Çok değil sadece iki saat önce, tomurcuklu ağaç dallarındaki kuşlar,
erkenden uyanan çocuklar gibi şendi. Bu şenliğe dışarı çıkarılan
kuzuların, oğlakların, buzağıların sesi de eşlik edince, köyden şamatalı
bir ses, çiçeklerle bezeli kırlara doğru akardı her bahar sabahında.
Birazdan dağa taşa, ovaya yayılacaktı köyden yola çıkan bu ses öbeği.
Gitmişlerdi yine erkenden, güneş yakıcı ışıklarıyla tepeleri aşmadan
önce. Öyle her zamanki gibi değil, bu defa geride hiçbir ses bırakmadan;
köyde ne kadar ses varsa hepsini alıp gitmişlerdi…
Büyük bir sessizlik içindeydi köy.Tavukların, horozların büyümekte olan
yavrularıyla ev önlerinde, bahçe aralarında topraktan börtü böcek
çıkarmakla uğraşırkenki “gurk gurk” sesleri, civciv cıyaklamaları da
duyulmuyordu. Beşikte ağlayan çığırtkan bebek sesleri bile yoktu. En
azından bir havlama sesi duyulurdu sürüyle birlikte gitmeyen, başı boş
sahipsiz köpeklerden. Gökyüzü de bomboştu. Kıpırtısızdı dallardaki
yapraklar...
Nereye giderdi ki bunca ses bunca soluk?
“Gittiler…Gittiler…” diyordu durmadan Nine.
“Nereye?” diye defalarca sordu çocuk.
Gökyüzüne bakıp, “Gittiler…” diyordu sadece. Kuru dal gibi parmaklarıyla
ellerini tutuyordu yaşlı kadın. Çukura kaçmış gözleriyle boz bulanık
bakıyordu öylesine…
“Hı… Karin, tamam Karin…” dedi hatırlamış gibi. Başını yukarı kaldırıp
bir daha “Gittiler…” dedi. Sonra önüne bakıp, sesini biraz öfkeyle
yükseltip,“Gittiler işte!” dedi.
Nine adını tekrar ettiğinde yeniden umutlandı çocuk. Ama hepsi bu
kadardı. “Gittiler…”diyor başka bir şey demiyordu yaşlı kadın.
Cino havlayıp bu yana koşmasaydı nereden fark edecekti ki Nine’yi. Evin
arka tarafında, bir ağacın altındaki eski ahşap sandalyede öylece
oturuyordu; bu bedeni küçücük kalmış, kamburu çıkmış, ak saçları
başındaki ak yazmadan daha ak olan Ebe Nine. Bazen dere tepe dolaşırken
görürdü onu Karin.
O da diğer köylüler gibi koluna girip evine getirirdi Nine’yi. Oğlu
bakıyordu ona, çoluk çocuğu olmayan, karısı bırakıp giden oğlu. O da
çalışıyordu; sabah gidiyor, akşam geliyordu evine çoğu zaman. Köylülere
yardım ederdi tarla bahçe işlerinde. Onlarda her türlü ihtiyaçlarını
karşılardı. Köylü kadınlar da kendi işlerinden fırsat buldukça gelip
bakarlardı Ebe Nine’ye. Biri yemeğini verir, diğeri banyosunu yaptırırdı.
Zaten zamanında kırk elli haneli olan köylerinden geriye yirmi otuz hane
kalınca insanların birbirini tanımamasına, görmezden gelmesine imkân
yoktu. Çoğu akraba olan köylülerden genç olanları şehirde buldukları iş
için, baba ocağından ayrılırken, köyde genelde anne babalar ya da “köyde
doğdum burada öleceğim” diyenler kalmıştı. Karin’in babası da toprağına
bağlıydı ve “doğduğum yerde ölürüm, bir yere gitmem” diyenlerdendi.
Köyünü, köylüsünü, toprağını, hayvan besiciliğini severek yapıyordu.
“Şehir yeri bana göre değil,” diyordu. Yakın komşusu köyün Ebe Nine’sini
de fırsat buldukça yoklar, işi çok olduğunda da ona bakması için eşini
tembihlerdi. “Onun bu köye emeği çok, ona bakmak boyun borcu,” derdi.
Karin, okul telaşı, ortalığın karışması, bazı işlerin sorumluluğu derken
uzun zamandır hiç denk gelmediği Ebe Nine’nin son gördüğünden bu yana
iyice çöktüğünü, konuşma yeteneğini de oldukça yitirdiğini anlamıştı. Ona
boşuna soru sorarak zaman kaybetmemeliydi. Zaten köylüler bu durumdaki
yaşlıların konuşmalarını dikkate almaz, söylediklerine ya güler geçer ya
da acıyarak,“Aklı gidik!” ya da,“O bunamış!”derlerdi.
“Offf ya! Akıl yitirmek nasıl bir iş? Ne yapacağım ben şimdi? Yanımda
biri olsa da,“Oğlum Karin, rüya bu rüya dese bana!” diye düşünen Karin,
kendi etrafında dönüp durdu bir süre. Yakın uzak çevreyi tekrar tekrar
gözden geçirdi. Bir ses bir hareket bir canlılık olmalıydı ev aralarında,
ağaçların üstünde, köyün etrafında, yolun kıyılarında… Ovada tarla süren
traktörün motor sesi bir yana,bir atın nal sesi bile yoktu!
Buğulanmış yeşil gözlerine oturan çaresiz bakışlarıyla yeniden Nine’ye
döndü Karin.
“Neredeler? Anamı da mı görmedin nine? Sana yiyecek bir şeyler getirmedi
mi bugün? Baksana, bizden başka kimseler yok! Keşke onu dinlesem de bir
başıma dağa çıkmasaydım bugün. Hazal’ın dağları seviyor olması bahaneydi
aslında, hadi kendine itiraf et Karin. Okula gidemeyince, bari dolaşarak
mutlu olayım diyen sendin. Nereden bileyim böyle bir şey olacağını. Peki
sen neredeydin nine?Yine dere tepe dolaşmaya mı çıkmıştın? Ne olacak
şimdi? Ne yapacağız böyle bir başımıza, ya askerler gelirse… Ya
uçaklar!.. Nine çok korktum çok!Sen de korktun mu? Duydun değil mi? Dağ
taş inledi!O kadar yakın uçtu ki başıma düşecek sandım uçağı. Mağaralar
var ya nine mağaralar… İşte onlar olmasa inan ki ben şimdi çoktan
ölmüştüm.Uçaklar kurşun atıyor, bomba atıyor nine! Bak dağa, o eski yol
var ya, hani yaylaya giden yol, oraya bomba attılar vallahi bak, simsiyah
dumanlar çıkıyor o yandan… İnsan insanı niye vurur ki nine?”
Nine, dişsiz ağzına, çapaklı gözlerine saldıran kara sinekleri
savuşturmaya çalışırken, arada bir de kendi kendine konuşan Karin’e
bakıyordu. Sonra da gözlerini çeşmeye takılı olan bahçe hortumuna dikip
uzun uzun baktı.
Karin durumu fark ettiğinde ne kadar çok susadığının da ayırdına
varmıştı.
“Cino da susamıştır, Hazal da. Oyyy kim bilir nine ne kadar susamıştır!
Yazık, önce ona su vermeliyim, belki su içince aklına bir şeyler gelir.”
Ebe Nine o sırada, “Bak, sizi babaya söylerim, kışşş kışşş…”diyordu
sineklere.
Karin yeniden umutlandı.
“Nine, babam beni bırakıp gitmezdi, ne olur söyle, hiç mi görmedin? Ne
tarafa kaçtılar, bari onu söyle? Dağa kaçsalardı ben görürdüm elbet.
Zaten onlar da bana seslenirdi, yanımdan geçip gitmezlerdi ki. Aha koca
ova önümde, yoklar, bak kimseler yok! Şehre giden yol üstündeki tepelerde
de mağaralarda da yoklar, zaten oraya gitmezler ki! Sınıra mı kaçtılar
acaba, dağın öte yüzünü dolanıp? Orası da çok uzak, hem mayınlı tarlalar
varmış orada. Şehre doğru kaçsalar… Orası da çok kötü durumda zaten.
Geçen gün bir okulu vurmuşlar nine, düşünsene bir sürü çocuk… Offf yine
aklıma geldi diyeceğim ama aslında hiç aklımdan çıkmıyor ki.Okulu
vurmuşlar nine okulu!..”
Susmuştu yaşlı kadın, hortuma bakıp duruyordu öylece. Karin de sustu o
an; az ilerideki bahçe çeşmesine yönelip musluğu açtı. Önce içinde kalan
sıcak su akardı uzun bahçe hortumundan. Karin bu suyu ellerine tutup bir
güzel yıkadı ellerini. Sonra nineye uzattı hortumun ucunu.
“Al iç nine, al su iç.”
Avucunu uzattı Nine, titrek parmakları arasından taşmakta olan sudan
içmeye çalıştı. Sonra yüzüne sürdü ellerini ıslatıp ıslatıp…
Cino’yla Hazal da hortumdan akan suyu biriktiği yerden şıpır şıpır içmeye
başlamışlardı. Sıra Karin’deydi artık. Hortumu ağzına doğru götürüp o da
kana kana içmiş, elini yüzünü yıkamış, saçlarını ıslatmıştı. Şimdi biraz
daha rahat nefes almaya başlamıştı.
Suyunu içen keçisi Hazal, şimdi biraz daha sakindi, ama onu yerdeki
kazığa bağlar bağlamaz yeniden huysuzlanmaya başlamıştı. Karin,Nine’yle
konuşurken Hazal da ipten kurtulmuş, kaçmak için uğraşıyordu. Arada
titrek titrek melese de o an onu duymuyor gibiydi Karin. Aklı fikri
Nine’de ve bomboş kalan köylerindeydi.
Cino gidip bir ağacın gölgesine yatmıştı. Karin,“O da yorulmuş olmalı,
yaşlandı artık, ne yapsın…” diye söylenirken, Cino birden yattığı yerden
kalkarak Nine’nin etrafında dolanmaya başlamıştı.Uzun çiçekli entarisinin
eteklerini kokluyordu.
Nine’nin aklaşmaya başlayan gür kaşları çatılmıştı.
“Hoşt… Hoşt…”diyerek elinin tersiyle uzaklaştırmak isterken bir yandan da
eteklerini toplamaya çalışıyordu Nine. Uzun lastikli donun paçaları ıslak
ıslaktı.
Cino’yu uzaklaştırmak isterken fark etmişti Karin. Nine ter ve çiş
kokuyordu. Kendi ter kokusunu da aldı bu arada. “Korkudan az kalsın ben
de altıma kaçıracaktım, nine ne yapsın!” dedi kendi kendine, canı daha da
sıkılarak. “Peki şimdi ne olacak? Of offf!”Ne kadar çok of çekmek
geliyordu içinden. Annesi aklına geldikçe yüreği daralıyordu. Ya Aduş ya
babası… Bir mucize olmalı, birileri çıkıp gelmeliydi hem de hemen şimdi.
Cino birdenbire hırlamaya, sonrada havlamaya başlamıştı. Karin evin alt
tarafındaki ovaya doğru havlayan Cino’ya baktı. Yemyeşil ovanın ortasında
ağaçlar arasından pırıltılarla akıp giden nehri gördü.Yemyeşil görünen
tepelerden, masmavi gökyüzünden başka bir şey görmedi. Oysa bu mevsimde
ne çok kuş olurdu dere kıyısındaki bu ağaçlara konup göçen.Bir yandan
bunları düşünürken, diğer yandan Cino’nun başını okşuyordu. Ona merak
edilecek bir şey olmadığını söyleyebilseydi keşke. Cino hırıltılar
çıkarmaya devam ediyordu.
Karin buradan dikkatli baktığında köylerinin ne kadar da güzel olduğunu
düşündü. Bu defa Hazal huysuzlanmıştı iyice. Kısacık ipini bağlı olduğu
yerden koparmaya çalışıyordu. Tam da dönüp Hazal’ı çözmeye çalışırken,
gökyüzünü âdeta yırtıp parçalayan o sesi duydu yeniden. Artık her şey
bitti diye düşündü bir an.
O korku ve heyecan içindeyken, içinden gelen başka bir ses başka bir güç
onu hızla harekete geçirmişti. Nine’yi de beraberinde yere devirmiş, evin
saçak altına doğru çekmeyi başarmıştı. Büyük bir gürültüyle üstlerinden
uçan uçaktan sonra kulakları sağır edecek bir patlama sesi duyulmuştu.
Karin, bu durumda yapılması gerekeni nasıl olduysa yapmış, ağzını açmış,
ellerini kulaklarına kapatmıştı. Tam bu sırada Hazal da bağlı olduğu
kazığı yerinden sökmüş, boynunda ucuna demir kazık bağlı iple koruluğa
doğru kaçmaya başlamıştı. Cino da peşinden fırlamıştı.
İlk şaşkınlığı atlatan Karin de onların peşisıra koşmaya
başlamıştı.Yüreği sanki ağzının içinde çarpıyordu. Bu defa
kurtulabilecekler miydi? Uzak yakın peşpeşe patlama sesleri devam
ediyordu. Kulaklarını elleriyle korumaya çalışken, tökezleyip yere düştü.
Doğrulmaya çalışırken burnunun ve dizlerinin çok acıdığını hissetti.
Burnu kanıyordu. İki parmak arasında burnunu sıkıştırıp etrafına bakındı.
Az ileride evlerinin bahçe kapısı gözüne çarptığında büyük bir umutla
oraya doğru koşmaya başlarken dizlerinin ve burnun acısını bir an
hissetmedi bile. Ne bahçe kapısı ne de evin kapısı kilitliydi. Kendini
eve attığında bir ümit etrafına bakınıp, kapalı odaların kapısını tek tek
açarken, “Ana… Baba… Adule… Ben geldim ben…” diye seslenmişti.
Dışarıda uçak ve patlama sesleri kesilince, banyoda elini yüzünü
yıkamış,tuvalete gitmiş, hatta aceleyle üstündeki tozlu ve burun kanı
değen giysilerini de değiştirmişti. Az da olsa kanayan burun deliğine,
bulduğu pamuk parçasını tıkamıştı. Elektrikler yoktu ve buzdolabının
kapağı açık kalmıştı. Temiz beze sarılı ekmek demeti, kavanozda peynir,
bir tencere yoğurt, birkaç yumurta vardı. Tencerenin üstünde bir
defterden koparılmış yaprak duruyordu. Kâğıdı aldığında babasının el
yazısını tanımıştı:
Karin oğlum, sınır kapısı açılıyormuş, ben anneni ve Adule’yi minibüse
yetiştireceğim. Beni mağarada bekle. Hazal’ı ve Cino’yu da yanından
ayırma. Bir aksilik olurda gelemezsem, yeşilderenin sol yanını takip et,
seni sınıra götürür. Sağ tarafı mayın tarlası, dikkat et.
Baban
Kâğıdı tekrar tekrar okudu. En son katlayıp pantolonunun cebine sokarken
en yüksek sesiyle ağlamaya başlamıştı. İçinde duyduğu isyanını ellerini
duvarlara vura vura, “Baba… Baba…” diye avazı çıktığı kadar haykırarak
ağladı.
Bu ağlamak onu biraz sakinleştirmişti sanki. Üstünde şimdi bir hüzün
bulutu vardı onu sarıp sarmalayan. Annesinin bitmek üzere olan kilimine
baktıkça içi acıyordu.
“Anam benim, ne çok emek verdin, ne olacak şimdi? Babam kızıyordu. Bırak
artık kilim dokumayı, karnın burnunda, uzan dinlen diyordu. Sen hiç
dinlemiyordun anam benim… Bütün derdin kilimi bitirmekti. İyi para
verecekler, hem kim bilir ne gelecek başımıza belli olmaz, bitsin
diyordun.”
Gözyaşları dudaklarından süzülüp diline değdiğinde, elinin tersiyle
yaşlarını silip, ağlayan iç sesini de susturmaya karar verdi.“Belli
olmaz!” demişti annesi,“Belli olmaz!” Kendi kendine, “Şimdi sırası değil
ağlamaların Karin!” dedi. “Nine, Cino, Hazal! Ya onlara bir şey olduysa!
Eyvah eyvah yardıma ihtiyaçları olabilir, gitmeliyim!” Bir hamlede ayağa
kalkıp kapıya yöneldi. Evin çıkış kapısı artık boyuna göre alçak
kalıyordu. Başını eğip tam çıkacakken, kuvvetli bir patlama sesi daha
duydu. İstemsizce yere yattığında, gözleri kararmış, kulakları uğultular
içinde kalmış, dili damağına yapışmıştı. Kalbi bir tokmak gibi dövüyordu
göğüs kafesini. Gözlerini kapadı, alnını serin taş zemine dayadığında,
alnının ateş gibi yandığını fark etti. Kısa bir bekleyişten sonra, başını
kaldırıp etrafına baktı. Küçük kırmızı terliklerin bir tekini gördü.
Kırmızı plastik terlikleri kardeşine kasabadaki pazardan o beğenip
almıştı. Adule çok sevinmiş, terliklerini ayağından hiç çıkarmıyordu.
Bulduğu terliğin diğer eşine bakındı, yoktu! Uzandı aldı terliği, öptü,
sonrada ceketinin cebine yerleştirdi.“Zümrüt gözlü Aduşşş, bulacağım seni
gör bak!” dedi. “Abiii…” deyişini hatırlayıp gülümsedi içinden. Hazal
tombul yanaklarını yalarken kıkır kıkır gülüşünü hatırladı kardeşinin.
Bazen defterinden sayfa koparır verirdi Aduş’una, bir de kuru boyalarını.
Resim yapmayı seviyordu kardeşi. Kuşları, kuzuları, kedi, köpekleri
çizmeye çalışıyordu; mavi kedi, kırmızı köpek, sarı kuş… O ders
çalışırken annesi de ev işleri yaparken oyalanıyordu kardeşi. Akşama
doğru tarladan gelen babasına gösteriyordu resimlerini. Aferin alınca
nasıl da mutlu oluyordu.“Benim kızım da ağabeyi gibi çalışkan olacak,”
derken Karin de ayrıca mutlu oluyordu babasının övgülerine.“Aduş da okula
başlayacaktı bu yıl. Offf!”
Dışarı çıktığında inceden inceye bir duman kokusu gelmeye başladı
burnuna. Korkarak, başını kaldırıp Ebe Nine’nin evine doğru baktı. “Ohhh!”
dedi.“Şimdilik köyün içinde isabet alan bir ev yok.” Koruluğa baktığında
büyük bir korkuya kapıldı. “Aman Allah’ım, koruluk yanıyor, koş Karin
koş!” dedi kendine. Hazal taze yaprakları, Cino gölgesini seviyordu
koruluğun. Daha dün Hazal’ı yavrusuyla burada otlatmıştı. Nasıl da
mutluydular Hazal’la yavrusu.
Cino havlıyor, Hazal acı acı meliyordu. Karin koşa koşa koruluğa
yaklaştıkça, duman gözlerini yakmaya, nefesini kesmeye başlamıştı.
Alevlerin çok uzağında değildi. Seslere yaklaştıkça, duman koyulaşıyordu.
Hazal’ın ipi çalılara dolanmış, Cino da başında havlıyordu çaresizce.
Babasının iki ay önce hediye ettiği çakıyı arka cebinden çıkardı. İpi
yetecek kadar uzunlukta kesip keçisinin boynundaki ipe sıkıca sarıldı.
Alevler onlara ulaşmadan koruluğun kıyısından çıkmayı başardılar. Oradan
uzaklaşırken korkuyla ve de içi acıyarak dönüp dönüp bakıyordu alevlerin
sarmaya başladığı koruluğa. Kendini bildi bileli bu koru vardı. Sekiz
yaşına kadar buraya babasıyla gelmişti hep. İkinci yuvası gibiydi burası.
Karin, en yakın tepeye ulaştığında dayanan koruluğa bakıp bakıp ağlıyordu
durmadan. Daha bu sabah yakınından geçip dağa gittiği yemyeşil koruluk,
şimdi dumanlı alevlere teslim olmuştu. Burası köylerinin türkü bahçesiydi
âdeta. Her bahar bir sürü ötücü kuş buraya gelir, göç mevsimine kadar
burada konaklardı. Yabani meyvesi bol, kıyısında akan incecik dere,
kuşlarla birlikte, koruluktaki bütün canlıların yaşam kaynağıydı.
“Gittiler!” demişti Ebe Nine, kuşlar için de gittiler demişti. Ebe
Nine’yi yeniden hatırladığında içindeki korku biraz daha büyümüştü.
“Hayırrrr! Hayırrrr! Ebe Nine’ye bir şey olmasın…” diye dua etmeye
başladı içinden. Sonra da,“Hey Allah’ım, neredesin, yardım etsene be,
hadi ya ne olur yardım etsene!..” diyerek koşmaya başlamıştı. Sonra
yorulup bir ağacın gölgesine uzanmıştı boylu boyunca. Bu defa da yerden
gelen gürültülü sesler duymuştu. Biraz daha dinledi bu sesleri, ne
olduğunu anlamaya çalıştı. Uzandığı yerden doğruldu hemen. Cino önde
Hazal peşinde dağa doğru yürümeyi sürdürdü, bu defa daha büyük adımlarla.
Yorulmuştu ama bir an önce oraya varmalıydı, belki babası da oraya
gelmişti.
Karin dağa yönelirken iki tank köy yoluna sapmıştı. Şimdi daha iyi
anlıyordu köyün neden aceleyle terk edildiğini. Kayalıklara doğru
koşarken dizlerinde hâl kalmamıştı. Bir taşa takılıp yere kapaklandı. Bu
arada her patlama sesinde ellerini kulaklarına kapatmıştı yine. Kulak
zarını patlatabilecek kadar güçlü patlamalardan sonra, başını yerden
kaldırıp ardına baktığında köyden dumanlar yükseliyordu. Büyük bir
suçluluk duydu. “Ebe Ninem!.. Ebe Ninem!..” diye dövündü durdu kendi
kendine. Dumanlar içindeki köye bakarken, içindeki isyan büyüdükçe
büyüdü. Onu doğurtan Ebe Nine’sine yardım edemediği için utanmıştı
kendinden. Kime ne yapmıştı ki Nine? İçinden durmadan beddualar ediyordu
savaşı çıkaranlara. “Allah’ım taş yap onları taş!” diyordu, çocuk
kalbinin en ürkmüş en çaresiz hâliyle. Yerden aldığı taşları yumruğunun
içinde sıkıp, “Aha böyle taş yap! Aha böyle!” diyordu. O anda köyün eski
muhtarının onlara çay içmeye geldiği gün söyledikleri geldi aklına. “Ya
bize bir şey yapmazlar korkmayın, kim gelecek bu unutulmuş köylere,
işinize bakın!” demişti.
Babası da,“Ya aklım almıyor Muhtar, dışarıyla savaş olsa tamam, herkes
savaşsın da. Peki biz kime karşı savaşacağız?” demişti.
“Bizim küçük köyümüzden ne istediler baba, Ebe Ninem kime ne yaptı?”
sorusu takıldı o an boğazına Karin’in.
Birkaç aydır ülke karışmıştı. Her gün televizyondan izliyorlardı. Hükümet
güçleriyle hükümete karşı çıkanlar çatışıyordu. Hükümet de bastırmaya
çalışıyordu bu isyanları. Bir yandan da hayat devam ediyordu sözde. Bir
gün onu karşısına alıp konuşmuştu babası. “Karin, oğlum, artık sen
büyüdün sayılırsın, iç savaş bu belli olmaz ne olacağı. Tedbirli olmak
lazım!” demişti.“Baktın bizim köyün yakınından top tüfek sesleri geliyor,
beni beklemeyin, hemen kaçın, köylüler nereye siz oraya. Bize en yakın
sınırı biliyorsun, başka da çaresi yok!”
Babasının notunu hatırladı biran, nehir boyunu. Bir de dağdan geç vakit
inerken, uzakta, çok uzakta yanıp sönen ışıkları hatırladı. Babası komşu
ülkenin köylerinin ışıkları demişti. Ama orası çok uzak görünüyordu.
“Sınır kapısı açılacakmış! Niye kapatıyorlar ki?” Karin kendiyle
konuşmaktan daha çok yorulmuştu. Mağaralara doğru yokuşu tırmanırken,
bazen umutsuzluğa kapılıyor, durup ne olacaksa olsun diyordu. Sonra
soluğu ve ayakları biraz dinlenince, biraz da Hazal’ın memesinden süt
içip kendine gelince yeniden yola devam etmişti. Dağdan korku, heyecan ve
merakla köye nasıl indiğini hatırlamazken, yeniden aynı korku ve
heyecanla aynı dağı tırmanmak ona çok zor gelmişti.
Babasının onu burada arayacağını biliyordu. Hazal, mağaraya
yaklaştıklarında, gözelerden, derelerden su içmiş, taze otlardan yemiş,
mağaraya doğru daha da ağır aksak yürümeye başlamıştı. Cino ve Karin de
su içmiş biraz soluklanıp, onun peşinden patika yolu tırmanmışlardı.
Mağaraya vardıklarında vakit öğleden sonraydı. Dışarısı çok sıcaktı;
mağara serinliğiyle karşılamıştı onları.
Daha çok keçileri olanlar yazın kavurucu öğlen sıcaklarında, hayvanlarını
da alıp bu dağdaki sayısız mağaraya gelir, burada dinlenirlerdi. Bu
mağara da dedelerinin zamanından beri onların sayılırdı. Artık eskisi
gibi çokça keçileri yoktu. Koyunları da köyün çobanı ovada otlatıyordu.
Karin arada bir Hazal’ı alıp buraya gelmeye bayılıyordu. Sanki başka bir
dünyada Cino ve Hazal’la özgürlüğün tadını çıkarıyordu. Yere serdiği kuru
otların üstünde uyumayı babasından öğrenmişti. Hemen her ailenin dağda
bir sığınağı vardı ama, bugün kimsecikler yoktu burada da. Herkes köydeki
tarlaları, bahçeleri temizleyip sürmeyle uğraşacaktı sözde. Babası da
komşulara yardım edecekti. Güçlü kuvvetliydi babası, taşı sıksa suyunu
çıkaran babalardandı. “Ah baba!” dedi yeniden usulca, babasının yanık
teni, kıvırcık kısa siyah saçları, çakmak gibi yanan pırıltılı gözlerini
görür gibi oldu bir an. Yine eliyle kırçıllaşan sakallarını karıştırırken
onun sorusuna cevap arıyor gibiydi sanki. Ne çok soru sorardı babasına; o
da ne kadar sabırla ve düşünerek cevap verirdi ona. Bazen de kavalıyla
neşeli türküler çalar, Karin’e,“Boş ver, düşünme o kadar, kalk biraz
oyna,” derdi. Elinde mendil oynarken Karin annesiyle Aduş da “şak şak”
ellerini çırparlardı.
Karin uykuyla uyanıklık arasında ayakkabılarını çıkardı ayağından.
Sızlayan ve kokan ayaklarını önemseyecek durumda değildi. Göz kapakları
kendiliğinden kapanmıştı…
“Anam ya iyi misin? Ebe teyze az kaldı demişti. Yoksa doğuruyor
musun?Yüzün neden ekşidi. Al bak Adule’nin terliği, tekini bulamadım.
Adule, neden beni beklemeden gittiniz? Hey durun ben de geliyorum!
Uçaklar… Uçaklar… Yok Adule, hani sen demir kanatlı kuş demiştin ya...
Bir de yerde yürüyeni var ki demir kuş değil de canavar işte! Ağzından
ateş saçıyor, tank diyorlar ona da. Sen görmedin değil mi? Boş ver, kapat
gözlerini, görme tamam mı? Sus ağlama, geçecek kardeşim geçecek… Sus…
Sus! Hazal sus! Şey ya nerede Adule? Ana… Cino, anam nerede? Offf be!
Okulu vurmuşlar, bizim okulu ana! Babam iyi ki seni yollamadık demişti.
Neden ağlıyorsun ki baba?”
Meleme sesine uyanmıştı Karin. Ama gördüğü karmakarışık kâbusun
etkisinden kurtulup bir türlü kendine gelemiyordu. Hazal, bağlı olduğu
yerde dikilmiş, durup durup arada bir meliyordu.
“Susadın mı Hazal, neden bu kadar bağırıyorsun? Bak Cino’nun sesi var mı,
usul usul yatıyor!” diyecek oldu ama Hazal’ın sağılma zamanın geldiğini
anlayınca gözlerini ovuşturup kalktı hemen.Yanında yatan Cino da o
hareketlenince kalkmış, komut bekler gibi Karin’in yüzüne bakıyordu.
Karin daha önce mağarada her işe yarayan bakır bakracı kaptığı gibi
Hazal’ın yanına vardı. Bakracı memelerinin altına koyup dolu olan
memeleri sağmaya başladı. Bakraç yarılanana kadar sağdı Hazal’ı. Cino’yla
ona bir öğünlük süt çıkmıştı fazlasıyla. Ayakkabılarını giydi,bakraçtaki
ılık sütü başına dikip doyuncaya kadar içti. Kalanını da içsin diye
Cinonun önüne koydu. Hazal’ın ipini çözdü hemen, yere çakılı demir
kazıktan. Dışarı çıktıklarında güneş yeni doğuyordu. Güzel bir yaz
başlangıcıydı. Ortalıkta kayda değer bir ses yoktu. Bütün yaşadıkları bir
düş olabilir miydi? Etrafına kaygılı gözlerle bakındı. Hazal’ın ipini
yine sabitledi yere, otlasın diye. Sonra da Cino gibi bir kayanın dibine
işedi. Karın ağrısını giderdi. Beklese miydi mağarada babasını?
Bu işte bir gariplik vardı.
“Hazal’ın yavrusu henüz küçük diye babam benimle salmamıştı. Buzağılı
ineğimizin de sesi yoktu. Komşuların hiçbirinin hayvanı yoktu ortalıkta.
İyi de köyde zaten hiçbir canlı yoktu ki, Nine’den başka. Sahi kedi köpek
bile yoktu? ”Elinin üstünü ısırdı bu sorulara cevap bulamayınca, canı
acıdı. Demek şu an rüyada değildi. “Uzaylılar mı kaçırdı bütün canlıları?
Kamyon gelecek, köyün hayvanları otlağa taşınacak demişti babam ama…
Yoksa minibüse binemeyenler önlerine bütün hayvanları katıp öyle mi
gittiler köyden. Köyümüzün tepeleri çıplak olmasaydı her bahar taşınmazdı
hayvanlar. Bu yıl iç savaş var diye biraz geç kalmıştı taşıma işi. Ama
öyle olsa da Hazal’ın yavrusunu vermez babam, daha emiyordu. Kız kardeşim
Adule nereye gitse yavru peşinden. Hazal’ın kızı diyordu Adule iki aylık
yavruya. Bazen bebek gibi kucağında taşırdı onu. Hem Hazal’ı her gün dağa
otlatmaya götüreceğime söz vermiştim. Çalıları sever. Hazal’ın kızını
almadan gitmez ki Adule. Kesin kucağına alıp götürmüştür. Hazal’ın neden
böyle huysuzlandığını şimdi anladım! Tabii yavrusunu arıyor garibim.
Gelmedi babam o da arıyor mu beni?”
Ovadaki köyüne baktı uzun uzun, yüreği acıyarak… Köy de koruluk da
uzaktan karartılar hâlinde gözüküyordu. İçi kaynayan bir çaydanlık gibi
kaynamaya başladı yine. Sıcak yaşlar inmeye başlamıştı yanaklarından.
“Bak oğlum Karin, bak köyün de yok artık!” diyordu kendi kendine
ağlarken. Cino yanına gelmiş, üzgün üzgün ona bakıyordu. “Gidelim hadi
Cino, buralarda saklanmanın anlamı yok. Gidelim, ne olacaksa olsun!..”
diyerek yola düşmüştü Karin.
Düşe kalka patika yoldan aşağıya inerken derenin kıyısına indiğini fark
etmemişti. Durduğu yerden bakınca, dere bir su yılanı gibi kıvrıla
kıvrıla ovaya doğru akıp tepelerin arasında kayboluyordu. Elini yüzü
yıkadı, ayakkabılarını çıkarıp paçalarını dizine kadar sıyırdı.Ayakları
soğuk suyla buluştuğunda içine bir ferahlık gelmişti.
“Hazal’la Cinosu içiyorlar şıpır şıpır. Ben de içsem mi? Tadı kötü ama
mecbur kalınca içilir demişti babam.En fazla hasta olurum…” diye düşündü
Karin.Ağır pas tadı olan sudan içti yeterince. Uzaklardan yine patlama
sesleri gelmeye başlamıştı. Dün yaşadığı korku dolu anlar, sanki
çoğalarak dolmuştu göğsüne. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Ama
babasının söyledikleri hep kafasının içinde dönüp duruyordu. “Komşu
ülkeye kaçmak, en doğrusu, komşu ülke…” Düşe kalka, kıyıya köşeye saklana
saklana yol alıyordu… Gün bitmiş, hâlâ komşu ülkenin komşu köyünün
sınırına varamamıştı.
Gökyüzü aydınlanıp tekrar kararıyordu. Ay bulutların arasından bir
çıkıyor bir kayboluyordu. Sanki yağmur yağacak gibiydi. Koşarak ovaya
indi, ardında da kısacık ipiyle sürüklediği Hazal ve yanında Cino. Sağda
mayın tarlası vardı, sola doğru koşmalıydı.
“Şimdi kapı dedikleri şey nerede? Filmlerdeki gibi kuleler, kaleler
nöbetçiler mi var? Buradaki salmaz, oradaki bırakmaz, aklını kullan
oğlum!” dedi kendi kendine. Babası da hep aklını kullan oğlum demiyor
muydu? Oku da, adam ol da diyordu.“ Durmadan bir şeyler giriyor araya,
oysa şu an ne yapacağımı düşünmeliyim.” Bu defada kız arkadaşı takıldı
kafasına, okulu düşününce. “Ne yapıyor ki Ayşa… Onlar da kaçtılar mı
acaba?” Ayşa’yla sözleri vardı, seneye okulları bitince aynı liseye
gideceklerdi. Hatta üniversiteye de beraber gidecekler, hiç
ayrılmayacaklardı. Nasıl haberi olacaktı ki?Nerede, ne durumdaydı Ayşa?
Zaten iki günden beri elektrikleri de kesikti. Babası telefonunu bile
şarj edememişti. Etse ne olurdu ki? Onun telefonu yoktu ki babasıyla
haberleşsinler. Kendi kendine kızdı o an.“Düşünme be oğlum, gereksiz
şeyleri düşünme!” dedi. “Şimdi ne yapman gerek, onu düşün!”
Uzakta bir tepede sarı ışıklar belirmeye başlamıştı. Yüksekçe bir yerin
üstü sanki ışıklı bir taç gibiydi. Silahlı askerler görünmese de burası
bir karakol olmalıydı. Karakolun ötesi, komşu ülke toprakları kurtuluştu.
“Televizyondaki yer burası mı ki? Ama nasıl geçilir ki? Tel örgüler,
silahlı nöbetçi askerler…” Bütün bunları düşünürken ışıklı yerden
birileri anlamadığı dilden seslendi. Nasıl cevap verilirdi ki? Cino
havladı, Hazal meledi. Susturamadı onları. Ardından da birkaç el ateş
etti sesin sahibi. Bir kayanın ardındaydı. Cino havlayacak oldu, ağzını
tuttu, başını okşadı. Korkudan mı bilemedi, bir ara bayılacak gibi oldu.
Hazal meledi birkaç defa, sesler kesildi. Cino’nun kulağına bir şeyler
fısıldadı Karin, burnuna bir şey koklattı. Sonra da onu boynundaki
tasmaya geçirdi,son bir kez okşadı onu…
Rüzgâr gibi ışığa doğru koşmaya başlamıştı Cino. Karanlık her şeyi
yutmuştu sanki. Issızlık geceye hâkim olmuştu. Arada bir gece kuşları
çığlık atıyordu.
Mülteci Kampı
Kamplara sığınanlar şimdilik yaşadıkları için şanslılardı, kalanlar için
de üzgündüler. Zaman zaman yeni sığınmacılar dâhil oluyordu kampa ve
büyüdükçe büyüyordu çadır kent. Ortak yaşam alanına kurulan
televizyondan, geride kalanların durumunu izleyip, insanlardan yardım
etmelerini istiyorlardı. Ellerinde pankartlar, kampa gelenlere seslerini
duyurmak için çırpınıyorlardı. Çocuklar tank çizmişlerdi üstü çarpı
işaretli. “Savaşa hayır!” diye haykırıyorlardı. Yetişkinlerin
bazıları,“Zafere ulaşıncaya kadar savaş!” yazmışlardı pankartlarına. Halk
başlattığı hak savaşını kazanmalıydı onlara göre. Gençlerini, eşlerini
savaşmak için bırakıp gelmişti birçok kadın.Savaşı ve savaşmayı tamamen
reddedenler de vardı. Onlar da alanı dolduran çocukların yanında barış
sloganları atıyorlardı.
Kampa dünyaca ünlü bir kadın oyuncu gelmişti o gün. Dünya basını iyilik
meleğini takip ederken, fotoğraflar çekiliyor, kameralar çekim yapıyordu.
Küçük bir kız çocuğu çadırın kıyısında, kucağında küçük bir oğlakla
oturuyordu. Annesini doğuma götürmüşlerdi çadır komşuları. O da kamptaki
başka komşuya teslim edilmişti şimdilik. Babası köylerine geri dönmüştü,
ağabeyini aramak için.Abisi Hazal’ı dolaştırmaya gitmişti dağa. Babası
onları açılacak sınır kapısına yetiştirmek için yaşlı, çocuk ve
hamilelerin olduğu dolmuşa anca yetiştirebilmişti. Kalanlar yürüyerek
köylerini terk etmişlerdi. Köylerinin her an bombalanabilir olduğunu
söylemişti büyükler.
Yaşadıklarından öğrenmişti bunca şeyi altı yaşındaki Adule. Şu an tek
tesellisi “Hazal’ın kızı” dediği yavru oğlaktı.
Ünlü kadın eğildi, bir şeyler söyledi küçük kıza. Oğlağını okşamak
istedi.
Tercümanlar girdi araya, anlattılar küçük mültecinin durumunu.
İlgileneceğini söyledi kadın ayrılırken.
Kalabalığın arasından boz renkli bir köpek belirdi, incecik sesiyle
meleyen oğlağa doğru seğirtti. Kimse farkında değildi. Küçük kız öylesine
tiz bir çığlık atmıştı ki…O an oradan uzaklaşan kalabalığın neredeyse
tamamı arkasına dönmüştü merakla.
Adule kucağındaki oğlağı bırakmış, kocaman köpeğe sarılmıştı. Bir
gazeteci bu anı kaçırmamış, boynunun tasmasına kırmızı terlik takılı
köpekle kızın boy boy fotoğraflarını çekmişti. Küçük kıza sorular sorarak
öğreniyorlardı Cino’nun dağda kalan ağabeyinin yanında olduğunu. Ama ne
ağabey ne de onları aramaya giden babadan haber vardı. Hazal da yoktu
üstelik. Adını“Şirin” koydukları yavru, Cino’nun etrafında fır dönmeye
başlamıştı.
Ertesi günkü gazete manşetlerindeki boy boy fotoğraflarından şaşkın
şaşkın bakıyorlardı; mülteci unvanı alan Mülteci Cino, Mülteci Şirin ve
Mülteci Adule…