Şadırvanaltı’ndan Keçecileriçi ne kadarcık yol ki. Koşmaca hemen gidip
gelecektim. Babamın istediği dikiş makinesi iğnesi, kayışı, yağını tez
yetiştirecektim. Benim esas niyetim buydu; görsündü babam oğlunun ne tez
ayağı vardı.
Ama gelin görün ki, Lale sinemasının önünde Robin Hood kesti yolumu.
‘Zenginden alıp, yoksula vereceğiz, gir bakalım ormandan içeri!’ İçimden,
babam bekliyor, işleri var dedim; dedim ama Robin Hood duymadı tabii.
Mecburen bir bilet aldım; içerdeyim. Artık birkaç dikiş makinesi iğnesi
eksik olacaktı; ne yapabilirdim ki? İyi de içerde de ‘Dinazorla Yavrusu’
zor durumda değiller miymiş? Zavallı yavrucak şehirde tutsak alınmış.
Kurtardım neyse annesiyle birlikte. Daha doğrusu, yardım ettim annesine;
ıkındım sıkındım, soluk soluğa alkışladım, cesaret verdim. Çok şükür, çok
şükür…
Al bakalım, tam gideceğim sırada beyaz adamlar zavallı Kızılderililere
saldırmasın mı? Bu vaziyette bırakıp gitmek olur mu? Olmazdı elbette.
Zaten yerlerinden, yurtlarından ediliyorlardı. Yetmezmiş gibi bir de
öldürüyorlardı onları çoluk, çocuk demeden. Vahşetin böylesine göz
yumamazdım doğrusu!
Robin Hood, dinazor, Kızılderililer derken akşam olmamış mı? Eyvah ki, ne
eyvah! Dükkanlar kepenk indiriyorlar. Allahtan keçeci sinemaya yakın; bir
solukta içerdeyim. Birkaç dikiş makinesi iğnesi eksik, gerisi tamam.
Olsun, ben bir an evvel varayım dükkanımıza da.
Varda, varda, çekilin yoldan, yağlı boya! Yüreğim güpgüp. Ne Robin Hood ne
de yardım ettiğim dinazor ve Kızılderililer yoklar ortalıklarda. Babamla
ben yalnız başıma! Kim bilir nasıl bir kıyamet kopacak. Tüh Allah
kahretsin! Keçecileriçi’nden, Mezarlıkbaşı, Şadırvanaltı’na bir solukta
vardım. Kan ter içindeyim; koştuğum için mi, korktuğum için mi
bilemiyorum. Sokağımıza döndüm, babam dükkanın önünde! Aniden durdum.
Çekingen adımlarla usul usul yürümeye başladım. Babamın bakışlarındaki
öfke ta sokağın başına kadar geliyor ve göğsümden geriye itiyordu beni.
Çaresiz yürüyordum. O da ne?!Dükkanımızdan dedem çıkıyor. Bodrum’dan
gelmiş. Otobüs Çankaya’da Ülkü Palas’ın önünde bırakıyor ya o zamanlar
yolcuları; dükkanımıza çok yakın. Hoş geldin dede! Dedeciğim. Dedem de
diz çöküp kucaklıyor beni, kokluyor. ‘İbrahim, koçum kan ter içinde. Ne
bu böyle? Oraya buraya koşturup yoruyorsun çocuğu!Böyle olmaz, giderken
götürürüm ben koçumu Bodrum’a.’ Yaşa dedeciğim sen, gidelim, gidelim.
Babam sipariş paketini bir hışımla alıyor elimden; ben dedemin
kucağındayım.
Eve gittik dedemle. Koyun koyuna yattık. Mis gibi Gökova’da sabahladım.
Babam mı? O da siparişleri yetiştirmek için makinesinin başında
sabahlamış tabii. ‘ Eee, tembelliğin cezasıymış bu.’ Dedem öyle söyledi.
‘Bir de koçumu kan ter içinde sağa sola koşturuyor utanmadan.’