Orta halli bir ailenin İstanbul’un Beyoğlu İlçesi’nin Kılıçali Paşa
Mahallesi sınırları içinde kalan Boğaz’a kıyısı olan bir semtinde oturan
anne ve babanın, Taksim İlkyardım Hastanesinde dünyaya gelen ilk erkek
çocuğu.
Beş katlı bir apartmanın en üst katında, terastan boğazı gören, odasında
2 tane somya ile mutlu mesut olmasa da bir çocukluk dönemi geçirmiş,
akşamları deniz üzerinde seyreden şehir hatları vapurlarını ve şilepleri
izlemeyi seven bir çocuk;
Yüreğindeki çığlıklıları geceye üfledi adı sanı olmayan hazan çocuğu.Bir
an duraksadı ve gözlerinin nemini elleriyle kurulayarak,“bazen kederli
saçlarına dokunur, çaresizce, hüzün dağıtmaya başlardı, bazen çıplak
biraz da yayan, çaresizliğin gurbet çığlığıydı, çocukluğumdu içinde çok
beklemiş bir acıyla, anam da bir şey söylemiyor, geçecek ya nasıl olsa. ”
dedi…
Geceye dair, uzayıp giden bir özleme dönüşen bu sözler denk düşmüştü.
Gözleri biraz yorgundu. Eve uzak bir muhitteki işini halletmişti geri
dönerken. Bir okulun hemen yanı başından geçen caddedeki ışıklarına
takılı kalmıştı. Soluğu rüzgardan derlenen insanlar, hazan rengi ile
oradan oraya koşuşturuyor; yüzde çiçekleri serilmiş, sevgileri içinde
tutuşmuş, bir şeyler anlatıyorlardı hararetli, hararetli.
Bir kadın ve çocuğunu gördü, yaşamın ya da insanların onlara aldırdığı
yoktu. Hiç kimselerdi. Zira tanıyordu bir hiç kimseyi.
Çocuğunun elinden tutmuş, bembeyaz eşarbı yanaklarının alını daha da
çıkarmış, üstüne vuran gece lambalarının ışığıyla, yalnızlık halinde
çürümeye terk edilmiş bir halde kulakları sağır, gözleri kör, kalpsiz bir
insan gibi umarsızca, çeküllerin taşıyamadığı yüreklerin arasından
geçiyorlardı karşıdan karşıya. Ürkek ve yorgundular. Kendilerine sorma
ihtiyacı hissetti ve “kursağımda kalıyor tadı, kulakların işitmez mi
cehennemi?” diye sordu…
Anne, baktığında sanki tam üstüne göre dokunmuş ateşten gömleğiyle,
şarkılarla anarak geçmişi, anısına dil uzattı, “ne başka bir şehir ne
başka bir sevişme, bir küfür geldi ki ağza,gündüzün en kör vaktinde,
gözlerimin çatlağı sürekli su sızdırıyordu, belki haddinden fazla
taşkınlıkları ve kevser içer gibi birini peydahlamıştım.Yıkıldıkça her
gün karşımda duran. ” diye cevap verdi…
Ve bu yüzden severdi şarkıları hazan çocuğu, yeşil, kırmızı, iskele
alabanda ışıkları ipe dizilmiş inci gibi yanan sarı lambaları ile
tebessüm eden, ucuz şaraplara ekmek batırıldığı kadim tırak kenti her gün
yaşıyor, ölmekten korktuğu için, hasret de olunca işin içinde, kırdıkları
yerden düşüyorlardı.