Karşı duvarda asılı duran çerçevenin içine boca edilmiş kırmızı renk
üzerine beyaz ve siyahın derinleştirilmiş güney çizgilerinin neden daha
önce dikkatimi çekmediğini düşündüm. Kasım ayının ikinci haftasıydı
sanırım. Kadıköy’ün ara sokağına saklanmış eski mi eski bir dükkanın
duvarında görmüştüm en son onu. Nasıl oldu da bu eve geldiğini anımsamaya
çalışırken, masamın üzerine vızıltısıyla gelen kör bir arının dimağımı
ısırmasıyla hafızam geriye dönüşler yapmaya başladığında, okuduğum kitabı
göz hizamdan sola doğru iterek, kör arının vızıltısını takip etme
isteğine daha fazla dayanmayarak ona teslim oldum.
Ayda ortalama iki kez aldığı merhabaları da üzerine eklersek, iyiden
iyiye evin kanlı canlı bireyi olduğunu söylemeliyim. O sesin yankısının
kumaşın süzgecinde bir örümcek dokusu gibi durduğunu dün fark ettim.
Asıldığı ilk gün iki kişiydik. Sonra üç kişi olduk. Duvarın sağına
yerleşmiş kanepenin ortasına oturduğumuz o ilk gün; önce birbirimize
baktık. Gözlerimiz iki uzak mesafeyi ölçtü, tarttı ve sonra da ona
bakmamızı bekliyormuş gibi duraksayınca, dilimizin derisinden içeriye
doğru kaçan kelimeleri sessizce indirdik o boşluğa. Ben vızıltısını kesen
kör arıyı aramaya başladım; sayımız azalmıştı kör arının da çekip
gitmesine izin veremezdim. İki ses bir sesten iyidir her zaman dedim ona.
Ama o ikna olmadı. Kırmızı çerçevenin içindeki çizgileri değil de, neden
bu tabloda tarih ve imza yok sorusuna cevap vermediğim için çekip
gitmişti. Oysa biraz daha sabırlı olsaydı o gece çizgilerin nasıl
konuştuğunu görecekti.
Okyanusların ötesinde, dağların en tepesinden, tarihin illegal
kanatlarını takıp gelmişti bana. Asıldığı yeri yadırgasa da gözlerimle
ona sokulduğumda keyiflendiğini görüyordum her gece.
Sokulacak yerini bulunca insan bir kedinin alışkanlığı gibi sokuldukça
sokulası geliyor işte. O bana ben de ona. Yoksa ben mi uydurmuştum bütün
bunları. Bilemiyorum.
Şimdi ise tuhaf bir şekilde yabancı gibi duruyor. Sesi içine mi kaçtı
yoksa içinde eridi mi anlayamıyorum. Bugün iki kez seslendim kendisine
ama bir cevap alamadım. Kesik kesik devam eden ince telden seslenişlerime,
geceye doğru cılız bir sesle dönüşüne öyle sevindim ki bilemezsiniz.
Hayır, O, burada o çerçevenin içinde bana bakmakla kalmıyor, benimle oyun
bile oynuyordu. Oyunları severdim. Mesela en çok saklanmayı, sonra da
birden bire ortaya çıkmayı severdim ben. O, asılı durduğu için hep
saklanan ben olunca bu oyundan da sıkılmaya başlamıştım iyiden iyiye.
Yeni oyunlar yeni yöntemler bulmalıydım kendime.
Evdeki göz kalemlerimin içini boşaltıp kahve fincanın içine kırarak,
birkaç damla yağ koyup karma bir renk elde ettim. Hiçbir renk baskın
değildi. O yüzden de isim bulamadım bu karışıma. Yeteneksizliğimin burada
da kendini göstermiş olmasına pek takılmadım bu sefer.
Ucu kesik bir fırça yardımıyla, çerçevenin biraz üstünden başlayarak
kesik kesik çizmeye başladım. Önce buna itiraz edecek gibi oldu ama benim
çağlar öncesinden kaçıp gelmiş bir ressamın ruhunu taşıdığımı düşündüğünü
söyleyerek parmaklarıma ve yüzüme maske takmamı önerdiğinde, kesik
bakışlar fırlattım ona.
Gece uzadıkça uzuyordu. Eski çağlardan sökün eden o ruhlar bedenimi ele
geçirmiş, beni de oyunlarına alet ederek eğleniyorduk. Kimsenin bir şikâyeti
yoktu. Bir süre sonra duvarda kabartılar halinde beliren şey onların yardımıyla kocaman bir yatağa dönüştü. Boyamız azaldıkça bu
sefer de evdeki bütün rujların içini daha büyük bir coşkuyla boşaltamaya
başladım. Birbirimizle yarışır hale gelince ve güneyden gelen çizgiler
bize mukavemet etmeye başlayınca da aramızda ufak sürtüşmeler baş
gösterdi. Önce batı çizgileri itiraz etti. Efendim sınırlarınızı
aşıyorsunuz. Haddiniz biliniz. Kuzey çizgileri soğuktan pek de miskin
duruyorlardı, biz daha çok onların üzerine yürüdük. Yatak büyüdükçe
kavgamız da çeşitleniyordu. Doğudan gelen Helen kırmızısı çizgiler
yatağımızın başına örümcek ağı örmeye başladı. O çizgilere mukavemet
edecek rengimiz gittikçe solmaya başlamıştı. Evde de içini boşaltacak bir
şeyler kalmayınca da adamlarım tek tek ruhumdan çekilmeye başladılar.
Koca yatağın içine kül ve kum karışımı bir döşek serdi güneyden gelenler.
Bir adam ve bir kadın oturuyordu içinde. Adam sürekli bir şeyler
anlatıyordu kadına. Kadın ise ona kül serpiyordu. Kendi ruhumdan çıkıp
adama yaklaştım. Baktım, baktım o kadar çok benziyorduk ki kendine,
söylediklerine pek inanmadım.
Kadını çekip alacaktım ki oradan; Helen kırmızısı kulağıma eğilerek:
öldürmeyen allah bu sefer öldürüyor, dedi. Benim de ona cevap verecek
kalemim kalmamıştı. Bu oyundan da sıkılmaya başlamıştım zaten. Herkes
kalemine sahip çıksın diyecektim ki duvardaki tablo bir tık yana yatınca,
çok endişelendim yoksa o da mı çekip gidecekti.