ANLATI

Semih Özcan   





 

GULLİVER DEVLER / CÜCELER ÜLKESİNDE

                                                                                                                            - On Dokuzuncu Bölüm -

‘’GÜLÜYORUM, ÇÜNKÜ CANIMI YAKIYOR BU’’


81 ortalarında bir gün..her zamanki gibi biraz da gecikerek dergideki işime geldim. Girer girmez mutfaktan bir çay alıp masama oturdum. Tam karşı masamda yeni bir yüz. Yeni bir yüz ama tanıdık bir yüz. 70’lerin ünlü bir ismi, özellikle de 70’lerin ikinci yarısında Türk Pop ve Hafif Müziği alanında oldukça ün yapmış genç yorumcu, bestecilerimizden Turgay Merih. Elini çenesine dayamış biraz da sıkılgan bir görüntüyle tam karşımda duruyor. Bir süre konuşmadan karşılıklı bakıştık:

- Hoş geldin, dedim, bize mi katıldın?
- Hııı, dedi yine sıkılgan biraz da mahcup bir yüz ifadesiyle.
- Merhaba öyleyse,dedim, tekrar hoş geldin.

Turgay Merih, o dönemler gençlik içinde çok iyi bir yer edinmiş hafif müzik sanatçılarımızdan biri. Özellikle 79’da o dönemin tek popüler müzik dergisi olan HEY dergisinin okur anketlerinde döneminin birçok tanınmış şarkıcısını geride bırakarak zirveye ulaşmış bir kişiydi.. Birçok parçası olmasına karşın özellikle ‘Çalsam Bir Gün Kapını’ parçası kısa sürede dillerden düşmeyerek hit olmuştu. Zerrin Özer’in uzun yıllar seslendirdiği sevilen parçası ‘Hekimden Sorma’nın da bestecisiydi. Doğrusu müzik alanında böylesine parlamış bir kişiyi ‘gazeteci’ olarak görmek beni biraz yadırgatmıştı ama sevinmiştim de. Hem böylesi bir kişiyle çalışacağım için hem de dergide sanat alanına baktığımdan tüm sanat dallarına yetişemiyordum açıkçası. Belki kendime daha yakın bulduğum için tiyatro ve resme ağırlık veriyor, diğer alanları biraz ıskalıyordum. Onun sayesinde hiç olmazsa müzik alanına koşturmaktan kurtulacak ve bu alan da dergide bu konunun uzmanı bir kişinin elinde olacaktı.

Birkaç gün geçti. Bundaki tutukluluk ve sıkılganlık sürüyor. Hiçbir şey yazmadan karşımda sürekli eli çenesinde sıkılan bir tip. En sonunda dayanamadım, biraz da gülerek;

- Sen hep sıkılıp duracak mısın karşımda. Yazsana!.., dedim, dudağını büktü;
- Ne yazayım?
- Müzikle ilgili birşeyler yaz işte.
- Ne var ki ne yazayım?

O da haklı. 12 Eylülle birlikte tüm sanat dallarında olduğu gibi müzik alanında da bir gerileme olmuş, ciddiye alınacak pek de bir hareketlilik yoktu. Üstelik müzik piyasası İstanbul’da odaklandığı için başkentin müzik dünyası daha da kısırdı. Ankara için müzik denince akla sadece C.S.O. orada olduğu için klasik müzik geliyordu.

- Bak her hafta klasik müzik konserleri oluyor. Git, onlarla ilgili yaz işte.
- Gidip dinledim diyelim. Ya ben onun nesini yazayım?

O da haklı. Branşına uygun bir müzik değil. Üstelemeyi sürdürdüm;

- Bir şey olmuyorsa bu da bir yazı konusudur. Bunu yaz. Haber sana gelmez ki, sen yaratacaksın. Sen ne yazarsan haber, konu odur. Bak istersen ben birşeyler yazayım. Altına sen imzayı at. Sonra nasılsa sen arkasını getirsin.
- Olur mu canım öyle şey. Olmaz.

Birkaç gün daha bundaki suskunluk ve sıkıntılı durum sürdü. Ben de üstelemeyi bırakmadım. Bir konu buldum, başlangıç yaptım ‘al’ dedim, ‘kafana göre de sen tamamla. Sonra gönder aşağıya, yayına girsin.’

Bu şekilde bir başlangıç yaptık. Ve gerçekten de sık olmasa da yazmaya başlamıştı. Gittikçe dergiye ve bize de alışmış, arada bir sohbetlerimize, esprilerimize katılmaya da başlamıştı. Kimi zaman da iş bitimi onunla bir iki kadeh birşeyler içmek için Şano gibi yerlere de takılmaya başlamıştık. Üstündeki sıkılganlık ve mahcubiyet havasını atmış, onu da kendimize benzetmiştik. Aramızda güzel bir arkadaşlık ve dostluk oluşmuştu. Yine de yazma işi tam olarak onu sarmamış, bir süre sonra da ayrılmıştı.

Uzun yıllar görüşemedik. 90 başlarında bir gün Tunus caddesi civarında geziyorum. ‘Semih’ diyen bir ses. Baktım Turgay. ‘İyi ki seni gördüm. Ben de seni arıyordum. Gel sana bir kahve ısmarlayayım. Hem söyleyeceklerim var.’

Çağdaş Sahne’nin yanındaki ya da onun da yanındaki bir büyük binaya girdik aklımda kaldığı kadarıyla. Dördüncü kata çıktık. Büyük, işyeri stilinde görkemli bir biçimde döşenmiş bir daire. Uçtaki masanın başına geçti. Ben de masanın önündeki koltuklardan birine gömüldüm. Birini çağırıp kahveleri söyledi.

- Bir arkadaşla ortak televizyon şirketi kurduk, dedi. Şirketin genel müdürü de benim.

O dönemler yoğun bir biçimde televizyon yayıncılığında TRT’nin tekelini kırma, özel televizyonlara geçme konusunda özel sektör ve kamuoyu baskısı vardı. Gerçi 1989 yılında Star tv kurulmuştu ama o da uzun yıllar izin alamamış, yayınlarını yurt dışından sürdürerek ve yurtdışı yasalarına dayanarak bu çalışmalarını yürütebiliyordu. Uzun süre yayıncılığını bu biçimde izin alamadığı için ‘korsan’ olarak sürdürmekteydi. Ancak, nasılsa özel tv’lere izin çıkacak diye bu yönde çeşitli şirketler kuruluyor, bunlar da başlangıçta TV yasağı olduğu için film şirketi niteliğinde oluyordu ama şirketlerine ‘tv’ adını koyuyorlardı. Başta Turizm Bakanlığı olmak üzere bakanlıklara tanıtım filmi, adamını ayarlayabilirse de TRT’ye dizi ya da film yapıyorlardı, benim iki belgesel senaryosu yazdığım Monitör tvgibi..bu da o türden bir şirket kurmuş.

Kötü haber tez yayılır hesabı, benim filmciliğe bulaştığımı duymuş;

- İlerde tv yayıncılığına geçene kadar dışardan film ve eğlence programları yapacağız. Ama ben özellikle film üzerinde durmak istiyorum. Seni de bunun için aradım. Film işinde benimle çalışır mısın?

Gülerek ‘ yahu ben alt tarafı birkaç reklam filmi iki de belgesel senaryosu yazdım. Bırak profesyonelliği amatör bile sayılmam. Bana hiç güvenme, batarsın’ dedim.

‘Olsun’ dedi, ‘bulaşmışsın ya, arkası gelir.’ Yankı’dan sonra bir süre Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nda çalışmıştı. Sanırım oradaki ilişkilerine de güveniyordu. Bu kez karşımda ilk tanıdığımdaki tutuk, çekingen halinin tam tersi, umutlu, girişken ve kararlı bir Turgay Merih vardı. Bu kez umutsuzluk sırası bendeydi.

‘Bu iş dergiciliğe benzemez. Çok ciddi bir sermaye gerekir. Ve çok ciddi bir teknik donanım. Yatar bu iş. Hem sen kendi işinle uğraşsana. Nereden taktın kafayı şimdi de filmciliğe?’ dedim.

‘Var’ dedi, ‘gel sana binayı gezdireyim.’ Gezdikçe gözlerime inanamadım. İki daireyi birleştirmiş mi ne, çok büyük bir daire, daha doğrusu başlıbaşına geniş bir kat ve içinde kurgu odası, ses yalıtımı yapılmış seslendirme stüdyosu hatta eğlence v.b. etkinlikler için kameralarla donatılmış bir büyük salonu bile var. ‘Başlangıç için mükemmel’ dedim.

‘Tamam o zaman ‘dedi, ‘biz şimdi resmi izin alma aşamasındayız. İzin alır almaz seni arıyorum. On beş güne kadar alacağımızı sanıyorum. Çok görkemli bir açılış yapacağız.’

İlerleyen günlerde kendisinden bir daha haber çıkmadı. Büyük olasılıkla izin alamadı ya da belki de ortaklıkta bir sorun çıktı. Ben de hem kendisini zor durumda bırakmamak hem de sıkboğaz etmemek için aramadım. Sonuçta uzun yıllar görüşemedik.

Üç yıl önceydi. Birden aklıma geldi, nerde bu adam, n’apıyor ki şimdi diyerek internette bir arayayım dedim. Adını yazar yazmaz karşıma ölüm haberi çıktı. Ben aradığımdan bir yıl önce yani 8 Mart 2012’de kaybetmişiz. Bazı insanların ölümüne gerçekten inanılamıyor ve bu gibi durumlarda insan gerçekten beyninden vurulmuşa dönüyor. Tamam, ilk tanıdığımda mahcup, içine kapanık, sıkılgan bir tipti ama arkadaşlık ilerledikçe içindeki, yüreğindeki yanardağı görüyordunuz. Çok iyi anlamıştım onu. Hafif müzik gibi piyasaya dönük bir müzik dünyasının içinde olsa da hiçbir zaman piyasa işi yapmamış ve gerek yorumcu gerekse besteci olarak kaliteli parçalara imza atmıştı. Bu gibi durumlarda en büyük eleştirmen insanın kendisidir. Ve tek yaratıcı otosansür de budur. Başlangıçta tutuk yapar sizi, tutturduğunuz çizginin gerisine düşmemek için ama beyninizdeki tasarılarınız bir yanardağ gibi her an patlamaya hazırdır. Turgay böyle bir insandı. Ve o yanardağın sönmüş olmasını hiçbir zaman düşünemezsiniz.

Sevgili arkadaşım Turgay Merih’i, o dönemler aylarca hatta yıllarca dillerden düşmeyen parçasıyla,
Çalsam Bir Gün Kapınıyla, bir kez daha anıyorum…..


***


79’dan beri yaşamımın büyük bölümünü geçirdiğim Ankara’da, son dönemlerdeki yaklaşık dört yıla yakın süren evlilik dönemimi saymazsak, hiç tek ‘ikematgah’ım olmadı. Gerek yaşam tarzım gerekse 12 Eylül sonrasındaki yaşadıklarım nedeniyle ‘sakıncalı’ er’ olarak, sürgün durumunda askerlik yapmak istememem sonucu sürekli ‘kaçak’ yaşadığımdan çok sayıda ‘ikametgah’ım oldu. Gerek kendi kiraladığım evler, gerek sık sık arkadaş evlerinde geçici olarak kalmalarım ve gerekse otellerde barınmam nedeniyle neredeyse Ankara’nın yaşamadığım hiçbir semti, köşe bucağı kalmadı. Öyle dönemler oldu ki, aynı anda kalmakta olduğum; kendime ait bir odamın ve eşyalarımın olduğu dört- beş adresim oldu. ‘Nerde akşam orda sabah’ yaşam tarzım oldu.

90 sonrasında, yanılmıyorsam 94’te, bu adreslerime azıcık farklı bir yenisi daha eklendi. O yıllar İstanbul’da bir ‘komün’ kurulmuştu. Bir grup genç, kendine özgü yaşam tarzı geliştirdikleri, elden geldiğince düzenin dışında alternatif bir yaşam denemesine girdiler. Anarko düşüncelere yaslanan bir anarşist komün kurdular. Hatta bu komün ilk zamanlarda oldukça ilgi de gördü, o dönemde Nokta dergisinde kapak da oldular. Fakat sonradan yürütemediler, polis de işin içine girince kendi kendilerini feshettiler.

Onlardan bir bölümü Ankara’ya geldi. Ankara’da zaten bu yönde düşünce ve yaşam tarzları da gelişmeye başlamıştı. Bunlar, İstanbul’da beceremedikleri komünü Ankara’da yeniden yaşama geçirmeye karar verdiler. O sıralarda Ankara Hukuk’ta okuyan bir arkadaş bana da geldi, bu durumu anlattı ve bana da ‘komün kuruyoruz, katılır mısın? ‘dedi. ‘Oluuur’ dedim, benim için son derece olağan bir durum, onlar için farklı bir yaşam denemesi olabilir ama benim zaten yaşam tarzım. Herhalde bunu bildikleri için geldiler bana da.

Batıkent’te tripleks evlerin birinde kurulan komüne katılmamla tescilli ‘komün’istliğim başlamış oldu. O günlerde de öyle dağınık yaşıyorum ki..Dikmen’de tek başıma tuttuğum bir evim zaten var. Evim var ancak arada bir gidiyorum. Yayın işleri nedeniyle daha rahat çalıştığım için bizim İmge’nin sahibi Refik’in (Tabakçı) evinde daha çok kalıyorum. Bir de her zaman için olmazsa olmazım arada bir de Mülkiyelilerin otelinde kalmayı sürdürüyorum, otelsiz yapamam. Batıkent dördüncü ikamet adresim oldu. İlk hafta herhangi bir sorun yok. Elden geldiğince hem eve takılanlarla tanışmak hem de ortama alışmak için hemen her gece orada kalmaya özen gösterdim. İlginç bir komün. Ankara Palas demek daha yerinde olur. Ama hoşuma da gitti açıkçası. Konur ve Yüksel’in ne kadar dericisi, takıcısı kısaca sermayenin karşısında inatla küçük el sanatlarıyla yaşamını sürdürmeye çalışan varsa bizde. Popçusu, sazcısı, punkçusu, Heavy’cisi bizde.. Ankara’nın bütün ‘ötekiler’i bizde. İpini koparan bize geliyor. Yer büyük nasılsa, sorun yok. Batıkent’in üç katlı evlerinden biri. Evi arayıp bulamama diye bir sorun da yok. Tam önde koskoca yuvarlak içinde bir A harfi. Hemen altında da tüm dünyada anarşistlerin simgesi olan ‘kara adam’. Aynı durum kapının girişinde yerde de var. Kara Adam, betona da kazılmış. Tek eksik Kızılay’dan başlayarak belirli yerlere yön okları konmaması.. Bu arada civarda bir komün daha var ama o komünden çok bir tür ‘cemaat’.. Anımsarsınız, 12 Eylül’ü izleyen dönemlerde bir anda ortalıkta Hristiyan tarikatlar türedi. Özellikle o günlerde ‘Yehova Şahitleri’ popülerdi. Onlar da bir alem. Resmen kapı kapı dolaşıp yaygınlık kazanmaya çalışıyorlar. Bunlardan biri daha doğrusu ikisi İzmir’de bana da denk geldi. Bir öğleden sonra kapı çaldı, açtım karşımda iki kişi. Biri orta yaşlarda sayılabilecek bir kadın yanındaki de tek sözcükle manken gibi bir ‘afet’. Adamlar işi biliyor. Daha ben ağzımı açmadım, Yehova Şahitleri propagandasına başladılar. Tam da adamına. ‘Yok sağol, ben almayayım, öksürtüyor’ diye kapıyı kapamaya yelteniyordum ki ‘afet’ söze başladı ‘ama çok yakında kıyamet kopacak. Tanrı sizi kurtarmak için bizi görevlendirdi. Size bunu haber vermeye geldik’ dediği anda ben de başladım alaya; ‘Faks mı çekti size? ‘ ‘Aaaa, siz teknolojinin çok gerisinde kalmışsınız. Biz faksı aştık. Her gün telefon ediyor.’ ‘Afet’ tam bu işin uzmanı, yine de sepetleyip kapıyı kapattım ama açıkçası aklım yine de onda kaldı ‘ayıp mı ettim ki’ diye.

Yehova Şahitleri değil ama Batıkent’te bir başka Hristiyan tarikatı da vardı; ‘Mesih İnananları’ diye bir grup. Önderleri ve papazları da Yüksel’de dericilik yapan Mustafa. Yüksel’den zaten arada bir merhabamız vardı, Batıkent’te de kimi zaman sabahları işe giderken durakta karşılaşıyorduk. Şans işte, huriler varken bize de Mustafa düştü. Şaka maka Mustafa’yı önceleri pek ciddiye almıyordum ama 97’de Antalya Kaleiçi’nde kendi kurdukları bir kilisede papazlık yaptığını öğrendiğimde oldukça şaşırdım. Bir de inatçı. 12 Eylül sola olduğu kadar onlara da kafaya takmıştı. Onlar da 12 Eylül’le çok cebelleştiler, gözaltına alındılar ama adam inatçılığı sayesinde kendi tarikatlarını bir ‘din’ olarak Yargıtay’a kabul ettirdi. Bu da Batıkent’te gördüğüm ayrı bir espriydi.

Başlangıç kötü değildi ancak ilerleyen günlerde sorun çıktı. Aslında belki öyle bir yaşam tarzı için kafalarındaki tasarı ve benden istedikleri doğaldı mı ama benim doğama hiç mi hiç uymuyordu. Bir gün beni komüne çağıran arkadaş benden tümüyle komünle yaşamamızı, dış bağlantıların, ilişkilerimizin sonlanması gerektiğini belirtti. Ve benden komün dışı ilişkilerimle ‘gemileri yakmamı’ istedi. Gemileri yakmaktan kastı, komün dışında, günlük yaşayışımdaki arkadaşlık, dostluk ilişkilerini sonlandırmam, tüm arkadaşlıkları yalnızca komün içinde yaşamamdı. İplerin ilk kopma noktası bu oldu. Yahu; bizim Mülkiyeli okul çevresinden tut da, gazeteci, yayıncı, edebiyatçı, tiyatrocu, ressam…. O kadar çok çevrem var ki..ilgilendiğim, iş yaptığım hemen her alanda geniş bir arkadaş ve dostluk ağım var. Bende ‘gemi’ bol. Yak yak bitmez. Hangi birini yakacağım. Üstelik insan tümüyle dostluklardan örülü ucu bucağı olmaz bir ‘filoya’ sahip olunca ister istemez kapitalist damarı ve tutuculuğu tutuyor. ‘Hiçbirini yakamam’ deyip kestirip attım. Yine de arada bir de olsa komüne takılmayı sürdürdüm. Yaklaşık bir buçuk, iki ay sonra da ikinci sorun başladı ki bu benim için kesin ayrılma nedenim oldu.

Benzeri ‘alternatif hareketler’ Almanya ve Avrupa’nın kimi ülkelerinde kendilerine özgü yaşam alanları kurmak için çiftliklere, geniş arazilere yayılıyor ve oralarda düzenin dayattığından farklı özgür yaşam alanları oluşturuyorlardı. Hatta bir dönem bu Almanya’da öyle yaygınlaştı ki, sonraları ‘Alternatif Hareket’ adını alacak olan bu yaşam alanları kendi eğitim sistemlerini devletten farklı olarak yaratmayı başardılar. Buraya kadar güzel, bunu ben de destekliyorum. Benzeri yaşam deneyleri ekolojik temelli olarak şu anda da Türkiye’de var. Çünkü bu tür yaşam alanları toplumda ‘taban demokrasisi’ ya da ‘doğrudan demokrasi’nin yolunu açıyor, bireyi kendi özgür yaşamı içinde kendi ideolojisini oluşturmasını sağlıyordu. Bunu her zaman savundum. Bizimkiler de böyle bir kırsal yaşam biçemini denemeyi düşündüler. Güzel. Ama bunu sağlayabilmek için seçilen yönteme gelince her zamanki gibi muhalefet bayrağını açtım.

Düşünceye göre Ankara yakınlarında bir büyük toprak parçası, çiftlik alınacak ve burada bir ‘alternatif köy’ kurulacak. İyi de bunun için para gerekiyor. İşte akıllarınca bunu da ‘çiftçilik yapacaklarını’ söyleyerek devletten kredi olarak isteyecekler. İşte bu noktada bende sigortalar attı. Hem devletin dışında bir yaşam alanı düşleyeceksiniz hem de gidip devletten yardım dileneceksiniz. Bana uymaz. Bir şeyin ya yanında olursunuz ya karşısında. Çıkar için karşı olduğunuzu iddia ettiğiniz bir yapıdan yardım da dileyemezsiniz..dedim ve zaten baştan beridir bir tür ‘eğrelti’ otu gibi durduğum ortamdan olmayan şapkamı alıp çıktım.

Şimdi biraz daha gerilere gidelim. 1988 yılının başlarına. O yılın başlarında hatta 87’nin sonları da diyebiliriz, Ankara’da Konur 2’de bir mekan kurulur: Sahne. Ankara’daki 12-13 tiyatrocu arkadaş bir araya gelerek bu mekanı açarlar. Oldukça geniş bir mekan. Girer girmez ortada fazla büyük olmasa da bir salon. Asma katındaki biraz daha büyükçe bir yer. Alt kata doğru bir koridor ve tuvalet, en altta da çok geniş, hangar gibi bir salon. Üst katlarda sahne olmadığı için buralar kafeterya olarak dizayn edilmiş ancak akşamları daha çok ortama uygun düşen ‘Happening (doğaçlama)’ tarzı oyunlar sergileniyor, kimi akşamlar da canlı müzik oluyor. O yıllarda şimdiki gibi ‘caffé’ ya da çayevi modası yok. İçki ruhsatı olmadığı için Sahne de bunu ilk kez yapıyor ve içerde belki 20-30 çeşit farklı çay türleri bulunuyor. En alttaki dev salonu ise gerek Sahne’deki arkadaşlar gerekse Ankara’daki diğer tiyatrocu arkadaşlar sahneleyecekleri oyunların ‘prova ve çalışma salonu’ olarak kullanıyorlar. Sahne’nin alt kata inen koridoru içinde ben de bir kitap sergisi açtım. Tiyatro ve sinema ağırlıklı olmakla birlikte hemen her tür kitabın bulunduğu sürekli bir sergi, Sahne’nin kitap satış reyonu.

Önceleri oldukça güzel ve keyifli gidiyor. Derken 88’in Mart ayı geldi. Ve Ankara’da ilk kez film festivali düzenleniyor. Kaçar mı? Kimi zaman gelen müşterilerden birini serginin başına oturtsam da sabah erken saatlerden akşam geç vakitlere kadar çok sayıda film, kısa film, konuşmalar, açık oturumlar derken, hiç birini kaçırmıyorum. Benim sergi de kendi kafasına göre takılıyor. Her geldiğimde kitapların eksilmesi kesin, kimisi parayı bırakıyor kimisi bırakmıyor. Olsun. Önemli olan benim festivali bırakmamam. Bu arada Sahne’nin tam çaprazlama karşısında da Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hizmet binalarından biri. Onlarla da aramızda sorun çıktı. Geceleri oyun ya da müzik olduğu zaman gelen geçen görmek için camın önüne yığılmasın (dileyen girip içeri izlesin) diye büyük siyak örtüyle kapatıyoruz dış camı. Emniyet kafayı ona taktı. ‘Siz n’apıyorsunuz orada, neyi saklıyorsunuz? ‘diye. Önceleri epeyce sorun yarattılar, sonra bir gece gelip içerde ne olup bittiğini kendi gözleriyle görünce uğraşmayı bıraktılar.

Festivalde çok sayıda film izledim. Kısa filmlerin ise tamamını gördüm. Burada ilginç bir durum da oldu. O kadar çok etkinliğe girip çıkıyorum ki, çoğu zaman jüride olan sanatçılarla da yüz göz oluyoruz. Aynı zamanda festival başkanlığını da yürüten Mahmut Tali Öngören’le Çetin Öner’i zaten tanıyorum. Artık filmler bitti, ödül için jüri toplantıları başladı. Kısa film jürisi toplanacak. Ben kapının önüne yöneldim, sonucu bekleyeceğim. Bu sırada jüride olan Şahika Tekand’la karşılaştım. ‘Her zaman burnumuzun dibindesin. Oldu olacak buraya da gir bari’ dedi. Ben de ‘yok, rica ederim. Hiç olur mu öyle şey. Özür dilerim’ falan demeden, ‘tabiii niye olmasın’ dedim, daldım içeri. Ve böylece kısa film jürisinde de bulunmuş oldum. (Doğal olarak sadece izleyici olarak..) Bir-iki saat süren tartışmalardan ve kimi filmlerin yeniden izlenmesiniz ardından jüri benim de çok sevdiğim, Mustafa Altıoklar’ın ‘Çizgim’ adlı filmine verdi birinciliği. Bence yerinde ve doğru bir seçim. Ama hiç unutamayacağım bir film var ki jüri üyesi olsaydım galiba ‘gülümseyerek’ oyumu ona verirdim. Filmin adı ‘1/4 saniye’, süresi 1 saniye. Dörde katlanmış bir A4 sayfası. Yani, Bir A4’ün ¼’ü bir saniye gözüküyor. Oldu mu sana ‘1/4’ saniye. Film bu. Bu filmi hiç unutamadım.

Unutamadığım bir ilginç durum da 3. Ankara Film Festivali’nde yaşandı. Festivalden yaklaşık bir yıl kadar önce Mahinur Ergun’un yönettiği, Kadir İnanır ve Zuhal Olcay’ın başrolünü oynadıkları ‘Med Cezir Manzaraları’ filmi çekilmişti. İşin ilginç yanı film vizyona girer girmez çok sayıda ödül aldı çeşitli yarışmalarda. Mahinur Ergun ‘en iyi yönetmen’, Zuhal Olcay ‘en iyi kadın oyuncu’ ve film de ‘en iyi film’ dallarında ödülleri toplarken, Kadir İnanır’a hiç ödül çıkmamıştı. O da isyanlardaydı. ‘Yahu filmin her karesinde ben varım. En iyi film’ ödülü alıyor, bana hiç ödül yok. Nasıl oluyor bu? ‘diye. Hatta o dönemler İnanır’ın oyunculuğu da sorgulandı kimi sinema yazarlarınca, ‘rol falan yapmıyor, doğrudan kendisini oynuyor, zaten maço’ diye. İşte 3. Ankara Film Festivali’nde Med Cezir Manzaraları’na toplamda beş ödül verilirken, Kadir İnanır’da sonunda arzusuna ulaşıyor ve ‘en iyi erkek oyuncu ödülü’nü alıyor. O gece Kadir İnanır, elinde, izleyicilerden birinin verdiği bir karanfille sevinçten bulutların üzerinde uçuyordu, ödül sonrası kokteyl salonuna giderken.

Sahne’nin karşısında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hizmet binalarının olduğunu söylemiştim. Doğru, bu binalardan çok sayıda var Ankara’da ama şu da bir gerçek nerede sol ya da aydın kesimin toplanma yeri var, kesin Emniyetin ya dibindedir ya karşısında. Herhalde onlara zorluk çıkarmamak için polis sevgisinden olsa gerek. Turgutlu’da lise yıllarında oranın devrimci ve sol düşünceli gençleri olarak toplanıp çay içtiğimiz çardak gibi küçük bir çay ocağının bir yanı emniyetle bitişikti, dört adım öte tarafındaysa adliye binası.

İzmir’de yıllardır toplanıp bir araya geldiğimiz yer Kantar karakolunun tam karşısındaki Pasaport kahvesiydi. Aslında 12 Eylül’den önce daha da yakın hemen dibindeydi. O zamanlar deniz kıyısında kahveler serbestti. Toplanılan yerde karakolun yanındaydı. Sonra karşıdaki kahveye geçti. Yanımıza gelmeleri azcık zorlaştı. Kolay mı? Önce sola, sonra sağa, sonra yine sola bakıp karşıya geçeceksin.

Üniversite yılları desen zaten bırak kahvehaneleri, okulun içinde kucak kucağayız. Ben onlar kadar derslere devam etmedim. Onlar aksatmaksızın her gün girdiler. Diploma bizden çok onların hakkı.

Ankara’da yine en çok takıldığımız mekanlardan biri de Karanfil’deki her gece gittiğimiz barımız Marjinal. Onun da tam karşısında yine Emniyet Genel Müdürlük hizmet binalarından biri var. Marjinal’i, bir kız arkadaşıyla birlikte Tolga Çandar işletiyordu. Her gece on bir-on iki oldu mu, Mülkiye’den kalkıp soluğu orada alıyoruz. Sabah dörtten beşten önce de çıkmıyoruz. Yeni kuşaktan gelenler de çok olmakla birlikte özellikle 68 kuşağının çoğu orada. Ben de o dönemler onlarla birlikteyim. Hatta bir tanesiyle, Engin’le yine Batıkent’te bir evi paylaşıyoruz. Aramızda Bir de Haldun var. O da 68’lilerden. Her gece Mülkiye’yi kapatıp Marjinale çörekleniyoruz. Haldun 68 döneminde her türlü işkencelerden geçmiş bir kişi. O dönemler özellikle işkence merkezi Ziverbey’de yapılan en iğrenç işkencelerden biri bir kişiyi, bir çuvala sokmak, sonra da aynı çuvala en irisinden birkaç da fare atmaktı. Daha sonra da coplar çuvala inip kalkmaya başlıyor. Copun acısını duyan fareler de can havliyle çuvalın içindekini ısırmaya başlıyor. Haldun Ziverbey’deki o işkence tezgahlarından geçmiş bir arkadaşımız. Sırtındaki fare ısırıklarını bizzat gördüm.

Marjinale çokluk eski tüfekler geldiği için kuşkusuz geceleri devrimci türküler, marşlar, sloganlar eksik olmuyor. Hele bir gece DEV-GENÇ’in kuruluş yıldönümünü kutluyoruz. 12-13 kişi toplandık bir masanın çevresine. Aramızda eski dönemin DEV-GENÇ başkanları da var. Gece sohbetle başladı, sonra da Tolga Çandar’ın sazı ve sesiyle sürdü. Hatta bir ara aramızda bulunan İlyas Salman da aldı sazı eline. Türküler devrimci marşlara evrilirken, birkaç dubleden sonra, durur mu, başladı bizim Engin sloganlar patlatmaya. Sadece barın içi değil, Karanfil baştan sona inliyor. Tam karşımızda Emniyet binası… Zaten o geceden sonra ben tanıdık çevreme Marjinal’i anlatıp, gelin ortam çok güzel dediğimde, adres soranlara sadece ‘Karanfil’e gir,marş ve slogan seslerinden bulursun’ demeye başladım.

Haldun’un sırtındaki fare ısırıklarını söylemiştim. Aslında gerek 12 Mart gerekse 12 Eylül tarihe trajikomik konumlarıyla geçtiler. Trajedi ve komedinin içiçeliği her iki döneme de damgasını vurdu. Her iki dönemde de benzer uygulamalar inatla sürdürülmüş, benzer trajik ve komik durumlar yaşanmıştır. Casablanca’da belleklere yerleşen iki sahne/söz bu iki dönemi özetler niteliktedir:

‘Bir daha çal Sam.’

..ve..

‘Her zamanki şüphelileri toplayın.’

Yine 12 Mart’ta yaşanan bir trajikomik olayda, aynı zamanda Mülkiye’den arkadaşımız olan Oktay Etiman’la ilgili.

Uğur Mumcu’nun anlatımını ’12 Mart Fıkraları’nda Hasan Kıyafet’in aktardığına göre;

12 Mart döneminde Ankara’daki tutukevlerinde bir uygulama başlatılır. İçte ve dışta demokratik görünmek için tutukevlerine dilek kutuları konur. O sıralarda Etiman da İstanbul Selimiye’den Ankara’ya nakledilmiştir. Uygulamayı görünce hemen dileğini yazar: ‘8 aydır yıkanmıyoruz. Acilen banyo hakkımızın tanınması….’ Demokratik yanıt anında gelir: ‘Acelen ne ulan? Daha yeni geldin.’

Bir olay da 12 Eylül döneminden. Barış Derneği duruşmalarından biri. Zaten o dönem bu davanın kendisi başlıbaşına trajikomik bir durumdur. Duruşmada tutuksuz sanıklardan Türkkaya Ataöv’ün salonda olmadığı görülür ve anında tutanaklara ‘kaçak’ olarak geçer. Oysa Ataöv o sıralarda bir başka davada, Paris’te görülen Orly davasında Türkiye’yi savunmaktadır.

Farkındaysanız sizlere bu yazı boyunca sürekli olarak 12 Eylül ve onun izlerinin sürdüğü sonraki dönemin trajikomik daha çok da komik olaylarını aktardım/aktarıyorum. Çünkü 12 Eylül başka türlü anlatılamaz. 12 Eylül’ün ‘komik’liği sergilenmeden ‘trajik’liği vurgulanamaz.

12 Eylül döneminin ‘komiklik’lerini yazıyorum; çünkü Fransız şairi Tristan Corbiére’in dediği gibi:

‘’ Gülüyorum, çünkü canımı yakıyor bu.’’

 

 - sürecek -

dizin    üst    geri    ileri  

 



 32 

 SÜJE  /  Semih Özcan  /  yirmi sekiz eylül iki bin on altı  / 18