Güzel değildi Emilie; öyle dikkat çeken özelliği de yoktu. Sarışın, ufak
tefek bir kızdı. Yüzü solgun, ince dudaklarının kanı çekilmiş gibi
cansızdı. Dile getirmediği yorgunluğunu yeşil gözlerinin altındaki
morumsu halkalardan anlıyordum. Gündüzleri okul akşamları havalimanında
çalışıyordu.
“Zor olmuyor mu hem çalışıp hem okumak,“ demiştim.
Benim sen gibi yerime çalışan bir ağabeyim yok,” diye çıkışmıştı
alınganlıkla.
Neden böyle aşırı tepki verdiğine anlam verememiştim. Sanırım
dudaklarımda belli belirsiz dolaştırdığım anlamsız gülümsemeyi alaycı
bulmuştu. En ufak eleştiride ve haksızlıkta kıyameti koparırdı. Hukuk
öğretmeniyle girdiği nedenini anımsayamadığım sert tartışmaya tanık
olmuştum; zavallı adam baş edemeyince alttan almak zorunda kalmıştı.
On dokuz yaşındaki bir kızdan beklenmeyecek davranışlar sergilerdi.
Kendini eşi bulunmaz Hint kumaşı sananlardandı. Yaşıtı öğrencilerle pek
kaynaşmazdı. Onları küçümseyen tavırlar sergilerdi. Derslerde yanımda
oturur, teneffüslerde kantine gidip muhabbet ederdik. Okul çıkışındaysa
yeşil mini twingosuyla beni gezdirirdi. Aramızda en az yedi yaş farkını
hatırlattığımda kendisinden yaşça büyük erkeklerden hoşlandığını
söylemişti. Bana ilgi mi duyuyordu yoksa sırf merakından dolayı mı
yakınlık kurmuştu? Zaten gelip tanıştığında bana yönelttiği ilk soru şu
olmuştu: “Ne yapıyorsun burada?
Merak etmekte haklıydı. Çünkü orada olmamalıydım. Neden orada olduğu ona
da anlattım. Türkiye’deki diplomamla aslında fakültenin dördüncü
bölümünde başlayabiliyordum. Ama on beş yıllık öğrenimime rağmen
Fransızcam ilkokul seviyesinde olduğundan geçici olarak bir başka bölüme
kaydımı yaptırdılar; tek kelime bilmediğim Almanca ve İngilizce seçmeli
dillerdi. Yani aynı anda üç dil öğreniyordum. Ama benim tek derdim
yılsonunda Fransızca’yı akıcı konuşmaktı. Bunun için de özel kurslara
yazılmıştım.
“Sen ya dahisin ya da delisin,” demişti Emilie.
Gerçekte de şimdi düşününce yaptığım delilikten başka bir şey değildi.
Ders öncesi gidip her öğretmene durumumu anlatıp beni idare etmelerini
rica ediyordum. Göze batmamaya çalışıyordum. Emilie bazen derste bilerek
benimle uğraşırdı. Karşılık vermezdim. Kimseyle yüz göz olmak
istemiyordum.
Öğretmenleri kulak dolgunluğu olsun diye dikkatle dinlerdim.
Sınavlardaysa bir süre oyalanır, bir şeyler karalar bitime yakın götürüp
boş kâğıt verirdim.
Görünüşte pek de hoş bir durum değildi. Beni, daha doğrusu için de
bulunduğum durumu tuhaf bulduklarını öğrencilerin; ne yaptığımı anlamaya
çalışan bakışlarını üzerimde fazlasıyla hissediyordum. Ama aldırış
etmiyordum. Daha doğrusu bir tepkisizlikti bu.
Bu yüzden Emilie çekip gittiğinde peşine düşmedim. Neden aramıza mesafe
koyduğunu sormadım. Yoksa öyle eften püften bir sebepten dolayı öyle
aşırı tepki vermesi normal değildi. Demek istediğim o kadar da
büyütülecek bir olay değildi. Belki de gitmek için bahane arıyordu. Belki
de merakını gidermişti. Sizi daha da meraklandırmadan ne olup bittiğini
anlatayım.
Bir sabah sınıfa girdim. Sıraya oturdum. Az sonra Emilie kapıda göründü.
Gelip yanıma oturdu. Yanak yanağa öpüştük. Çiklet çiğniyordum. Çıkarıp
bir tane de ona verdim.
Özel okuldaki Fransızca dersinden İngilizce bir deyim öğrenmiştim.
Öğrendiğimi paylaşmanın sevinciyle uzanıp kulağına, “Happy few, “diye
fısıldadım.
“O ne demek?” diye sordu.
“Küçük mutluluk anlamına geliyormuş…” dedim sonunu getiremedim. Çünkü o
anda tükürüğümden kopan minnacık bir parça Emilie’nin suratına düştü, göz
kapakları hafiften perdelendi. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Ne diyeceğimi
bilemedim. Özür dilesem mi diye, kararsızlık geçirdim. En iyisi bozuntuya
vermemekti. O da beni utandırmamak adına geçiştirir sanıyordum.
Ama birden önüne dönerek, “Rahat bırak beni,” dedi. Bir kez olsun bana
bakmadı. Ders bitiminde bir şey demeden çekip gitti. Bir daha da yanıma
gelmedi.