyor taze cevizde
Bunca törenle toprağa verdiğinin, duvar dibine
kavlanıp bırakılan gömlekten farkı ne
xxiii
Kalbini yiyen Tanrı kalabalığını kov İbrahim
Kutsaya kutsaya Tanrılaştırdığın bütün kelimeleri
Kalbini aşka aç; bırak gün eş girsin içeri
Güne anlam yüklemek için oyduğun, oydukça
labirentinde kaybolduğun küflü inden çık
Mürekkeple ıslattığın kâğıtların hükmü, çişini
tutamayan o çocuğun ıslattığı çarşaflardan fazla değil
Islak çamaşırları güneşe ser
Anneni de yanına alıp sıcak toprağa uzan
Kırk yıldır eşiğinden geçmediğin baba ocağında
ısıtılmış toprakla kundaklandığın günlerdeki gibi
Güne anlam aramaktan yorulmadın mı
Günü içindeki vesveseye kurban etme
Annenden önce git İbrahim! Annenin geldiği yere
xxiv
Duruldu lodos! Deniz
ne yığdıysa kıyıya osun
İbrahim! Lodosçuların
zerzevat tezgâhında
ne varsa osun! Sanma ki
sakladığı bir şey var denizin
sana dair. İstese de saklayamaz
Lodos, safrasıdır denizin
Kustu işte; buymuş tereken
Satsa lodosçu
–ki satacak elbet–
zamane parasıyla
bir paket sigara etmez