ÖYKÜ

Mehmet Çiftçi  







Küçük Mutluluk


Güzel değildi Emilie; öyle dikkat çeken özelliği de yoktu. Sarışın, ufak tefek bir kızdı. Yüzü solgun, ince dudaklarının kanı çekilmiş gibi cansızdı. Dile getirmediği yorgunluğunu yeşil gözlerinin altındaki morumsu halkalardan anlıyordum. Gündüzleri okul akşamları havalimanında çalışıyordu.

“Zor olmuyor mu hem çalışıp hem okumak,“ demiştim.

Benim sen gibi yerime çalışan bir ağabeyim yok,” diye çıkışmıştı alınganlıkla.

Neden böyle aşırı tepki verdiğine anlam verememiştim. Sanırım dudaklarımda belli belirsiz dolaştırdığım anlamsız gülümsemeyi alaycı bulmuştu. En ufak eleştiride ve haksızlıkta kıyameti koparırdı. Hukuk öğretmeniyle girdiği nedenini anımsayamadığım sert tartışmaya tanık olmuştum; zavallı adam baş edemeyince alttan almak zorunda kalmıştı.

On dokuz yaşındaki bir kızdan beklenmeyecek davranışlar sergilerdi. Kendini eşi bulunmaz Hint kumaşı sananlardandı. Yaşıtı öğrencilerle pek kaynaşmazdı. Onları küçümseyen tavırlar sergilerdi. Derslerde yanımda oturur, teneffüslerde kantine gidip muhabbet ederdik. Okul çıkışındaysa yeşil mini twingosuyla beni gezdirirdi. Aramızda en az yedi yaş farkını hatırlattığımda kendisinden yaşça büyük erkeklerden hoşlandığını söylemişti. Bana ilgi mi duyuyordu yoksa sırf merakından dolayı mı yakınlık kurmuştu? Zaten gelip tanıştığında bana yönelttiği ilk soru şu olmuştu: “Ne yapıyorsun burada?

Merak etmekte haklıydı. Çünkü orada olmamalıydım. Neden orada olduğu ona da anlattım. Türkiye’deki diplomamla aslında fakültenin dördüncü bölümünde başlayabiliyordum. Ama on beş yıllık öğrenimime rağmen Fransızcam ilkokul seviyesinde olduğundan geçici olarak bir başka bölüme kaydımı yaptırdılar; tek kelime bilmediğim Almanca ve İngilizce seçmeli dillerdi. Yani aynı anda üç dil öğreniyordum. Ama benim tek derdim yılsonunda Fransızca’yı akıcı konuşmaktı. Bunun için de özel kurslara yazılmıştım.

“Sen ya dahisin ya da delisin,” demişti Emilie.

Gerçekte de şimdi düşününce yaptığım delilikten başka bir şey değildi. Ders öncesi gidip her öğretmene durumumu anlatıp beni idare etmelerini rica ediyordum. Göze batmamaya çalışıyordum. Emilie bazen derste bilerek benimle uğraşırdı. Karşılık vermezdim. Kimseyle yüz göz olmak istemiyordum.

Öğretmenleri kulak dolgunluğu olsun diye dikkatle dinlerdim. Sınavlardaysa bir süre oyalanır, bir şeyler karalar bitime yakın götürüp boş kâğıt verirdim.

Görünüşte pek de hoş bir durum değildi. Beni, daha doğrusu için de bulunduğum durumu tuhaf bulduklarını öğrencilerin; ne yaptığımı anlamaya çalışan bakışlarını üzerimde fazlasıyla hissediyordum. Ama aldırış etmiyordum. Daha doğrusu bir tepkisizlikti bu.

Bu yüzden Emilie çekip gittiğinde peşine düşmedim. Neden aramıza mesafe koyduğunu sormadım. Yoksa öyle eften püften bir sebepten dolayı öyle aşırı tepki vermesi normal değildi. Demek istediğim o kadar da büyütülecek bir olay değildi. Belki de gitmek için bahane arıyordu. Belki de merakını gidermişti. Sizi daha da meraklandırmadan ne olup bittiğini anlatayım.

Bir sabah sınıfa girdim. Sıraya oturdum. Az sonra Emilie kapıda göründü. Gelip yanıma oturdu. Yanak yanağa öpüştük. Çiklet çiğniyordum. Çıkarıp bir tane de ona verdim.

Özel okuldaki Fransızca dersinden İngilizce bir deyim öğrenmiştim. Öğrendiğimi paylaşmanın sevinciyle uzanıp kulağına, “Happy few, “diye fısıldadım.

“O ne demek?” diye sordu.

“Küçük mutluluk anlamına geliyormuş…” dedim sonunu getiremedim. Çünkü o anda tükürüğümden kopan minnacık bir parça Emilie’nin suratına düştü, göz kapakları hafiften perdelendi. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Ne diyeceğimi bilemedim. Özür dilesem mi diye, kararsızlık geçirdim. En iyisi bozuntuya vermemekti. O da beni utandırmamak adına geçiştirir sanıyordum.

Ama birden önüne dönerek, “Rahat bırak beni,” dedi. Bir kez olsun bana bakmadı. Ders bitiminde bir şey demeden çekip gitti. Bir daha da yanıma gelmedi.
 

dizin    üst    geri    ileri     




 31 

 SÜJE  /  otuz altıncı sayı