ÖYKÜ

Sedat Alkaç  







Bakış Açısı


Ben iyi biri değilim -artık biliyorum- ama kimse hikayeleri sevmediğimi söyleyemez. Onları okudum -gücüm yettiğince. Karanlık bir odada, sarı badanalı tren istasyonlarında, herkesin bir patlamadan kaçar gibi koşa koşa terk ettiği son duraklarda, hiç kimsenin kullanmadığı üst geçitlerde, parklarda ve kaldırım kenarlarında okudum.Trende, vapurda, otobüste, bayramlaşmaların uzak bir hatıra gibi yankılandığı kirli bekar odalarında okudum. Soğuk çayı, soğuk havayı, hal-i pürmelalini gözyaşları içinde anlatan insanları derin bir nefesle içime çekip -arzuhalcilerle birlikte- okudum. Omzuma düşen bir baş üzerinden, göğsümde bir çocuğu uyuturken, bir ağacın dibinde yalnızken ve tabii sidik kokan alt geçitlerde yürürken okudum. (Hepimizin zaafları var.)

Çocukken... Okula giderdim tek başıma, tek başıma eve dönerdim sonra. Sonbaharda, yapraklar ayaklarımın altında alçak gönüllülükle ezilirken kimse duymazdı çığlıklarını. Herkes beni severdi. Derslerim iyiydi. Öğretmenim -ölmüş öğretmenim- büyük bir adam olacağıma inanırdı ve anlattığı hikayeler güzeldi:

İbrahim'in inşa ettiği tapınak bir adanmışlık gösterisi, Musa'nın uğradığı ihanet sırtımda bir hançerdi. İdris'in kreasyonu yaratıcı, Muhammed'in inzivası özeldi. Yunus peygamber kanımca çok eğleniyordu ve Lut ‘Skywalker’ erkekleri seven erkeklerden pek hoşlanmıyordu. (Sevgi neydi?)

Benim hesaplarım belki küçüktü ama daha eskiye dayanıyordu: Sıra arkadaşım Fatih'i öldürüp bir kuyuya atmak ve bu konuyu öylece unutmak istiyordum. (Cesaret bir erdem değildir belki de.) Fatih berbat bir öğrenciydi ama söz konusu matematik olunca bir dehaya dönüşüyordu. Benim çözemediğim problemleri sanki günlük -aptalca- sıkıntılarmış gibi rahatlıkla çözer, sonra kabuğuna çekilirdi. Sahip olduğu yeteneği açıkça görüyordum ve çok kıskanıyordum onu. Ah Salieri! (Hepinizi bağışlıyorum!)

Aynı sokakta oturuyorduk. Okul çıkışı birlikte yürümeye başlar, hiç konuşmadan bütün yolu beraber kat ederdik. Evine girişini, ayakkabılarını sıkıntıyla sağa sola fırlatışını izlerdim ve onu bu kadar özel kılan eşsiz yeteneğine sahip olamadığım için ondan ‘nefret ederdim.’Sonra bir şey olmadı, ben okul birincisi olarak uğurlandım o cehennemden ve kimse Fatih'in göğsüne bir madalya takmadı. (Kimse sevmedi onu, kimse sarılmadı şefkatle, kimse takdir etmedi. Kimse, bir sonbahar akşamı yaprakların arsızca istila ettiği okul yolunda kaybolduğunu fark etmedi.)

"Tanrım beni neden terk ettin!" diye soruyordu İsa, ölmüş öğretmenimin anlattığı hikayelerde. Bu göğün altında edilmiş en yürek dağlayan sitem; çürüyen bedeni, yok olan ailesi, telef olan hayvanları için bir kez olsun isyan etmeyen Eyyüp'ün sabrına karışıyordu.

Askerliğimin bitmesine birkaç ay kala bir arkadaş geldi bölüğümüze. Isparta Eğirdir'den dereceye girerek gelmişti. Nişanlısı Adanalı olduğu için özellikle seçmişti bu şehri.Özgüveni ve askerlik disiplini çok yüksekti ama bu uzun sürmedi. Müstakbel kayınpederinin evinde geçirdiği birkaç hafta sonunun ardından zavallı hayatımın bir parçası oldu ve nişanlısını ihmal etmeye başladı. Birtakım kitaplar önerdim ona ve birlikte bazı meyhanelere gittik. (Günah sabırlıdır, her zaman sırasını bekler.)

Terhisime bir hafta vardı. Akşama doğru içmeye başladık. Sonra bir bara gittik, gittiğimiz bardan sıkılıp bir başka bara gittik ve gerçekten sarhoş oluncaya kadar sürdü bu saçmalık. Sonra bir şey oldu... Kadın tenini özledik. Karamazovca bir şehvete kapıldık. (Okuduğumuz kitapların, yazdığımız saçmalıkların ve bu sayede geliştirdiğimiz "perspektifin" bir anlamı yoktu artık, şehvete bir anlam kazandırmaya çalışıyorduk sadece.) Bir taksiye bindik ve "Kerhaneye!" dedik. Adamcağızın çok şaşırdığını hatırlıyorum. "Saat gecenin biri" dedi, ""Kerhane çoktan kapanmıştır." (Romanlarda seçenekler sonsuzdur oysa.) Hayal kırıklığıyla kendimizi misafirhaneye dönmeye hazırlarken, "Bu işlerden anlayan bir arkadaşım var" dedi taksici.

Bize numarayı verdikten sonra hızla uzaklaşan, her zamanki park yeri dolu olduğu için taksisini sokağın başında bırakıp binanın kilidi bozuk demir kapısıyla uzun süre küfrede ede boğuştuktan sonra içeri giren, ihtiyatla açılan kapının gerisinden duyulan 'Hoş geldin'e... Sıcak çorbaya... Etrafta şaşkın -uykusuz- kelebekler gibi uçuşup duran birkaç çocuğa ve tabii gece haberlerine ve dizi tekrarlarına doğru ışığı gören sinekler gibi uçan o adamı hayranlıkla izledim ama uzun sürmedi tabii. (Sahnede bir numara varsa önce her zaman o aranır.)

Numarayı çevirdiğimizde hayatımıza giren adam, hikayelerle zaman kaybetmeyecek kadar rasyonel birine benziyordu: "Ne istediğinizi anladım" dedi. "Doğru adamı aradınız." Bize bir adres verdi, biz de yeni bir taksi çevirip verdiği adrese gittik. (Ah sıcak çorbalar, uykusuz kelebekler ve dizi tekrarları... Neredesiniz?)

Uzakta, karanlıkta bir masal kuşu gördük önce, biraz uçarak biraz sekerek bize doğru geldi ve taksinin kapısını açıp arkadaşımın yanına oturuverdi. İkimizin de ağzı kulaklarındaydı. (Kitap sayfaları, roman kahramanları, peygamber hikayeleri yoktu artık. Baba Karamazov'u bile utandıracak katıksız bir şehvetle atıyordu nabzımız.) Sonra bir başka masal kuşu benim tarafımdaki kapıdan gelerek başımı döndürecek kadar yakınıma sokuldu. (Her şey yolundaydı.) Hanımefendilerden biri önce ücreti almaları gerektiğini söyledi, seve seve çıkarıp verdik paraları. Taksi tam hareket edecekken "Çantamı unuttum" dedi diğer hanımefendi ve biz daha ne olduğunu anlayamadan araçtan inip karanlığa karıştı. Beklemeye başladık. (Hem başka ne yapacaktık, hikayeleri seviyorduk ve şehvetle atıyordu nabzımız.) Ben taksicinin hemen arkasında oturuyordum. Arkadaşımla yanındaki hanımefendi gülüşüyor, kıkırdıyor, görünüşe göre çok eğleniyorlardı. Birden bacağımda bir acı hissettim. Önce ne olduğunu anlayamadım ama acıyı tekrar hissedince kaynağının nereden geldiğini fark ettim. Taksici bacağımı çimdikleyip duruyordu. Bunu yöreye has bir sevgi gösterisi olarak görecek kadar sarhoş muydum yoksa aptalın teki miydim bilmiyordum o anda,-artık biliyorum- her ne yapıyorsa tadını çıkarsın diye uzun süre tepki vermedim. Bu arada diğer hanımefendi, "Nerede kaldı arkadaşım, bi' bakıp geleyim." deyip bir anda kayboldu ortadan. Biz artık üç kişiydik: Taksicinin çimdiklemeye devam ettiği bacağım, ben ve arkadaşım baş başa kaldık.

"Sizi dolandırdılar" dedi taksici. "Gelmeyecekler. Sabahtan beri bacağını sıkıyorum abinin ama anlatamadım bir türlü."

İlk birkaç saniye zordu ama hazmetmeyi başardım. Arkadaşıma döndüm ve "Hadi gidelim" dedim, yapacak bir şey yok, uyuyalım artık." Arkadaşım benimle aynı fikirde değildi, taksiden indi ve beylik silahını çekip havaya ateş ede ede sokağın içine doğru yürümeye başladı. "Jitem'im lan ben!" diye bağırıyordu. "Kime bulaştığınızın farkında değilsiniz." Köşeden birkaç adam çıktı, hazırlandıkları rolleri gereği önce diklendiler, asker olduğumuzu fark edince de alttan alıp salağa yattılar. Arkadaşımı zorla taksiye bindirip kaldığımız misafirhaneye götürdüm, odasına bırakıp uyumak için kendi odama gittim.

Ertesi gün serviste karşılaştık ama gözlerini kaçırdı benden. Bütün gün de uzak durdu, hiç konuşmadı benimle. Kalan bir hafta boyunca da bu tavrını sürdürdü. Terhis olurken sırf benimle vedalaşmamak için başka bir iş uydurdu kendine.

Eve döndükten sonra çok düşündüm. Benim için de zor bir durumdu yaşadıklarımız ama atlatmayı başarmıştım. O neden atlamamıştı? (Üstelik ben evli barklı, çocuk sahibi bir adamdım.) Bütün bu yaşananları neden benim üzerime yıkıyordu? Neden beni sorumlu tutuyordu? Denemiştik ama olmamıştı. Aslında -iyimser bir bakış belki ama- olmuştu bile diyebilirdik: Bir hikayemiz vardı artık. Bakış açımızla ilgiliydi her şey. Ötesi yoktu. Fatih'i öldürüp bir kuyuya atmış da olabilirdim, bütün gece bir fahişenin koynunda yatıp Fatih'i öldürdüğümü hayal etmiş de olabilirdim. Belki de eve dönen babasına şaşkın kelebekler gibi sarsakça uçan bir çocuktum sadece. Neredeyse uyuyacaktım ama çalan kapıya kulak kabarttım, babam üşüyerek içeri girdi, anneme sarıldı ve "Son müşterileri hemen aşağıdaki ordu misafirhanesine bıraktım" dedi. "Zil zurnalardı ama efendi çocuklardı." Koşup sarıldım babama. "Benim kızım uyumamış mı daha?" dedi hayran olduğum o harika sesiyle. Sonra çorba içip dizi tekrarı izledik.

Ben babamın göğsünde uyuyuvermişim. Sonra okumaya başlamış babam. Babam hikayeleri çok sever. Ama yeter, çok uzattım. Bu başka bir hikayenin konusu.



dizin    üst    geri    ileri    




 36 

 SÜJE  / otuz altıncı sayı