ÖYKÜ

Handan Altın  







MÜLTECİ CİNO


Çok değil sadece iki saat önce, tomurcuklu ağaç dallarındaki kuşlar, erkenden uyanan çocuklar gibi şendi. Bu şenliğe dışarı çıkarılan kuzuların, oğlakların, buzağıların sesi de eşlik edince, köyden şamatalı bir ses, çiçeklerle bezeli kırlara doğru akardı her bahar sabahında. Birazdan dağa taşa, ovaya yayılacaktı köyden yola çıkan bu ses öbeği. Gitmişlerdi yine erkenden, güneş yakıcı ışıklarıyla tepeleri aşmadan önce. Öyle her zamanki gibi değil, bu defa geride hiçbir ses bırakmadan; köyde ne kadar ses varsa hepsini alıp gitmişlerdi…

Büyük bir sessizlik içindeydi köy.Tavukların, horozların büyümekte olan yavrularıyla ev önlerinde, bahçe aralarında topraktan börtü böcek çıkarmakla uğraşırkenki “gurk gurk” sesleri, civciv cıyaklamaları da duyulmuyordu. Beşikte ağlayan çığırtkan bebek sesleri bile yoktu. En azından bir havlama sesi duyulurdu sürüyle birlikte gitmeyen, başı boş sahipsiz köpeklerden. Gökyüzü de bomboştu. Kıpırtısızdı dallardaki yapraklar...

Nereye giderdi ki bunca ses bunca soluk?

“Gittiler…Gittiler…” diyordu durmadan Nine.

“Nereye?” diye defalarca sordu çocuk.

Gökyüzüne bakıp, “Gittiler…” diyordu sadece. Kuru dal gibi parmaklarıyla ellerini tutuyordu yaşlı kadın. Çukura kaçmış gözleriyle boz bulanık bakıyordu öylesine…

“Beni tanıdın mı nine?” dedi çocuk.

“Kimsin sen?” diye cevapladı yaşlı kadın.

Umutlanmıştı çocuk.

“Karin,” dedi.“Ben Karin, tanımadın mı? Ruşen’in oğlu. Beni doğurtan ebemsin ya… Unuttun mu?”

“Hı… Karin, tamam Karin…” dedi hatırlamış gibi. Başını yukarı kaldırıp bir daha “Gittiler…” dedi. Sonra önüne bakıp, sesini biraz öfkeyle yükseltip,“Gittiler işte!” dedi.

Nine adını tekrar ettiğinde yeniden umutlandı çocuk. Ama hepsi bu kadardı. “Gittiler…”diyor başka bir şey demiyordu yaşlı kadın.

Cino havlayıp bu yana koşmasaydı nereden fark edecekti ki Nine’yi. Evin arka tarafında, bir ağacın altındaki eski ahşap sandalyede öylece oturuyordu; bu bedeni küçücük kalmış, kamburu çıkmış, ak saçları başındaki ak yazmadan daha ak olan Ebe Nine. Bazen dere tepe dolaşırken görürdü onu Karin.

O da diğer köylüler gibi koluna girip evine getirirdi Nine’yi. Oğlu bakıyordu ona, çoluk çocuğu olmayan, karısı bırakıp giden oğlu. O da çalışıyordu; sabah gidiyor, akşam geliyordu evine çoğu zaman. Köylülere yardım ederdi tarla bahçe işlerinde. Onlarda her türlü ihtiyaçlarını karşılardı. Köylü kadınlar da kendi işlerinden fırsat buldukça gelip bakarlardı Ebe Nine’ye. Biri yemeğini verir, diğeri banyosunu yaptırırdı. Zaten zamanında kırk elli haneli olan köylerinden geriye yirmi otuz hane kalınca insanların birbirini tanımamasına, görmezden gelmesine imkân yoktu. Çoğu akraba olan köylülerden genç olanları şehirde buldukları iş için, baba ocağından ayrılırken, köyde genelde anne babalar ya da “köyde doğdum burada öleceğim” diyenler kalmıştı. Karin’in babası da toprağına bağlıydı ve “doğduğum yerde ölürüm, bir yere gitmem” diyenlerdendi. Köyünü, köylüsünü, toprağını, hayvan besiciliğini severek yapıyordu. “Şehir yeri bana göre değil,” diyordu. Yakın komşusu köyün Ebe Nine’sini de fırsat buldukça yoklar, işi çok olduğunda da ona bakması için eşini tembihlerdi. “Onun bu köye emeği çok, ona bakmak boyun borcu,” derdi.

Karin, okul telaşı, ortalığın karışması, bazı işlerin sorumluluğu derken uzun zamandır hiç denk gelmediği Ebe Nine’nin son gördüğünden bu yana iyice çöktüğünü, konuşma yeteneğini de oldukça yitirdiğini anlamıştı. Ona boşuna soru sorarak zaman kaybetmemeliydi. Zaten köylüler bu durumdaki yaşlıların konuşmalarını dikkate almaz, söylediklerine ya güler geçer ya da acıyarak,“Aklı gidik!” ya da,“O bunamış!”derlerdi.

“Offf ya! Akıl yitirmek nasıl bir iş? Ne yapacağım ben şimdi? Yanımda biri olsa da,“Oğlum Karin, rüya bu rüya dese bana!” diye düşünen Karin, kendi etrafında dönüp durdu bir süre. Yakın uzak çevreyi tekrar tekrar gözden geçirdi. Bir ses bir hareket bir canlılık olmalıydı ev aralarında, ağaçların üstünde, köyün etrafında, yolun kıyılarında… Ovada tarla süren traktörün motor sesi bir yana,bir atın nal sesi bile yoktu!

Buğulanmış yeşil gözlerine oturan çaresiz bakışlarıyla yeniden Nine’ye döndü Karin.

“Neredeler? Anamı da mı görmedin nine? Sana yiyecek bir şeyler getirmedi mi bugün? Baksana, bizden başka kimseler yok! Keşke onu dinlesem de bir başıma dağa çıkmasaydım bugün. Hazal’ın dağları seviyor olması bahaneydi aslında, hadi kendine itiraf et Karin. Okula gidemeyince, bari dolaşarak mutlu olayım diyen sendin. Nereden bileyim böyle bir şey olacağını. Peki sen neredeydin nine?Yine dere tepe dolaşmaya mı çıkmıştın? Ne olacak şimdi? Ne yapacağız böyle bir başımıza, ya askerler gelirse… Ya uçaklar!.. Nine çok korktum çok!Sen de korktun mu? Duydun değil mi? Dağ taş inledi!O kadar yakın uçtu ki başıma düşecek sandım uçağı. Mağaralar var ya nine mağaralar… İşte onlar olmasa inan ki ben şimdi çoktan ölmüştüm.Uçaklar kurşun atıyor, bomba atıyor nine! Bak dağa, o eski yol var ya, hani yaylaya giden yol, oraya bomba attılar vallahi bak, simsiyah dumanlar çıkıyor o yandan… İnsan insanı niye vurur ki nine?”

Nine, dişsiz ağzına, çapaklı gözlerine saldıran kara sinekleri savuşturmaya çalışırken, arada bir de kendi kendine konuşan Karin’e bakıyordu. Sonra da gözlerini çeşmeye takılı olan bahçe hortumuna dikip uzun uzun baktı.

Karin durumu fark ettiğinde ne kadar çok susadığının da ayırdına varmıştı.

“Cino da susamıştır, Hazal da. Oyyy kim bilir nine ne kadar susamıştır! Yazık, önce ona su vermeliyim, belki su içince aklına bir şeyler gelir.”

Ebe Nine o sırada, “Bak, sizi babaya söylerim, kışşş kışşş…”diyordu sineklere.

Karin yeniden umutlandı.

“Nine, babam beni bırakıp gitmezdi, ne olur söyle, hiç mi görmedin? Ne tarafa kaçtılar, bari onu söyle? Dağa kaçsalardı ben görürdüm elbet. Zaten onlar da bana seslenirdi, yanımdan geçip gitmezlerdi ki. Aha koca ova önümde, yoklar, bak kimseler yok! Şehre giden yol üstündeki tepelerde de mağaralarda da yoklar, zaten oraya gitmezler ki! Sınıra mı kaçtılar acaba, dağın öte yüzünü dolanıp? Orası da çok uzak, hem mayınlı tarlalar varmış orada. Şehre doğru kaçsalar… Orası da çok kötü durumda zaten. Geçen gün bir okulu vurmuşlar nine, düşünsene bir sürü çocuk… Offf yine aklıma geldi diyeceğim ama aslında hiç aklımdan çıkmıyor ki.Okulu vurmuşlar nine okulu!..”

Susmuştu yaşlı kadın, hortuma bakıp duruyordu öylece. Karin de sustu o an; az ilerideki bahçe çeşmesine yönelip musluğu açtı. Önce içinde kalan sıcak su akardı uzun bahçe hortumundan. Karin bu suyu ellerine tutup bir güzel yıkadı ellerini. Sonra nineye uzattı hortumun ucunu.

“Al iç nine, al su iç.”

Avucunu uzattı Nine, titrek parmakları arasından taşmakta olan sudan içmeye çalıştı. Sonra yüzüne sürdü ellerini ıslatıp ıslatıp…

Cino’yla Hazal da hortumdan akan suyu biriktiği yerden şıpır şıpır içmeye başlamışlardı. Sıra Karin’deydi artık. Hortumu ağzına doğru götürüp o da kana kana içmiş, elini yüzünü yıkamış, saçlarını ıslatmıştı. Şimdi biraz daha rahat nefes almaya başlamıştı.

Suyunu içen keçisi Hazal, şimdi biraz daha sakindi, ama onu yerdeki kazığa bağlar bağlamaz yeniden huysuzlanmaya başlamıştı. Karin,Nine’yle konuşurken Hazal da ipten kurtulmuş, kaçmak için uğraşıyordu. Arada titrek titrek melese de o an onu duymuyor gibiydi Karin. Aklı fikri Nine’de ve bomboş kalan köylerindeydi.
Cino gidip bir ağacın gölgesine yatmıştı. Karin,“O da yorulmuş olmalı, yaşlandı artık, ne yapsın…” diye söylenirken, Cino birden yattığı yerden kalkarak Nine’nin etrafında dolanmaya başlamıştı.Uzun çiçekli entarisinin eteklerini kokluyordu.

Nine’nin aklaşmaya başlayan gür kaşları çatılmıştı.

“Hoşt… Hoşt…”diyerek elinin tersiyle uzaklaştırmak isterken bir yandan da eteklerini toplamaya çalışıyordu Nine. Uzun lastikli donun paçaları ıslak ıslaktı.

Cino’yu uzaklaştırmak isterken fark etmişti Karin. Nine ter ve çiş kokuyordu. Kendi ter kokusunu da aldı bu arada. “Korkudan az kalsın ben de altıma kaçıracaktım, nine ne yapsın!” dedi kendi kendine, canı daha da sıkılarak. “Peki şimdi ne olacak? Of offf!”Ne kadar çok of çekmek geliyordu içinden. Annesi aklına geldikçe yüreği daralıyordu. Ya Aduş ya babası… Bir mucize olmalı, birileri çıkıp gelmeliydi hem de hemen şimdi.

Cino birdenbire hırlamaya, sonrada havlamaya başlamıştı. Karin evin alt tarafındaki ovaya doğru havlayan Cino’ya baktı. Yemyeşil ovanın ortasında ağaçlar arasından pırıltılarla akıp giden nehri gördü.Yemyeşil görünen tepelerden, masmavi gökyüzünden başka bir şey görmedi. Oysa bu mevsimde ne çok kuş olurdu dere kıyısındaki bu ağaçlara konup göçen.Bir yandan bunları düşünürken, diğer yandan Cino’nun başını okşuyordu. Ona merak edilecek bir şey olmadığını söyleyebilseydi keşke. Cino hırıltılar çıkarmaya devam ediyordu.

Karin buradan dikkatli baktığında köylerinin ne kadar da güzel olduğunu düşündü. Bu defa Hazal huysuzlanmıştı iyice. Kısacık ipini bağlı olduğu yerden koparmaya çalışıyordu. Tam da dönüp Hazal’ı çözmeye çalışırken, gökyüzünü âdeta yırtıp parçalayan o sesi duydu yeniden. Artık her şey bitti diye düşündü bir an.

O korku ve heyecan içindeyken, içinden gelen başka bir ses başka bir güç onu hızla harekete geçirmişti. Nine’yi de beraberinde yere devirmiş, evin saçak altına doğru çekmeyi başarmıştı. Büyük bir gürültüyle üstlerinden uçan uçaktan sonra kulakları sağır edecek bir patlama sesi duyulmuştu. Karin, bu durumda yapılması gerekeni nasıl olduysa yapmış, ağzını açmış, ellerini kulaklarına kapatmıştı. Tam bu sırada Hazal da bağlı olduğu kazığı yerinden sökmüş, boynunda ucuna demir kazık bağlı iple koruluğa doğru kaçmaya başlamıştı. Cino da peşinden fırlamıştı.

İlk şaşkınlığı atlatan Karin de onların peşisıra koşmaya başlamıştı.Yüreği sanki ağzının içinde çarpıyordu. Bu defa kurtulabilecekler miydi? Uzak yakın peşpeşe patlama sesleri devam ediyordu. Kulaklarını elleriyle korumaya çalışken, tökezleyip yere düştü. Doğrulmaya çalışırken burnunun ve dizlerinin çok acıdığını hissetti. Burnu kanıyordu. İki parmak arasında burnunu sıkıştırıp etrafına bakındı. Az ileride evlerinin bahçe kapısı gözüne çarptığında büyük bir umutla oraya doğru koşmaya başlarken dizlerinin ve burnun acısını bir an hissetmedi bile. Ne bahçe kapısı ne de evin kapısı kilitliydi. Kendini eve attığında bir ümit etrafına bakınıp, kapalı odaların kapısını tek tek açarken, “Ana… Baba… Adule… Ben geldim ben…” diye seslenmişti.

Dışarıda uçak ve patlama sesleri kesilince, banyoda elini yüzünü yıkamış,tuvalete gitmiş, hatta aceleyle üstündeki tozlu ve burun kanı değen giysilerini de değiştirmişti. Az da olsa kanayan burun deliğine, bulduğu pamuk parçasını tıkamıştı. Elektrikler yoktu ve buzdolabının kapağı açık kalmıştı. Temiz beze sarılı ekmek demeti, kavanozda peynir, bir tencere yoğurt, birkaç yumurta vardı. Tencerenin üstünde bir defterden koparılmış yaprak duruyordu. Kâğıdı aldığında babasının el yazısını tanımıştı:

Karin oğlum, sınır kapısı açılıyormuş, ben anneni ve Adule’yi minibüse yetiştireceğim. Beni mağarada bekle. Hazal’ı ve Cino’yu da yanından ayırma. Bir aksilik olurda gelemezsem, yeşilderenin sol yanını takip et, seni sınıra götürür. Sağ tarafı mayın tarlası, dikkat et.
Baban

Kâğıdı tekrar tekrar okudu. En son katlayıp pantolonunun cebine sokarken en yüksek sesiyle ağlamaya başlamıştı. İçinde duyduğu isyanını ellerini duvarlara vura vura, “Baba… Baba…” diye avazı çıktığı kadar haykırarak ağladı.

Bu ağlamak onu biraz sakinleştirmişti sanki. Üstünde şimdi bir hüzün bulutu vardı onu sarıp sarmalayan. Annesinin bitmek üzere olan kilimine baktıkça içi acıyordu.

“Anam benim, ne çok emek verdin, ne olacak şimdi? Babam kızıyordu. Bırak artık kilim dokumayı, karnın burnunda, uzan dinlen diyordu. Sen hiç dinlemiyordun anam benim… Bütün derdin kilimi bitirmekti. İyi para verecekler, hem kim bilir ne gelecek başımıza belli olmaz, bitsin diyordun.”

Gözyaşları dudaklarından süzülüp diline değdiğinde, elinin tersiyle yaşlarını silip, ağlayan iç sesini de susturmaya karar verdi.“Belli olmaz!” demişti annesi,“Belli olmaz!” Kendi kendine, “Şimdi sırası değil ağlamaların Karin!” dedi. “Nine, Cino, Hazal! Ya onlara bir şey olduysa! Eyvah eyvah yardıma ihtiyaçları olabilir, gitmeliyim!” Bir hamlede ayağa kalkıp kapıya yöneldi. Evin çıkış kapısı artık boyuna göre alçak kalıyordu. Başını eğip tam çıkacakken, kuvvetli bir patlama sesi daha duydu. İstemsizce yere yattığında, gözleri kararmış, kulakları uğultular içinde kalmış, dili damağına yapışmıştı. Kalbi bir tokmak gibi dövüyordu göğüs kafesini. Gözlerini kapadı, alnını serin taş zemine dayadığında, alnının ateş gibi yandığını fark etti. Kısa bir bekleyişten sonra, başını kaldırıp etrafına baktı. Küçük kırmızı terliklerin bir tekini gördü. Kırmızı plastik terlikleri kardeşine kasabadaki pazardan o beğenip almıştı. Adule çok sevinmiş, terliklerini ayağından hiç çıkarmıyordu. Bulduğu terliğin diğer eşine bakındı, yoktu! Uzandı aldı terliği, öptü, sonrada ceketinin cebine yerleştirdi.“Zümrüt gözlü Aduşşş, bulacağım seni gör bak!” dedi. “Abiii…” deyişini hatırlayıp gülümsedi içinden. Hazal tombul yanaklarını yalarken kıkır kıkır gülüşünü hatırladı kardeşinin. Bazen defterinden sayfa koparır verirdi Aduş’una, bir de kuru boyalarını. Resim yapmayı seviyordu kardeşi. Kuşları, kuzuları, kedi, köpekleri çizmeye çalışıyordu; mavi kedi, kırmızı köpek, sarı kuş… O ders çalışırken annesi de ev işleri yaparken oyalanıyordu kardeşi. Akşama doğru tarladan gelen babasına gösteriyordu resimlerini. Aferin alınca nasıl da mutlu oluyordu.“Benim kızım da ağabeyi gibi çalışkan olacak,” derken Karin de ayrıca mutlu oluyordu babasının övgülerine.“Aduş da okula başlayacaktı bu yıl. Offf!”

Dışarı çıktığında inceden inceye bir duman kokusu gelmeye başladı burnuna. Korkarak, başını kaldırıp Ebe Nine’nin evine doğru baktı. “Ohhh!” dedi.“Şimdilik köyün içinde isabet alan bir ev yok.” Koruluğa baktığında büyük bir korkuya kapıldı. “Aman Allah’ım, koruluk yanıyor, koş Karin koş!” dedi kendine. Hazal taze yaprakları, Cino gölgesini seviyordu koruluğun. Daha dün Hazal’ı yavrusuyla burada otlatmıştı. Nasıl da mutluydular Hazal’la yavrusu.

Cino havlıyor, Hazal acı acı meliyordu. Karin koşa koşa koruluğa yaklaştıkça, duman gözlerini yakmaya, nefesini kesmeye başlamıştı. Alevlerin çok uzağında değildi. Seslere yaklaştıkça, duman koyulaşıyordu. Hazal’ın ipi çalılara dolanmış, Cino da başında havlıyordu çaresizce. Babasının iki ay önce hediye ettiği çakıyı arka cebinden çıkardı. İpi yetecek kadar uzunlukta kesip keçisinin boynundaki ipe sıkıca sarıldı. Alevler onlara ulaşmadan koruluğun kıyısından çıkmayı başardılar. Oradan uzaklaşırken korkuyla ve de içi acıyarak dönüp dönüp bakıyordu alevlerin sarmaya başladığı koruluğa. Kendini bildi bileli bu koru vardı. Sekiz yaşına kadar buraya babasıyla gelmişti hep. İkinci yuvası gibiydi burası. Karin, en yakın tepeye ulaştığında dayanan koruluğa bakıp bakıp ağlıyordu durmadan. Daha bu sabah yakınından geçip dağa gittiği yemyeşil koruluk, şimdi dumanlı alevlere teslim olmuştu. Burası köylerinin türkü bahçesiydi âdeta. Her bahar bir sürü ötücü kuş buraya gelir, göç mevsimine kadar burada konaklardı. Yabani meyvesi bol, kıyısında akan incecik dere, kuşlarla birlikte, koruluktaki bütün canlıların yaşam kaynağıydı.

“Gittiler!” demişti Ebe Nine, kuşlar için de gittiler demişti. Ebe Nine’yi yeniden hatırladığında içindeki korku biraz daha büyümüştü. “Hayırrrr! Hayırrrr! Ebe Nine’ye bir şey olmasın…” diye dua etmeye başladı içinden. Sonra da,“Hey Allah’ım, neredesin, yardım etsene be, hadi ya ne olur yardım etsene!..” diyerek koşmaya başlamıştı. Sonra yorulup bir ağacın gölgesine uzanmıştı boylu boyunca. Bu defa da yerden gelen gürültülü sesler duymuştu. Biraz daha dinledi bu sesleri, ne olduğunu anlamaya çalıştı. Uzandığı yerden doğruldu hemen. Cino önde Hazal peşinde dağa doğru yürümeyi sürdürdü, bu defa daha büyük adımlarla. Yorulmuştu ama bir an önce oraya varmalıydı, belki babası da oraya gelmişti.

Karin dağa yönelirken iki tank köy yoluna sapmıştı. Şimdi daha iyi anlıyordu köyün neden aceleyle terk edildiğini. Kayalıklara doğru koşarken dizlerinde hâl kalmamıştı. Bir taşa takılıp yere kapaklandı. Bu arada her patlama sesinde ellerini kulaklarına kapatmıştı yine. Kulak zarını patlatabilecek kadar güçlü patlamalardan sonra, başını yerden kaldırıp ardına baktığında köyden dumanlar yükseliyordu. Büyük bir suçluluk duydu. “Ebe Ninem!.. Ebe Ninem!..” diye dövündü durdu kendi kendine. Dumanlar içindeki köye bakarken, içindeki isyan büyüdükçe büyüdü. Onu doğurtan Ebe Nine’sine yardım edemediği için utanmıştı kendinden. Kime ne yapmıştı ki Nine? İçinden durmadan beddualar ediyordu savaşı çıkaranlara. “Allah’ım taş yap onları taş!” diyordu, çocuk kalbinin en ürkmüş en çaresiz hâliyle. Yerden aldığı taşları yumruğunun içinde sıkıp, “Aha böyle taş yap! Aha böyle!” diyordu. O anda köyün eski muhtarının onlara çay içmeye geldiği gün söyledikleri geldi aklına. “Ya bize bir şey yapmazlar korkmayın, kim gelecek bu unutulmuş köylere, işinize bakın!” demişti.

Babası da,“Ya aklım almıyor Muhtar, dışarıyla savaş olsa tamam, herkes savaşsın da. Peki biz kime karşı savaşacağız?” demişti.

“Bizim küçük köyümüzden ne istediler baba, Ebe Ninem kime ne yaptı?” sorusu takıldı o an boğazına Karin’in.

Birkaç aydır ülke karışmıştı. Her gün televizyondan izliyorlardı. Hükümet güçleriyle hükümete karşı çıkanlar çatışıyordu. Hükümet de bastırmaya çalışıyordu bu isyanları. Bir yandan da hayat devam ediyordu sözde. Bir gün onu karşısına alıp konuşmuştu babası. “Karin, oğlum, artık sen büyüdün sayılırsın, iç savaş bu belli olmaz ne olacağı. Tedbirli olmak lazım!” demişti.“Baktın bizim köyün yakınından top tüfek sesleri geliyor, beni beklemeyin, hemen kaçın, köylüler nereye siz oraya. Bize en yakın sınırı biliyorsun, başka da çaresi yok!”

Babasının notunu hatırladı biran, nehir boyunu. Bir de dağdan geç vakit inerken, uzakta, çok uzakta yanıp sönen ışıkları hatırladı. Babası komşu ülkenin köylerinin ışıkları demişti. Ama orası çok uzak görünüyordu. “Sınır kapısı açılacakmış! Niye kapatıyorlar ki?” Karin kendiyle konuşmaktan daha çok yorulmuştu. Mağaralara doğru yokuşu tırmanırken, bazen umutsuzluğa kapılıyor, durup ne olacaksa olsun diyordu. Sonra soluğu ve ayakları biraz dinlenince, biraz da Hazal’ın memesinden süt içip kendine gelince yeniden yola devam etmişti. Dağdan korku, heyecan ve merakla köye nasıl indiğini hatırlamazken, yeniden aynı korku ve heyecanla aynı dağı tırmanmak ona çok zor gelmişti.

Babasının onu burada arayacağını biliyordu. Hazal, mağaraya yaklaştıklarında, gözelerden, derelerden su içmiş, taze otlardan yemiş, mağaraya doğru daha da ağır aksak yürümeye başlamıştı. Cino ve Karin de su içmiş biraz soluklanıp, onun peşinden patika yolu tırmanmışlardı. Mağaraya vardıklarında vakit öğleden sonraydı. Dışarısı çok sıcaktı; mağara serinliğiyle karşılamıştı onları.

Daha çok keçileri olanlar yazın kavurucu öğlen sıcaklarında, hayvanlarını da alıp bu dağdaki sayısız mağaraya gelir, burada dinlenirlerdi. Bu mağara da dedelerinin zamanından beri onların sayılırdı. Artık eskisi gibi çokça keçileri yoktu. Koyunları da köyün çobanı ovada otlatıyordu. Karin arada bir Hazal’ı alıp buraya gelmeye bayılıyordu. Sanki başka bir dünyada Cino ve Hazal’la özgürlüğün tadını çıkarıyordu. Yere serdiği kuru otların üstünde uyumayı babasından öğrenmişti. Hemen her ailenin dağda bir sığınağı vardı ama, bugün kimsecikler yoktu burada da. Herkes köydeki tarlaları, bahçeleri temizleyip sürmeyle uğraşacaktı sözde. Babası da komşulara yardım edecekti. Güçlü kuvvetliydi babası, taşı sıksa suyunu çıkaran babalardandı. “Ah baba!” dedi yeniden usulca, babasının yanık teni, kıvırcık kısa siyah saçları, çakmak gibi yanan pırıltılı gözlerini görür gibi oldu bir an. Yine eliyle kırçıllaşan sakallarını karıştırırken onun sorusuna cevap arıyor gibiydi sanki. Ne çok soru sorardı babasına; o da ne kadar sabırla ve düşünerek cevap verirdi ona. Bazen de kavalıyla neşeli türküler çalar, Karin’e,“Boş ver, düşünme o kadar, kalk biraz oyna,” derdi. Elinde mendil oynarken Karin annesiyle Aduş da “şak şak” ellerini çırparlardı.

Karin uykuyla uyanıklık arasında ayakkabılarını çıkardı ayağından. Sızlayan ve kokan ayaklarını önemseyecek durumda değildi. Göz kapakları kendiliğinden kapanmıştı…

“Anam ya iyi misin? Ebe teyze az kaldı demişti. Yoksa doğuruyor musun?Yüzün neden ekşidi. Al bak Adule’nin terliği, tekini bulamadım. Adule, neden beni beklemeden gittiniz? Hey durun ben de geliyorum! Uçaklar… Uçaklar… Yok Adule, hani sen demir kanatlı kuş demiştin ya... Bir de yerde yürüyeni var ki demir kuş değil de canavar işte! Ağzından ateş saçıyor, tank diyorlar ona da. Sen görmedin değil mi? Boş ver, kapat gözlerini, görme tamam mı? Sus ağlama, geçecek kardeşim geçecek… Sus… Sus! Hazal sus! Şey ya nerede Adule? Ana… Cino, anam nerede? Offf be! Okulu vurmuşlar, bizim okulu ana! Babam iyi ki seni yollamadık demişti. Neden ağlıyorsun ki baba?”

Meleme sesine uyanmıştı Karin. Ama gördüğü karmakarışık kâbusun etkisinden kurtulup bir türlü kendine gelemiyordu. Hazal, bağlı olduğu yerde dikilmiş, durup durup arada bir meliyordu.

“Susadın mı Hazal, neden bu kadar bağırıyorsun? Bak Cino’nun sesi var mı, usul usul yatıyor!” diyecek oldu ama Hazal’ın sağılma zamanın geldiğini anlayınca gözlerini ovuşturup kalktı hemen.Yanında yatan Cino da o hareketlenince kalkmış, komut bekler gibi Karin’in yüzüne bakıyordu. Karin daha önce mağarada her işe yarayan bakır bakracı kaptığı gibi Hazal’ın yanına vardı. Bakracı memelerinin altına koyup dolu olan memeleri sağmaya başladı. Bakraç yarılanana kadar sağdı Hazal’ı. Cino’yla ona bir öğünlük süt çıkmıştı fazlasıyla. Ayakkabılarını giydi,bakraçtaki ılık sütü başına dikip doyuncaya kadar içti. Kalanını da içsin diye Cinonun önüne koydu. Hazal’ın ipini çözdü hemen, yere çakılı demir kazıktan. Dışarı çıktıklarında güneş yeni doğuyordu. Güzel bir yaz başlangıcıydı. Ortalıkta kayda değer bir ses yoktu. Bütün yaşadıkları bir düş olabilir miydi? Etrafına kaygılı gözlerle bakındı. Hazal’ın ipini yine sabitledi yere, otlasın diye. Sonra da Cino gibi bir kayanın dibine işedi. Karın ağrısını giderdi. Beklese miydi mağarada babasını?

Bu işte bir gariplik vardı.

“Hazal’ın yavrusu henüz küçük diye babam benimle salmamıştı. Buzağılı ineğimizin de sesi yoktu. Komşuların hiçbirinin hayvanı yoktu ortalıkta. İyi de köyde zaten hiçbir canlı yoktu ki, Nine’den başka. Sahi kedi köpek bile yoktu? ”Elinin üstünü ısırdı bu sorulara cevap bulamayınca, canı acıdı. Demek şu an rüyada değildi. “Uzaylılar mı kaçırdı bütün canlıları? Kamyon gelecek, köyün hayvanları otlağa taşınacak demişti babam ama… Yoksa minibüse binemeyenler önlerine bütün hayvanları katıp öyle mi gittiler köyden. Köyümüzün tepeleri çıplak olmasaydı her bahar taşınmazdı hayvanlar. Bu yıl iç savaş var diye biraz geç kalmıştı taşıma işi. Ama öyle olsa da Hazal’ın yavrusunu vermez babam, daha emiyordu. Kız kardeşim Adule nereye gitse yavru peşinden. Hazal’ın kızı diyordu Adule iki aylık yavruya. Bazen bebek gibi kucağında taşırdı onu. Hem Hazal’ı her gün dağa otlatmaya götüreceğime söz vermiştim. Çalıları sever. Hazal’ın kızını almadan gitmez ki Adule. Kesin kucağına alıp götürmüştür. Hazal’ın neden böyle huysuzlandığını şimdi anladım! Tabii yavrusunu arıyor garibim. Gelmedi babam o da arıyor mu beni?”

Ovadaki köyüne baktı uzun uzun, yüreği acıyarak… Köy de koruluk da uzaktan karartılar hâlinde gözüküyordu. İçi kaynayan bir çaydanlık gibi kaynamaya başladı yine. Sıcak yaşlar inmeye başlamıştı yanaklarından.

“Bak oğlum Karin, bak köyün de yok artık!” diyordu kendi kendine ağlarken. Cino yanına gelmiş, üzgün üzgün ona bakıyordu. “Gidelim hadi Cino, buralarda saklanmanın anlamı yok. Gidelim, ne olacaksa olsun!..” diyerek yola düşmüştü Karin.

Düşe kalka patika yoldan aşağıya inerken derenin kıyısına indiğini fark etmemişti. Durduğu yerden bakınca, dere bir su yılanı gibi kıvrıla kıvrıla ovaya doğru akıp tepelerin arasında kayboluyordu. Elini yüzü yıkadı, ayakkabılarını çıkarıp paçalarını dizine kadar sıyırdı.Ayakları soğuk suyla buluştuğunda içine bir ferahlık gelmişti.

“Hazal’la Cinosu içiyorlar şıpır şıpır. Ben de içsem mi? Tadı kötü ama mecbur kalınca içilir demişti babam.En fazla hasta olurum…” diye düşündü Karin.Ağır pas tadı olan sudan içti yeterince. Uzaklardan yine patlama sesleri gelmeye başlamıştı. Dün yaşadığı korku dolu anlar, sanki çoğalarak dolmuştu göğsüne. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Ama babasının söyledikleri hep kafasının içinde dönüp duruyordu. “Komşu ülkeye kaçmak, en doğrusu, komşu ülke…” Düşe kalka, kıyıya köşeye saklana saklana yol alıyordu… Gün bitmiş, hâlâ komşu ülkenin komşu köyünün sınırına varamamıştı.

Gökyüzü aydınlanıp tekrar kararıyordu. Ay bulutların arasından bir çıkıyor bir kayboluyordu. Sanki yağmur yağacak gibiydi. Koşarak ovaya indi, ardında da kısacık ipiyle sürüklediği Hazal ve yanında Cino. Sağda mayın tarlası vardı, sola doğru koşmalıydı.

“Şimdi kapı dedikleri şey nerede? Filmlerdeki gibi kuleler, kaleler nöbetçiler mi var? Buradaki salmaz, oradaki bırakmaz, aklını kullan oğlum!” dedi kendi kendine. Babası da hep aklını kullan oğlum demiyor muydu? Oku da, adam ol da diyordu.“ Durmadan bir şeyler giriyor araya, oysa şu an ne yapacağımı düşünmeliyim.” Bu defada kız arkadaşı takıldı kafasına, okulu düşününce. “Ne yapıyor ki Ayşa… Onlar da kaçtılar mı acaba?” Ayşa’yla sözleri vardı, seneye okulları bitince aynı liseye gideceklerdi. Hatta üniversiteye de beraber gidecekler, hiç ayrılmayacaklardı. Nasıl haberi olacaktı ki?Nerede, ne durumdaydı Ayşa? Zaten iki günden beri elektrikleri de kesikti. Babası telefonunu bile şarj edememişti. Etse ne olurdu ki? Onun telefonu yoktu ki babasıyla haberleşsinler. Kendi kendine kızdı o an.“Düşünme be oğlum, gereksiz şeyleri düşünme!” dedi. “Şimdi ne yapman gerek, onu düşün!”

Uzakta bir tepede sarı ışıklar belirmeye başlamıştı. Yüksekçe bir yerin üstü sanki ışıklı bir taç gibiydi. Silahlı askerler görünmese de burası bir karakol olmalıydı. Karakolun ötesi, komşu ülke toprakları kurtuluştu.

“Televizyondaki yer burası mı ki? Ama nasıl geçilir ki? Tel örgüler, silahlı nöbetçi askerler…” Bütün bunları düşünürken ışıklı yerden birileri anlamadığı dilden seslendi. Nasıl cevap verilirdi ki? Cino havladı, Hazal meledi. Susturamadı onları. Ardından da birkaç el ateş etti sesin sahibi. Bir kayanın ardındaydı. Cino havlayacak oldu, ağzını tuttu, başını okşadı. Korkudan mı bilemedi, bir ara bayılacak gibi oldu. Hazal meledi birkaç defa, sesler kesildi. Cino’nun kulağına bir şeyler fısıldadı Karin, burnuna bir şey koklattı. Sonra da onu boynundaki tasmaya geçirdi,son bir kez okşadı onu…

Rüzgâr gibi ışığa doğru koşmaya başlamıştı Cino. Karanlık her şeyi yutmuştu sanki. Issızlık geceye hâkim olmuştu. Arada bir gece kuşları çığlık atıyordu.



Mülteci Kampı

Kamplara sığınanlar şimdilik yaşadıkları için şanslılardı, kalanlar için de üzgündüler. Zaman zaman yeni sığınmacılar dâhil oluyordu kampa ve büyüdükçe büyüyordu çadır kent. Ortak yaşam alanına kurulan televizyondan, geride kalanların durumunu izleyip, insanlardan yardım etmelerini istiyorlardı. Ellerinde pankartlar, kampa gelenlere seslerini duyurmak için çırpınıyorlardı. Çocuklar tank çizmişlerdi üstü çarpı işaretli. “Savaşa hayır!” diye haykırıyorlardı. Yetişkinlerin bazıları,“Zafere ulaşıncaya kadar savaş!” yazmışlardı pankartlarına. Halk başlattığı hak savaşını kazanmalıydı onlara göre. Gençlerini, eşlerini savaşmak için bırakıp gelmişti birçok kadın.Savaşı ve savaşmayı tamamen reddedenler de vardı. Onlar da alanı dolduran çocukların yanında barış sloganları atıyorlardı.

Kampa dünyaca ünlü bir kadın oyuncu gelmişti o gün. Dünya basını iyilik meleğini takip ederken, fotoğraflar çekiliyor, kameralar çekim yapıyordu.

Küçük bir kız çocuğu çadırın kıyısında, kucağında küçük bir oğlakla oturuyordu. Annesini doğuma götürmüşlerdi çadır komşuları. O da kamptaki başka komşuya teslim edilmişti şimdilik. Babası köylerine geri dönmüştü, ağabeyini aramak için.Abisi Hazal’ı dolaştırmaya gitmişti dağa. Babası onları açılacak sınır kapısına yetiştirmek için yaşlı, çocuk ve hamilelerin olduğu dolmuşa anca yetiştirebilmişti. Kalanlar yürüyerek köylerini terk etmişlerdi. Köylerinin her an bombalanabilir olduğunu söylemişti büyükler.

Yaşadıklarından öğrenmişti bunca şeyi altı yaşındaki Adule. Şu an tek tesellisi “Hazal’ın kızı” dediği yavru oğlaktı.

Ünlü kadın eğildi, bir şeyler söyledi küçük kıza. Oğlağını okşamak istedi.

Tercümanlar girdi araya, anlattılar küçük mültecinin durumunu.

İlgileneceğini söyledi kadın ayrılırken.

Kalabalığın arasından boz renkli bir köpek belirdi, incecik sesiyle meleyen oğlağa doğru seğirtti. Kimse farkında değildi. Küçük kız öylesine tiz bir çığlık atmıştı ki…O an oradan uzaklaşan kalabalığın neredeyse tamamı arkasına dönmüştü merakla.

Adule kucağındaki oğlağı bırakmış, kocaman köpeğe sarılmıştı. Bir gazeteci bu anı kaçırmamış, boynunun tasmasına kırmızı terlik takılı köpekle kızın boy boy fotoğraflarını çekmişti. Küçük kıza sorular sorarak öğreniyorlardı Cino’nun dağda kalan ağabeyinin yanında olduğunu. Ama ne ağabey ne de onları aramaya giden babadan haber vardı. Hazal da yoktu üstelik. Adını“Şirin” koydukları yavru, Cino’nun etrafında fır dönmeye başlamıştı.

Ertesi günkü gazete manşetlerindeki boy boy fotoğraflarından şaşkın şaşkın bakıyorlardı; mülteci unvanı alan Mülteci Cino, Mülteci Şirin ve Mülteci Adule…


2015 İzmir


içindekiler    üst    geri    ileri   




 40