Ben iyi biri değilim -artık biliyorum- ama kimse hikayeleri sevmediğimi
söyleyemez. Onları okudum -gücüm yettiğince. Karanlık bir odada, sarı
badanalı tren istasyonlarında, herkesin bir patlamadan kaçar gibi koşa
koşa terk ettiği son duraklarda, hiç kimsenin kullanmadığı üst
geçitlerde, parklarda ve kaldırım kenarlarında okudum.Trende, vapurda,
otobüste, bayramlaşmaların uzak bir hatıra gibi yankılandığı kirli bekar
odalarında okudum. Soğuk çayı, soğuk havayı, hal-i pürmelalini gözyaşları
içinde anlatan insanları derin bir nefesle içime çekip -arzuhalcilerle
birlikte- okudum. Omzuma düşen bir baş üzerinden, göğsümde bir çocuğu
uyuturken, bir ağacın dibinde yalnızken ve tabii sidik kokan alt
geçitlerde yürürken okudum. (Hepimizin zaafları var.)
Çocukken... Okula giderdim tek başıma, tek başıma eve dönerdim sonra.
Sonbaharda, yapraklar ayaklarımın altında alçak gönüllülükle ezilirken
kimse duymazdı çığlıklarını. Herkes beni severdi. Derslerim iyiydi.
Öğretmenim -ölmüş öğretmenim- büyük bir adam olacağıma inanırdı ve
anlattığı hikayeler güzeldi:
İbrahim'in inşa ettiği tapınak bir adanmışlık gösterisi, Musa'nın
uğradığı ihanet sırtımda bir hançerdi. İdris'in kreasyonu yaratıcı,
Muhammed'in inzivası özeldi. Yunus peygamber kanımca çok eğleniyordu ve
Lut ‘Skywalker’ erkekleri seven erkeklerden pek hoşlanmıyordu. (Sevgi
neydi?)
Benim hesaplarım belki küçüktü ama daha eskiye dayanıyordu: Sıra
arkadaşım Fatih'i öldürüp bir kuyuya atmak ve bu konuyu öylece unutmak
istiyordum. (Cesaret bir erdem değildir belki de.) Fatih berbat bir
öğrenciydi ama söz konusu matematik olunca bir dehaya dönüşüyordu. Benim
çözemediğim problemleri sanki günlük -aptalca- sıkıntılarmış gibi
rahatlıkla çözer, sonra kabuğuna çekilirdi. Sahip olduğu yeteneği açıkça
görüyordum ve çok kıskanıyordum onu. Ah Salieri! (Hepinizi bağışlıyorum!)
Aynı sokakta oturuyorduk. Okul çıkışı birlikte yürümeye başlar, hiç
konuşmadan bütün yolu beraber kat ederdik. Evine girişini, ayakkabılarını
sıkıntıyla sağa sola fırlatışını izlerdim ve onu bu kadar özel kılan
eşsiz yeteneğine sahip olamadığım için ondan ‘nefret ederdim.’Sonra bir
şey olmadı, ben okul birincisi olarak uğurlandım o cehennemden ve kimse
Fatih'in göğsüne bir madalya takmadı. (Kimse sevmedi onu, kimse sarılmadı
şefkatle, kimse takdir etmedi. Kimse, bir sonbahar akşamı yaprakların
arsızca istila ettiği okul yolunda kaybolduğunu fark etmedi.)
"Tanrım beni neden terk ettin!" diye soruyordu İsa, ölmüş öğretmenimin
anlattığı hikayelerde. Bu göğün altında edilmiş en yürek dağlayan sitem;
çürüyen bedeni, yok olan ailesi, telef olan hayvanları için bir kez olsun
isyan etmeyen Eyyüp'ün sabrına karışıyordu.
Askerliğimin bitmesine birkaç ay kala bir arkadaş geldi bölüğümüze.
Isparta Eğirdir'den dereceye girerek gelmişti. Nişanlısı Adanalı olduğu
için özellikle seçmişti bu şehri.Özgüveni ve askerlik disiplini çok
yüksekti ama bu uzun sürmedi. Müstakbel kayınpederinin evinde geçirdiği
birkaç hafta sonunun ardından zavallı hayatımın bir parçası oldu ve
nişanlısını ihmal etmeye başladı. Birtakım kitaplar önerdim ona ve
birlikte bazı meyhanelere gittik. (Günah sabırlıdır, her zaman sırasını
bekler.)
Terhisime bir hafta vardı. Akşama doğru içmeye başladık. Sonra bir bara
gittik, gittiğimiz bardan sıkılıp bir başka bara gittik ve gerçekten
sarhoş oluncaya kadar sürdü bu saçmalık. Sonra bir şey oldu... Kadın
tenini özledik. Karamazovca bir şehvete kapıldık. (Okuduğumuz kitapların,
yazdığımız saçmalıkların ve bu sayede geliştirdiğimiz "perspektifin" bir
anlamı yoktu artık, şehvete bir anlam kazandırmaya çalışıyorduk sadece.)
Bir taksiye bindik ve "Kerhaneye!" dedik. Adamcağızın çok şaşırdığını
hatırlıyorum. "Saat gecenin biri" dedi, ""Kerhane çoktan kapanmıştır."
(Romanlarda seçenekler sonsuzdur oysa.) Hayal kırıklığıyla kendimizi
misafirhaneye dönmeye hazırlarken, "Bu işlerden anlayan bir arkadaşım
var" dedi taksici.
Bize numarayı verdikten sonra hızla uzaklaşan, her zamanki park yeri dolu
olduğu için taksisini sokağın başında bırakıp binanın kilidi bozuk demir
kapısıyla uzun süre küfrede ede boğuştuktan sonra içeri giren, ihtiyatla
açılan kapının gerisinden duyulan 'Hoş geldin'e... Sıcak çorbaya...
Etrafta şaşkın -uykusuz- kelebekler gibi uçuşup duran birkaç çocuğa ve
tabii gece haberlerine ve dizi tekrarlarına doğru ışığı gören sinekler
gibi uçan o adamı hayranlıkla izledim ama uzun sürmedi tabii. (Sahnede
bir numara varsa önce her zaman o aranır.)
Numarayı çevirdiğimizde hayatımıza giren adam, hikayelerle zaman
kaybetmeyecek kadar rasyonel birine benziyordu: "Ne istediğinizi anladım"
dedi. "Doğru adamı aradınız." Bize bir adres verdi, biz de yeni bir taksi
çevirip verdiği adrese gittik. (Ah sıcak çorbalar, uykusuz kelebekler ve
dizi tekrarları... Neredesiniz?)
Uzakta, karanlıkta bir masal kuşu gördük önce, biraz uçarak biraz sekerek
bize doğru geldi ve taksinin kapısını açıp arkadaşımın yanına oturuverdi.
İkimizin de ağzı kulaklarındaydı. (Kitap sayfaları, roman kahramanları,
peygamber hikayeleri yoktu artık. Baba Karamazov'u bile utandıracak
katıksız bir şehvetle atıyordu nabzımız.) Sonra bir başka masal kuşu
benim tarafımdaki kapıdan gelerek başımı döndürecek kadar yakınıma
sokuldu. (Her şey yolundaydı.) Hanımefendilerden biri önce ücreti
almaları gerektiğini söyledi, seve seve çıkarıp verdik paraları. Taksi
tam hareket edecekken "Çantamı unuttum" dedi diğer hanımefendi ve biz
daha ne olduğunu anlayamadan araçtan inip karanlığa karıştı. Beklemeye
başladık. (Hem başka ne yapacaktık, hikayeleri seviyorduk ve şehvetle
atıyordu nabzımız.) Ben taksicinin hemen arkasında oturuyordum.
Arkadaşımla yanındaki hanımefendi gülüşüyor, kıkırdıyor, görünüşe göre
çok eğleniyorlardı. Birden bacağımda bir acı hissettim. Önce ne olduğunu
anlayamadım ama acıyı tekrar hissedince kaynağının nereden geldiğini fark
ettim. Taksici bacağımı çimdikleyip duruyordu. Bunu yöreye has bir sevgi
gösterisi olarak görecek kadar sarhoş muydum yoksa aptalın teki miydim
bilmiyordum o anda,-artık biliyorum- her ne yapıyorsa tadını çıkarsın
diye uzun süre tepki vermedim. Bu arada diğer hanımefendi, "Nerede kaldı
arkadaşım, bi' bakıp geleyim." deyip bir anda kayboldu ortadan. Biz artık
üç kişiydik: Taksicinin çimdiklemeye devam ettiği bacağım, ben ve
arkadaşım baş başa kaldık.
"Sizi dolandırdılar" dedi taksici. "Gelmeyecekler. Sabahtan beri bacağını
sıkıyorum abinin ama anlatamadım bir türlü."
İlk birkaç saniye zordu ama hazmetmeyi başardım. Arkadaşıma döndüm ve
"Hadi gidelim" dedim, yapacak bir şey yok, uyuyalım artık." Arkadaşım
benimle aynı fikirde değildi, taksiden indi ve beylik silahını çekip
havaya ateş ede ede sokağın içine doğru yürümeye başladı. "Jitem'im lan
ben!" diye bağırıyordu. "Kime bulaştığınızın farkında değilsiniz."
Köşeden birkaç adam çıktı, hazırlandıkları rolleri gereği önce
diklendiler, asker olduğumuzu fark edince de alttan alıp salağa yattılar.
Arkadaşımı zorla taksiye bindirip kaldığımız misafirhaneye götürdüm,
odasına bırakıp uyumak için kendi odama gittim.
Ertesi gün serviste karşılaştık ama gözlerini kaçırdı benden. Bütün gün
de uzak durdu, hiç konuşmadı benimle. Kalan bir hafta boyunca da bu
tavrını sürdürdü. Terhis olurken sırf benimle vedalaşmamak için başka bir
iş uydurdu kendine.
Eve döndükten sonra çok düşündüm. Benim için de zor bir durumdu
yaşadıklarımız ama atlatmayı başarmıştım. O neden atlamamıştı? (Üstelik
ben evli barklı, çocuk sahibi bir adamdım.) Bütün bu yaşananları neden
benim üzerime yıkıyordu? Neden beni sorumlu tutuyordu? Denemiştik ama
olmamıştı. Aslında -iyimser bir bakış belki ama- olmuştu bile
diyebilirdik: Bir hikayemiz vardı artık. Bakış açımızla ilgiliydi her
şey. Ötesi yoktu. Fatih'i öldürüp bir kuyuya atmış da olabilirdim, bütün
gece bir fahişenin koynunda yatıp Fatih'i öldürdüğümü hayal etmiş de
olabilirdim. Belki de eve dönen babasına şaşkın kelebekler gibi sarsakça
uçan bir çocuktum sadece. Neredeyse uyuyacaktım ama çalan kapıya kulak
kabarttım, babam üşüyerek içeri girdi, anneme sarıldı ve "Son müşterileri
hemen aşağıdaki ordu misafirhanesine bıraktım" dedi. "Zil zurnalardı ama
efendi çocuklardı." Koşup sarıldım babama. "Benim kızım uyumamış mı
daha?" dedi hayran olduğum o harika sesiyle. Sonra çorba içip dizi
tekrarı izledik.
Ben babamın göğsünde uyuyuvermişim. Sonra okumaya başlamış babam. Babam
hikayeleri çok sever. Ama yeter, çok uzattım. Bu başka bir hikayenin
konusu.