ÖYKÜ

Havva Ağral   







SUYUN İZİ


Günlerdir aynı şey. Kelimelerle oynayıp duruyordu. Günlerdir ağzında süt tadı.
Günlerdir, aklında arkadaşının kara süt şiiri. Genç kız sürekli kendi kendine konuştuğu için, evin gelini kıza bir muska yaptırmış, kız da onu tuvalete atmıştı. Bütün bunlar geçen yıl olmuştu. Tüm bunları düşündükçe aptallığına yanmaya başladı. Neden bu kadar kapılmıştı bu heykeltıraşa? Çünkü heykeltıraş üniversitede psikiyatri derslerine de misafir olmuştu. Söylediği her şeyi gereksiz önemsemekten muzdarip bir dönem! Ne denir? Ağzındaki süt tadı gerçekti. Ayrıca, her şeyi fazla parlak görmesi de…

Sırf bir etkilenişten kaynaklıydı. Büyüyü bozan, heykeltıraşın kendi çalışanlarını dolandırdığı gerçeğini öğrenmesi oldu. Genç kız bir anda ayıldı. Zırvalıktı bütün bunlar. Kapılmak ve bir beyin ilüzyonu. Kesinlikle kelimelerle oynaması gereksizdi. Uzakların flu görünmesi bilinçaltı bir mesele. Evet. Bilinç altına inanmak gerekti. Ama bu kadar. Sonra düz görmeye çalıştı. Düzlüğün ardında yine sürrealist bir imge deryası...

Sanatçıydı işte. Birilerinden tavsiye alması gerekmiyordu. Koşuların iyileşmesi zaman alacak. Peki. Şimdi sadelikten yana. Olmuyor. Derinlik yine bilgi gerektiriyor. Sculpor ya da sculptor kelime anlamları, hayatındaki heykeltıraş ve ressamların ismini ve cismini değiştiriyor genç kız. Kendi hayatında iç içe senaryoların hangisi kendisi, ne kadar düz? Ne zaman her şeyi iç içe görüyor. Artık akışında ve doğalında olmalı. Yalnız kendinde sıyrıldığı şeylerin farkında. Kompleks ve kibir arasında gidip gelmeyecek. Yok canım, yine aynı şeyler. Bak daha dün, öfkesinin sıçrayan taşlara benzediğini tarif ediyordu.

Bugün yine intihar fantezisi kurdu. Empati ve drama hep aynı şey. Bazen kör bir kız oluyordu, bazen göçük altında bir yeni gelin… Bütün senaryolar biraz kendisi. En son, girdaba kapıldığı bir düşün içinden, yooo o ilk depresyonunun habercisiydi Üniversitede. Doktor, ‘ben de işçi çocuğuyum, benim başımı derde sokma’, diyerek yazmıştı ilk depresan ilaçlarını. Şimdilerde yine heykeltıraş. Ucuz kilden yaptığı tüm heykelcikler kırıldı. Başında başka halelerle dolaşacak. Ancak gün ışığında onun depremlerini ve göçük altındaki çığlıklarını kimse duymuyor. Geçen yıl Deleuze’den bir sinema dili çıkarsamaya çalışıyordu. Yürüyen bir cehalet abidesi bildiği bilmediği oluyor. Gerçek bir heykeltıraş olabilirse, özü ile buluşacak.

Ölümün imgelerinden çoğalmıştı aslında. Korkunun zahir olduğunu anlatabilmişti kendisine. Sonra Mişima ve Lacan, işte böyle… Ne kadar teorize ve parçalanmış duygu varsa özüne ulaşmak için yontacağı bir yığın ölüm. Miras olarak kırık kilden heykeller bırakabilir. Öteki heykeltıraşı çoktan unuttu. Egzersiz, sakinlik düze ve derine, işte bu kadar. Parkta otururken bir film şeridi gibi hatırlayıverdi tüm bunları. Daha az öfke. Parkta bir baba, çok kibar görünüşlü bebeğine ‘baba’ demeyi öğretiyordu. Düşünmekten yorgun düşmüş, kımıltısız bebeği izlemeye koyuldu. Ardından gözlemeci kadın, kızın yanından seğirtip geçerken, elindeki kitabın kapağını okudu. Herkes Sanatçı Doğar. ‘Doğru mu’, diye sordu. Kız o an kendi düzlüğünü ve derine inerken sürekli ayağının boşluğa gelişini düşündü. ‘Sanırım’, diye cevap verdi. Parkta garsona sipariş verdiği çay bir türlü gelmeyince usanıp kalktı. Telefonu çaldı. ‘Aşkım, kadınım’ diyordu telefondaki ses. Umut, son baharın son sıcaklığı, ne denir?

Öteki heykeltıraşı gerçekten unutmuştu. Ama hayatındaki asıl heykeltıraşı on dört yaşında tanımıştı. Simena’da yazlıkta. Hasbel kader tanıştığı heykeltıraş onun akrabasıydı. Simena’da sürgün bir hayat. O sürgünlüğün de son demleri… Sonra İstanbul’a ya da genç kızın kasabasına dönecek. Kızın hayatında gerçekten çok büyük bir devrimdi. Çünkü heykeltıraş kasabaya döndü. Ama ne dönüş. At üstünde. Simena’da nasıl yaşıyorsa, konutlara da aynı yaşamı taşımıştı. Kendi şarabını kendi yapar, kendi evini kendi inşa ederdi. Bir villayı baştan aşağı yeniden bir iç mimar gibi yıkar ve yeniden yapardı. Kız on dört yaşındayken, hayatında, keski, spiral, fırçalar, karakalem, fon kağıtlar, aydıngerler ve cetvellerle boğuşuyordu. Aşıktı o mermerden kadınlara. Düşlerinde hep heykeltıraşın mermerden kadınları kırılıyordu. Nefes nefese uyanırdı. Bir gün gerçekten kırıldı heykellerden biri. Kız hemen heykeltıraşın gözlerinin içine baktı. Onun gözlerinin içindeki acıyı duyup, içinde hissetmek istedi. Heykeltıraş sadece ‘onu bu şekilde de yaşatamayacağımı bilmem gerekiyordu’, demişti. Genç kız o an aşık olduğu heykellerin yüzlerinin hep aynı olduğunun ayrımına varmıştı. Gizli bir aşk hikâyesi. Ama genç kız hiç sormadı. Kendince heykeltıraşın alanlarına saygı duyması gerektiğini sezinliyordu.

Öteki heykeltıraşı çoktan unutmuştu. Öteki heykeltıraş, bu devrimci heykeltıraşı da kandırmış meğer. Zamanla taşlar yerine oturdukça sakinliğe sığınmak daha kolay oluyordu. Ancak genç kız kendine gelene kadar, bir doçent doktor ile sıkı bir sohbet etmek zorunda kalmıştı. Rüyasını anlattı doçente. Suyun dibinde oturmuş bir çocuk heykeli olarak görmüştü kendini genç kız. Suyun izi vardı rüyada. Tuz tadı bir uyanıştaydı. Ağzı hem tuzlu hem süt… Kara süt ve nefret sütü şiirler aklında. Heykeltıraş ‘neden yazıyorsun’ diye soruyordu kıza. ‘Kız, yazar olmak için’, demişti. ‘O zaman sen yazar olamazsın. Sen, sen olduğun için yazdığında yazar olabilirsin’, diye yanıtlamıştı heykeltıraş onu. Hafiflemiş bir halde çıkmıştı doçentin odasından, ağzında bu kez şekerli bir tat.

Evet evet, sonbahardı ve içindeki çocuk ağaçlara koşuyordu. Hafiflemişti.

Hiç kimseyim ve sıradanım… Sormayın bana bir şey… Hafifim sadece…
 

dizin    üst    geri    ileri  


 



 20 

 SÜJE  /  Havva Ağral  /  yirmi yedi eylül iki bin on yedi  / 24