BUGÜN ORTAYA ATTIĞI SÖYLEM VE DİLİ YARIN YIKMAYAN ŞİİR, ŞİİR DEĞİLDİR
1990'lı yılların başlarında 'Sanata Evet' kampanyasını başlatanlardan
Tamer Levent, 2014 yılında bu kampanyayı büyüterek sürdürmek amacıyla
sosyal medyaya taşıdı. O günlerde bu anlayışı geliştirmeye çalıştığı
platformda bir soru ortaya attı:
''İnsanlar sinemaya, sinema oyuncularına çok büyük ilgi ve sevgi
gösterdikleri halde, neden beğenmedikleri kişilere 'artistlik yapma!,
derler? ''
Bu soru, o zaman yeteri kadar ilgi görmedi ama aslında günümüzde de
yaşadığımız birçok sorunun karşılığı, bu sorunun yanıtında gizli. Belki
de bu nedenle bu soruyu sorma gereği duydu.
Doğru, özellikle halkın alt ve orta kesimi yıllardır sinema oyuncularına,
'artist'lerine karşı büyük bir sevgi besler. Duvarlarını onların
posterleriyle donatır; gazetelerde onların, özellikle de özel
yaşamlarıyla ilgili haberlerini yakından izlerler. Sevdikleri bu
'artist'lerin hiçbir filmini kaçırmaz, düşlerini onlarla süsler hatta
platonik de olsa onlara aşık olurlar. Ama gerçekten de, beğenmedikleri,
ciddiye almadıkları, küçümsedikleri insanlara da en çok kullandıkları
sözdür ''artistlik yapma!''
İlginçtir; bu çelişik gibi görünen tavır sadece sinema oyuncuları için
geçerlidir. Her ne değin özellikle günümüzde sinemada tanıdığımız birçok
yüz aynı zamanda tiyatro dünyamızın içinde de yer alsa; bu ''yoğun sevgi
ve küçümseme'' tiyatro oyuncularını kapsamaz, sadece sinema için
geçerlidir.
Aslında tiyatro her zaman halka daha yakın olmuştur. Onunla
içli-dışlıdır. Bakmayın son yıllarda tiyatronun yaşadığı sorunlara hatta
yokolmasına, bu ülkede seyirlik köy oyunlarından, meddah geneğinden
günümüze tiyatro her zaman varolagelmiştir. İşte sorunun yanıtı da
burada. Tiyatro her zaman halkın elinin altındadır, erişememe, ulaşamama
diye bir sorunu yoktur. ''İki kalas, bir heves''tir. İstediği an kendi de
''tiyatro'' yapabilir.
Oysa sinema halkın 'ulaşılmaz'ıdır. Kolay değildir sinema yapmak,
sinemacı olmak. Parasal yönden en azından, halkın ancak düşlerinde yer
alabilir. Hele sinema oyuncuları, hele 'artistler' asla ulaşamayacakları
yaşamı sürerler. Ekonomik yönden onlara ulaşmaları söz konusu değildir.
Sinema ''artistleri''ne ilgisi de bu noktada ortaya çıkar. Sinema onlar
için asla ulaşamayacakları ama yine de içlerinde bir umut olarak
yaşattıkları, varmak istedikleri yerdir. Tümünün düşlerinde ünlü bir
sinema 'artisti' olmak yatar. Onlara ilgi göstermeleri, saygılı
'görünmeleri', hatta coşkuyla onlara sempati, sevgi beslemelerinin nedeni
budur. Ama bu ''onlar gibi olabilme'' düşleri, içlerinde asla öyle
olamayacakları, onlara asla ulaşamayacakları duygularını da içinde
barındırır. İçten içe bir tür kin, nefret yaşatırlar bilinçlerinde. Bunu
açığa vurdukları nokta da işte bu ''aristlik yapma'' söylemidir. Onlara
ulaşabilmek amacıyla, onlara yakın düşme davranışları gösterirken, bir
yandan da onları alaşağı etme, onları yok etme bilincini de içlerinde
beslerler.
Aslında halkın bu yapısı her alanda kendini gösterir. 12 Eylül öncesinin
siyasal ortamında iki büyük partinin liderlerinin eşleri her zaman halkın
ilgi odağı olmuştur. Nazmiye Demirel ve Rahşan Ecevit.
Aslında halka yakın duran, davranışıyla onlardan biri olan, sade giyimi
ve duruşuyla Rahşan Ecevit'tir. Nazmiye Demirel ise konumundan giyimine
dek, halka en uzak olan kişiliktir. Halkın kendi iç söylemlerinde de bu
görülür. Ancak, sandığa gidildiğinde kendilerine yakın olan Rahşan
Ecevit'in eşinin değil, Nazmiye Demirel'in eşinin partisine gider oylar.
Üstelik bu oyların büyük bir bölümü yine kadınlardan gelir. İşte burada
da aynı tavırla karşı karşıyayız. Her yönden eleştirdikleri, yerden yere
vurdukları, onlara çok uzak olan kişinin siyasi çizgisine hiçbir zaman
uzak durmak istemezler. Çünkü imrendikleri, olmak istedikleri kişi odur.
Kendilerine yakın olan kişi ise onlara çok 'uzak'tır. Çünkü ona benzer,
sade bir hayatı zaten yaşamaktadırlar.Yakın durdukları, destekledikleri
kişinin temsil ettiği partiyi ise bir yandan iktidar yaparken öte yandan
da yerden yere vurmayı, o kişinin 'frapan' buldukları giyimiyle örneğin,
dalga geçmeyi ihmal etmezler. Çünkü o, onlar için, ulaşmak istedikleri
ama ulaşamayacakları bir 'artist'tir.
Halkın alt ve orta kesimlerinde egemen olan bu tutum toplumun genelini de
belirler. Ve tüm katmanlar buna benzer davranış kalıpları kurarlar. Halk
böyle de, aydınlar örneğin.. sanat çevrelerine, edebiyat dünyasına egemen
olan davranış kalıpları çok mu farklı? Daha da ötesi, topluma yön vermek
amacıyla yola çıkan ideolojiler, örgütlenmeler çok mu farklı?
Bizde gerek aydın kesimde, gerek sanat alanında gerekse topluma önderlik
yapma savıyla yola çıkan tüm ideolojik hareketlerin en büyük eksikliği
kendi varoluş dillerini, duruşlarını ve eylem yapısını oluşturamamış
olmaları. Yani, bir karşı çıkış, seçenek oluşturabilen bir muhalif dil,
söylem yok. Bizim aydınımız da, sanatçılarımız da, ideologlarımız da yani
bizim muhalefetimiz de iktidarın ta kendisi aslında.. iktidar odaklı,
iktidar söylemi içinde çıkış yolu arıyor. İktidara karşı, karşı bir yaşam
dili yok. Karşı oldukları, eleştirdikleri iktidarlara karşı yine onların
dilini kullanıyorlar. Yani her açıdan, iktidara yakın düşüyorlar. Aslında
bu sorun uzun yıllar Avrupa'nın da örneğin sorunuydu. Ancak onlar bir
şekilde, bu dili reddetip kendi dillerini yaratma zorunluluğunda
olduklarının farkına vardılar. Hatta en sonunda 68'i başlatan günlerde
Jean- Paul Sartre bu sorunu şu sözlerle açıklıyor: '' Burjuvaziyi her
zaman sorgulamış ona karşı çıkmış olmama rağmen, yapıtlarımın ona hitaben
ve onun dilinde yazılmış olması gerçeği değişmedi... Yani demem o ki, ben
ayaklı bir çelişkiyim.''
Bizim sanat dünyamızda, özellikle de edebiyat dünyamızda bir tür
doktorluğa soyunma hastalığı var. Okura reçete yazmadan duramıyoruz.
Sanki karşımızda ideal bir düzen, sorunsuz bir yaşam varmışcasına,
yalnızca kafamızda yarattığımız o ütopik devleti yaratmak için ''iktidar
olabilme'' reçeteleri yayınlıyoruz. Tek bir ''otorite''den çıkma
reçeteler.. Buram buram iktidar kokan reçeteler.. '' Son kertede''
devletsiz bir toplumu düşleriz de ama yine de devletsiz yapamayan, onu
güçlendiren reçeteler.. Bu durum aydınımız için de, ideologlarımız için
de geçerlidir.
Oysa sanat reçete yazmaz. Putlaştırılan 'doğru'lar koymaz ortaya. Sadece
insanların kafasına soru işaretleri serpiştirir. Onların duygu ve düşünce
dünyasına farklı açılımlar, boyutlar yükler. Ve bu arayışı kendilerini
izleyenlerin, okuyanların yapmasını sağlar. Düşünce ve duygu alanında,
yaşamında, kullandığı dilde farklı seçeneklerin de olacağını sezdirir. Bu
anlamda tümüyle iktidar dışıdır. Muhalif olmak zorundadır. Ben yıllardır
örneğin şiir alanında, ''şu an Türkiye'de şiir yoktur'' derken, anlatmak
istediğim olay bu, örneğin. Şiir ki en muhalif dil ve söylem alanıdır.
Daha da ötesi, şiir anarşisttir. Yani hiçbir kuralla, dille
bağlayamazsınız onu. Picasso'nun ''resim yıkmalardan oluşan bir
toplamdır'' dediği gibi şiirde varlığını yıkıcılığından alır. En başta da
kendini yıkar. Bugün ortaya attığı söylem ve dili, yarın yıkmayan şiir,
şiir değildir.
Sanatta, özellikle de şiirde toplumcu gerçekçiliğe bu nedenle karşı
çıktım yine yıllardır. Toplumcu gerçekçilik hiçbir zaman iktidar
dilinden, iktidar söyleminden başka bir seçenek ortaya serememiştir.
Muhalif bir söylem yaratamamıştır. Çünkü sadece erk odaklı düşünmüştür.
Bu nedenle dünyada ve Avrupa'da ortaya çıkan tüm ideolojik ve sanat
akımlarını elinin tersiyle itmiş, her türlü muhalif tartışma ortamına
giden yolu baştan kapatmıştır. Oysa önemli olan muhalif bir yaşam tarzını
oluşturabilmekti. iktidar diliyle, iktidar etiğiyle, iktidarın geleneksel
yapısını güçlendirerek.. bu olanaksız[dı].
Kısacası; bugün gerçekten toplumu dönüştürmeyi kendine dert edinmiş
kesimler, aydın ve sanat çevresi, yaşadığımız çöküşü aşmak istiyorlarsa
önce muhalefeti öğrenmek, muhalif olmak zorundalar. Marks'ın deyimiyle
''bugün yapılması gereken varolanın tavizsiz eleştirisidir'' (''Ruge'ye
Mektup, Kreuznach,1843'', Early Writings, Penguin, 1974,s.207). Bunun
yolu da önce kendimizi acımasızca eleştirmek hatta yoketmekten geçiyor.
Çünkü bu varolanın içinde biz de varız.