‘’… HER İNSANIN BEYNİNDE BİR YANGIN MUTLAKA VARDIR. HEP VARDIR.’’
‘’ Bütün yaşadıklarımı anımsıyorum. Anımsamak acı verir insana. Düşlerini
geri getirir, unutturur anımsamak elimizdekini. Anımsamak delirtir
insanı. ‘’ (sf.13)
Şimdiye dek dört romanı çıktı Hidayet Karakuş’un. Son romanı ‘Şeytan
Minareleri’nin özel bir yeri var. Toplumca tümümüzün tanık olduğu Sivas
Katliamını, içerden bir gözle anlatıyor olması. İçerden bir gözle çünkü
Karakuş o olaylar sırasında Madımak Oteli’nde olan, olayları tüm
çıplaklığıyla birebir yaşayan bir kişi.
Hidayet Karakuş’la Sivas olaylarının on ikinci yılında (2005), bir söyleşi
yapmıştım. (Bu söyleşi o zaman İzmir’de yayınlanan haftalık haber
gazetesi Yakın Plan’da çıkmıştı.) O söyleşide gerek olay anını, gerek
olaydan önce katliama giden 'hazırlıkları' gerekse de sonrasını uzun
uzadıya konuşmuştuk. Bu nedenle bu kez bu konuya pek dokunmak
istemiyordum açıkçası. Çünkü hem bu konuda konuşmadığımız bir yön
kalmamıştı hem de bu ‘olayın’ ön plana geçerek onun yazar yapısını,
sanatçı kişiliğini gölgelemesinden çekiniyordum.
Ancak benzer ‘yakma’ların günümüzde de güncelliğini koruması ve en
önemlisi kendisinin de bu konuyu yıllar sonra romanlaştırması nedeniyle
zorunlu olarak bu konuya yeniden döndüm. Fakat bu kez elden geldiğince
romanı ve yazar yanını öne çıkararak…
Şeytan Minareleri’nde işlenen konunun güncelliğini hiç yitirmemesi aksine
sürekli olarak kendini güncellemesi nedeniyle ilk olarak bu konuyu açma
gereği duydum:
S.Ö._Aslında ben bu söyleşide sizin de yaşadığınız ‘Sıvas’ olayını açmak
istemiyordum. Bu konuda daha önce bir söyleşimiz olmuştu zaten. Ancak, bu
konuşma sonrasında o günleri ‘Şeytan Minareleri’ adıyla romanlaştırdınız.
Bir de yıllardır yaşadığımız bu ‘yakma ortamı’ sürekli kendini dayattığı
için ister istemez o günlere de yeniden dönme durumundayım. Sormak
istediğim şu; Türkiye ‘yakma, yakılma’ olgusuyla sürekli içli-dışlı
yaşıyor. Yıllar öncesinden kitap yakmalarla başladı, ardından Madımak’la
doruğa çıkan ancak yer yer başka yerlerde de örneğini sıklıkla gördüğümüz
‘insan yakma’ ve son dönemde de ‘kitapçı dükkânı’ yakma. Yakma’nın
yarattığı travma farklı mı oluyor? Ya da soruyu yakma toplumda hiç
geçmeyecek, belleklere kazınan bir travma mı yaşatıyor ki sürekli bu
yönteme başvuruluyor. Birçok baskı, yok etme yöntemi var ki onlar da
uygulandı/uygulanıyor kimi dönemlerde. Ancak ‘yakma’ olayına karşı
birilerinin yoğun bir ilgisi var. Neredeyse bunu bir ‘ritüel’e
dönüştürdüler. Sizce ‘yakma’ olayının ağırlık taşıması özel bir anlam mı
taşıyor? Toplum belleğine nasıl bir göndermede bulunuyor? Siz de
romanınızın bir yerinde ‘…her insanın beyninde bir yangın mutlaka vardır.
Hep vardır!’ diyorsunuz. Toplum belleğine geçmeyen bir bilinç,travma mı
kazınıyor?
H.K. _ Bence toplumun bilinçaltında yatıyor yakma düşüncesi. İlk
çağlardan beri insanoğlu yakarak temizlemeyi, yok etmeyi, istemediğinden
kurtulmayı yaşamış. Tarih öğretmenlerimizden biri iki temizleme aracı
vardır; biri su, öteki ateş, demişti birinde. Tarihteki imparatorlukların
yaşadıklarından, yaşattıklarından yola çıkarak. İnsan denilen varlık
bundan vazgeçmemiş. İnsan yakmış, kitap yakmış, orman yakmış, anız
yakmış… Hitler kitapları meydanlara yığıp yaktırmıştı. Bruno, Nesimi
yakılarak cezalandırılanlardan. Suriye’de IŞİD de sık sık bu yöntemi
deniyor kimi cezalandıracaksa. Neron Roma’yı yakmıştı. Bizim
yükleniciler, Boğaz’daki yalıları yakarak SİT’i çaresiz bırakıyorlar. Her
yerde ateş gördüğünüz gibi.
Sivas Katliamı ya da öteki adıyla Madımak Yangını da tarihteki sürecin
bir halkası. Her dönemde ateşin gerekçesi az çok bellidir. İstemediğini,
aykırı bulduğunu ortadan kaldırmak. Türkiye’nin bu ilk yangını değil ki.
1968’de Kayseri’de toplanan Türkiye Öğretmenler Sendikası Genel Kurulu’na
katılan öğretmenleri de bir sinemada yakmak istemişler, tutuşan
perdelerin, alevlerin arasından öğretmenleri askeri birlikler
kurtarmıştı. Cezaevlerinde çıkan, çıkarılan yangınları düşünün. Şimdi de
o nedenle bir travma değil, insanın elinde hazır bir silahtır ateş.
Şeytan Minareleri Sivas Katliamı’nı anlatıyor ama bunu o olayla, o günle
sınırlayan bir roman değil. Toplum yapısını,yaşamını hatta o katliamı
yapan insanlar açısından da sorgulayan bir kitap. Hem o ortama gelinme
sürecini hem de o olayın insanlar üzerinde yarattığı yıkımı, zorlukları
çok titiz bir gözlemcilikle didik didik eden bir kitap. Romanı
okuduğunuzda son derece ‘disiplinli’ bir yazarla karşı karşıya
geldiğinizi görüyorsunuz. Kurgu çok sağlam. Çatı çok iyi kotarılmış. Ve
en ince ayrıntısına dek titiz bir çalışma, gözlem hemen ilginizi çekiyor.
Genelde, bir romanı ya da metni okurken başlığa, girişe ve bitişe
özellikle bakarım. Benim için başlık, içeriği aynı yoğunluk ve
çarpıcılıkta verebiliyor mu,önemli. Giriş ve bitişler de konuyu ve olayı
yakalayıp yakalayamadığının göstergesidir. Girişler konuyu işleyiş
yönteminizi, olaya hangi gözle baktığınızı ele veriri. Bitişler de sizin
konuya yeterince etken olup olmadığınızın ve nesnellik düzeyinizin
ölçütüdür. Şeytan Ayetleri, bu konuda son derece yetkin bir kitap. Adı
zaten tüm olayı en çarpıcı bir biçimde veriyor. Girişse, Fotini Tsalikoğlu’nun ‘Benim Adım Martha Freud’ kitabından bir alıntıyla
başlıyor:
‘’Ateş ne kadar korkutucu olsa da küller, varlıktan kalan bir izdir.
Ateşten her zaman artakalan bir şey vardır.’’
Ve roman boyunca o küllerden artakalan tüm parçalar bir bir, bir kuyumcu
titizliği ve sabrıyla toplanır, önünüze konur. Romanın sonuna
geldiğinizde o parçaların ve girişteki bu sözün ne denli önemli olduğunu
anlarsınız. Romanın öylesine başarılı bir sonu var ki, şu an kendimi,
buraya yazmamak için zor tutuyorum…çünkü kitabın can damarı burada. Son
sayfayı bile okumadığınızda kitap çok eksik kalıyor. Her bir parçası çok
sık dokunmuş bir kitapla karşı karşıyayız. Son paragrafı okuduğunuz anda,
ilk paragrafın anlamına varıyorsunuz. Bunu da çok yetkin bir dille,
başarılı bir Türkçe’yle yapıyor. Zaten daha önceden de Hidayet Karakuş’un
dil konusundaki duyarlığını ve titizliğini biliyordum. Şeytan
Minareleri’nde bu Türkçe konusundaki duyarlık yine karşıma çıktı.
Romanda, Arapça ‘ve’ bağlacı hiç kullanılmamıştı. İşin ilginci, bunun
farkına bile ilk anda varamıyorsunuz. Çünkü o denli sağlam bir dil var
ki, ‘ve’nin yoksunluğu anlam ve akıcılıkta en küçük bir sorun yaratmıyor.
Eksikliğini duymuyorsunuz. Bu tavrın dile verilen önemden kaynaklandığı
belliyse de yine de başka etmenler olup olmadığı kafama takıldığı için
sorma gereği duydum:
S.Ö._“Şeytan Minareleri’’ Arapça “ve” bağlacının hiç kullanılmadığı bir
roman. Bunu yapmanızdaki neden yalnızca Türkçe’ye verilen önemden
kaynaklanan bir tavır mı yoksa içerikle ilgili başka nedenler de var mı?
Örneğin benim aklıma ilk gelen “ve” diyerek bir tümceyi sürdürdüğümüzde
anlatıma bir durum, bir seçenek daha vermiş oluyoruz. Bu bağlacın
kullanılmamış olması, sanki pek seçeneği olmayan dönemlerden geçmemize de
bir göndermede bulunuyor gibi… Böyle bir kaygı var mı?
H.K. _
Ve bağlacının Türkçenin akıcılığını kestiğini biliyoruz. Bunu ilk
söyleyen Nurullah Ataç’tır. Yine ve bağlacını hiç kullanmayan yazar
arasında Oktay Akbal, Erdal Öz’ü anmalıyım.
Bugün radyolarda, televizyonlarda, sokaklarda konuşanlara bakınız; çoğu
ne söyleyeceğini belirlemek için “ve”ye sığınır. Çünkü yeterince konuya
hazır değildir. “Ve” diye başlayan ya da konuşurken yazarken “ve” deyip
duraksayan insanlar genelde söylemek istediklerini toparlamak için
yaparlar bunu ama konuşmanın akıcılığı da uçup gider. Oysa Türkçe son
derece akıcı, şiirsel bir dildir. Türkçeyi yeterince bilmeyenler dilimizi
bu anlamda da katlediyorlar. “Ve”nin seçenek yarattığını sanmıyorum.
Yalnızca konuşmacıyı kısa bir süre için kurtaran Arapça bir bağlaçtır o
kadar. “Ve”yi hiç mi kullanmayalım? Elbette kullanabiliriz. Nazım Hikmet
de şiirlerinde bolca kullanır biliyorsunuz. Ancak o Türkçenin sesine ses
katar “ve”yi kullanırken. Daha güçlü bir Türkçe yaratır. Ben özellikle
düzyazıda ‘ve’ bağlacının güzelim dilimizin akıcılığını kestiğini
düşünüyor, kullanmıyorum. İsterseniz deneyin. “Ve”siz tümceler kurun peş
peşe; göreceksiniz ne kadar akıcı bir anlatım çıkacak ortaya. Onun
yarattığı görkemli dili yaratabileceksiniz buyurun kullanın. “Ve”
diyeceğiniz yerlere virgül koyun yeter.
Seçeneksiz bir dönemden geçtiğimizi düşünmüyorum. Hiçbir sorun çözümsüz
değildir.
Yaşamın diyalektiği içinde bütün sorunlar çözümlerini içlerinde taşırlar.
Bu anlamda
“ve”den yola çıkarak seçeneksizlik yorumunuz ilginç ama bana doğru
gelmiyor. Yazarken
de daha sonra da böyle bir şey düşünmedim. Ama yine de ilginç bir
yaklaşım. Farklı bir
bakış açısı.
Şeytan minareleri, bildiğimiz deniz kenarlarında bolca gördüğümüz bir
deniz kabuklusu. Anlaşıldığı gibi, bu canlı türünden Sivas’ta anlamı
dönüşen bir ilinti kurulmuş. Topladığı her bir şeytan minarelerinden
masallar, hikayeler anlatan bir masalcının anlattıklarıdır yazılan… ama
bu kez, alışageldiğimiz sonu mutlu biten, gerçeküstü anlatımlara dayalı
bir masal değildir okuduklarımız. İşte az önce romanın sonunu çok önemli
bulduğumu vurgulamak istediğim de buydu. O şeytan minarelerine,
topladığımız anılara sinmiş daha birçok acı masallarla dolu yaşamımız.
Roman işte bunu önümüze koyuyor. Bunu yaparken de dediğim gibi yalnızca
olay gününe,zamanına bağlı kalmıyor. Yaşanılanı tüm ayrıntısıyla, o anı
yaşayanların özel yaşamlarından da kesitler vererek anlatıyor bize.
Örneğin, İzmir’in ünlü Kemeraltı çarşısının çok güzel anlatımıyla,
tanımıyla karşılaşıyoruz. Kurulduğu yıllarda daha çok orta düzey ticaret
merkezi olan şimdilerde ise endüstriyel gelişmenin girmesiyle çok farklı
boyutlara taşınan; bir yanıyla tekelci ürünlerin mağazalarıyla bir yandan
da hala yaşama savaşı veren işportacılığın yan yana bulunduğu çok geniş
bir alan Kemeraltı. Ve Kemeraltı, evet, aynen böyle bir yer:
‘’Kemeraltı, bir romanın omurgası gibi uzanıyordu semtin ortasında.
Burası,sıcak ülkelerde yaşayan, görüntüsüyle insanın korku damarlarını
gerip ürkütücü evrenini yaratmış; ağır kanlı, derisinin mat, ıslak
ışıklarıyla İzmir’in kalbine uzanmış bir anakondaydı. İçine dalanı yutan,
sindiren, ağır gövdesiyle yer değiştiriyormuş gibi sürekli kıpırdayan bir
anakonda.’’ (sf.40)
Hidayet Karakuş Sivas olaylarını yalnızca romana aktardı. Şiire de döktü
‘Ateş Mektupları’ adıyla 1996’de. Ancak Şeytan Minareleri’nde de şair
yanını sürdürüyor. Romanın bölüm girişlerinde de onun dizeleriyle
karşılaşıyoruz. Özellikle bu tür toplumsal yıkımlardan çokça etkilenen
çocuklarla ilgili şu dizeleri vermesem olmazdı (zaten roman boyunca da
gerek çocuklar açısından gerekse bir ananın çocuk sevgisi özel bir önemde
işleniyor):
‘’yalan gelir uzak ölümlerin haberi
sofralarda dolu testiler gibi
kızarır durur
oyunlardan yeni dönen çocuklar
yokluğun ölüm olduğunu
yere kayan bakışlardan bilirler ‘’
S.Ö._Uzun yıllardır gerek şiir gerekse roman gibi edebiyatın düzyazı
türüyle de yoğun olarak başarılı çalışmalara imza atan bir yazar olmanız
ve bir de kuşkusuz öğretmenlikten gelmeniz nedeniyle bu soruyu özellikle
sormak istiyorum. Türk Edebiyatında, şiirde ağırlık taşımakla birlikte
genelde edebiyatta diyebiliriz, yer yer belirli dönemler oldu. Belirli
akımlar oldu. Garip,İkinci Yeni, Toplumcu Gerçekçilik …gibi. Özellikle
geçmişe baktığımızda, yaşadığımız her önemli toplumsal dönemeçte,
edebiyatın da kendi mecrasını bulduğunu görüyoruz. Son yıllarda da, daha
doğrusu özellikle de son iki yılda, ‘Gezi’ süreciyle başlayan önemli bir
kavşakla başbaşayız. Neredeyse kendine özgü ideolojisini yaratabilecek
düzeyde toplumsal sıçrama dönemi yaşıyoruz. Belki şu an erken denilebilir
ancak şu ana dek bu sürecin edebiyata belirgin bir yansıması görülmüyor.
Siz bu sürecin önemini ya da farklılığını kabul ediyor musunuz? ‘Gezi’
kendi edebiyatını, şiirini yaratabilecek mi? Ya da bu konuda Türk
Edebiyatı, Türk şiiri biraz geride mi kaldı? Bunu şunun için de
soruyorum. Hemen her baskı dönemi anında edebiyatta protest karşılığını
buldu şimdiye dek. Örneğin 12 Mart’ta edebiyatın hemen her alanı direniş
alanına dönüştü. Toplumcu gerçekçilik o dönemlerde doruklardaydı. 12
Eylül’de de aynı biçimde, edebiyat alanında yoğun bir muhalif söylem
varlığını duyurdu. Son yıllarda yaşadığımız baskı döneminde edebiyat
ortamı, örneğin özelde şiirde olsun, muhalif aydın kimliğini yeterince
oluşturabildi mi? Ya da gerek sosyal gerekse ekonomik baskılar sonucu
edebiyat alanının hatta genelde yayıncılığın bir gerileme içinde olduğunu
söyleyebilir miyiz?
H.K. _ Öncelikle Gezi’nin edebiyata yansıması için biraz erken. Neden
erken, Gezi derin etkiler bırakmadı bence toplumda. Bir umut yarattı ama
kendi roman kişisini, öykü kahramanını yaratmadı. Kalıcı olamadı da ondan
bu. Roman kişileri, öykü kahramanları bir eylemle oluşmaz bana kalırsa.
Toplumda derin izler bırakacak denli bir birikim oluşturmalı olaylar. Bir
başka deyişle olaylarını zinciriyle olguya dönüşmeli değişim. Sıcağı
sıcağına roman, öykü yazılamaz mı, yazılır elbette. Sanıyorum yazanlar da
var. Gezi’den yola çıkılarak yazılmış romanlar, öyküler var bugün. Bunun
çok dikkat çeken bir yoğunluğundan söz edemiyorum bugün. Belki de ben
yeterince karşılaşmadım bu Gezi edebiyatıyla. Yayıncılığın gerilemesi
denilebilir mi, bilmiyorum. Bildiğim geçen yıllardan daha çok kitap
yayımlanıyor. Bu gerilediğini değil geliştiğini gösteriyor. Ne ki
edebiyata ilginin azaldığı bir dönemi yaşıyoruz.
1961-1980 arasında yaşanan demokratik ortam olsun, darbeler olsun
edebiyatta karşılığını buldu belki ama tam buldu mu, bilemem. Elbette
darbeler, faşist dönemler, ülkedeki toplumsal eylemler, bireye yansıdığı
kadarı romanlara, öykülere, şiirlere konu olabilir. Bu bağlamda elbette
çok kitap çıktı ama yeterli mi? Zaten her konuda sonsuz roman, öykü, şiir
yazılabilir.
1980 sonrasının belirgin özelliği edebiyatın içine Truva atı gibi
yerleştirilen yazarların ortaya çıkmasıdır. Bunlar türlü iletişim
kanallarını kullanarak öne sürüldüler. Adına da çoğu kez postmodern
edebiyat dediler. Gerçekte kapitalizmin toplumcu edebiyattan insanımızı
uzaklaştırmak için kurduğu çok büyük bir tuzaktı bu.
Yazar gerçeğin peşindedir; bütün derdi gerçeği bulmak, onu topluma
söylemektir. Ancak gerçeği bulandırmak göreviyle ortaya çıkarılan
yazarların kimin arka bahçesinde yetiştirildiklerini, kime hizmet
ettiklerini de bilmek, göstermek yine edebiyatın görevi olacaktır.
Şeytan Minareleri, iki ödül birden almış bir roman. Hem 2010 Orhan Kemal
Roman Armağanı’nı hem de yine 2010 Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Roman
Ödülü sahibi…İlk baskısı 2010 Haziran’ında yapılan kitap, önceki yıl
üçüncü baskısını yaptı.
Karakuş’un diğer iki romanı da ödüllendirilmiş. ‘Yağmurlar Nereye Yağar’
(1981) Mehmet Ali Yalçın roman ödülü üçüncülüğü, ‘Uykusu Derin Şehir’ ise
1990 Ferit Oğuz Bayır roman Ödülü’nü almış. Hidayet Karakuş’un ayrıca,
çocuklara yönelik otuz kitabı, bir gençlik romanı, bir anlatı kitabı ve
‘Günaydın Gül Yaprağı’ (1979)’ndan Çakıltaşı’ (2013) na uzanan sekiz de
şiir kitabı var. Son derece üretken bir yazar anlayacağınız. Yazarlığının
yanı sıra, İzmir’de Konak Belediye’sinde edebiyat dersleri de veriyor. Bu
noktada sormadan duramadım….
S.Ö. _Son yıllarda edebiyat da dahil tüm sanat alanlarında, çeşitli
‘atölyeler’ açılıyor. Özellikle de edebiyat ve tiyatro alanı ağırlıklı.
Bu konu da yer yer eleştiriye uğruyor. İki açıdan; bir, artık neredeyse
bu kursları verenlerin yeterlik düzeylerine bakılmaksızın herkesin, her
kurumun kurs açtığı bir noktaya gelindi. İki, bu kurslar sanırım biraz da
yanlış algılanıyor, bu kurslarla kişilerin diledikleri yerlere
gelebileceği türünde bir algı yanılsaması. Yani, kurslarla yazar,
tiyatrocu olunabileceği türünden bir yanlış bilinç. Sizin yetkinliğinizi
bildiğim için kuşkusuz bu konuda size bir eleştiri getiriyor değilim
ancak aksine bu konuda hem deneyimli ve başarılı bir yazar hem de
öğretmenlikten geldiğiniz için özellikle sorma gereğini duyuyorum. Bu
kurslar kişilere neler verebilir? Örneğin siz de Konak Belediyesi yapısı
içinde böyle bir eğitim veriyorsunuz. Verdiğiniz eğitimin amacı ve ana
yapısı ne? Bir dönem yaptığınız öğretmenlikten farkları var mı? Neler?
H.K. _
Yazarlık İşliği dedik adına arkadaşlarla. Yazarlık İşliği’nde ilk
sözümüz hep “Burada yazarlık öğretmiyoruz, deneyimlerimizi paylaşıyoruz”
oldu. Hiçbir kurstan tiyatrocu, ressam, müzisyen çıkmaz bence. Çıkar
çıkmasına da milyonda bir çıkar. Çünkü her sanat dalı yoğun bir eğitimle,
verilen emekle var olabilir. Kişi de bu eğitimi büyük bir disiplinle
çalışarak edinir. Öyleyse bu adına çoğunlukla kurs denilen çalışmaların
sonunda kişi ne olacaktır?
Bu çalışmalar, içinden gelen bir dürtüyle şiir yazan, öykü yazmaya
çalışan ya da diyelim ki resim yapan insanların o alanda daha bilinçli
olmalarını sağlıyor. Her sanat dalı kendi değerlerini bu çalışmalarla
gelenlere aktarıyor.
Yazarlık İşliği’ne gelen arkadaşlarla biz yazmanın heyecanından,
Türkçenin inceliklerine, edebiyat felsefesinden, günümüz Türk ve dünya
edebiyatından örneklere, edebiyat dergilerinden dil dergilerine… pek çok
konuyu tartıştık. Bunun hiçbir zaman bir izlencesi olmadı. Yani ders
izlencesi gibi bir sırası olmadı. Arkadaşların yazdıklarından ya da
yazmak istediklerinden, okuduğumuz örneklerden yola çıkarak anlık
konuları konuştuk. Gün geldi Dilbilgisi yaptık, gün geldi Türkçenin
anlatım olanaklarını konuştuk. Konular iç içe geçti.
2000-2014 yılları arasında on beş yıl süren bu çalışmalara yanılmıyorsam
üç yüz
kişi dolayında arkadaş geldi gitti.
Bunların içinde onbeş-yirmi kadarı kitap yayımladı, beş altı kadar arkadaş da
şiirde, öyküde adını duyurdu. Bunlar önemli ama en önemlisi oraya gelen
üç yüz dolayındaki arkadaş edebiyat dergilerini izlemeye başladı, günümüz
edebiyatından olduğu kadar geçmişteki edebiyat örneklerine değin pek
yapıtla tanıştı. En azından Türkçenin sesini yakaladı, dilimizin
güzelliklerini, anlatım gücünü sezdi.
Dışarıdan bakıldığında yazarlığın da kursu mu olur, diyenler haklı.
Yazarlığı yalnızca yazmak, aklına geleni kâğıda dökmek diye düşünenler
onlar. Oysa edebiyatın estetik değerlerini, kurgusunu, aynı dilde
yazdıkları halde yazarlar arasındaki dil farkını sezmeye çalıştık
arkadaşlarla.
On beş yıllık sürede içinde sekiz on yıl aralıksız gelenler içinde bir tek
öykü yazanlar oldu ama hep geldiler. Çünkü edebiyatın büyüsü sarmıştı
onları. Aydın’dan gelip giden bir mimar hanım vardı; niye göze alıyordu
onca yolu? İşten çıkıp soluk soluğa işliğe gelen arkadaşların heyecanını
anlamak gerekir. O heyecanı edebiyat verir, sanat verir.
Bir başka boyutu var işin: Elindeki şiirlerin şiir olup olmadığını,
yazdığının öyküye benzeyip benzemediğini… bilmeyen arkadaşlar bir anlamda
oradaki eleştirilerden olumlu etkilendiler, hem kendi yazdıklarını
değerlendirmeyi öğrendiler, hem başkalarının yazılarındaki güzelliklerle
birlikte yanlışları gördüler. Bir de yazdıklarını nasıl
yayımlayacaklarını, nerelerde değerlendireceklerini öğrendiler.
Hidayet Karakuş’un gerek Şeytan Minareleri romanında gerekse şiirlerinde
‘ana duyarlığı, ana sevgisi’nin özel bir ağırlık taşıdığını, bir tür ana
izlek olduğunu sezinlemiştim. Romanında da önemli bir ağırlık noktası
oluşturuyordu bu konu.
"Şimdi denizlerde gemiler bizi bekliyordur. Havaalanlarında uçaklar,
bahçelerde güller, zambaklar bizi bekliyor; çarşılar, pazarlar, kırlar,
dağlar, ovalar bizi bekliyor.’’
‘’Beni annem bekliyor.’’ (sf.130)
Kendisine bundan sonraki çalışmasının ne olacağını sorduğumda bu
gözlemimin doğruluğunu bir kez daha gördüm…
S.Ö._Bugünlerde ya da yakın gelecekte sonuçlandıracağınız ya da
tasarladığınız yeni çalışmalarınız var mı, olacak mı? Önümüzdeki dönem
için kafanızda ne tür tasarılar var?
H.K._
Bitirmeye çalıştığım bir roman var. Kurtuluş Savaşı’nda Manisa’ya
kadar kaçarak gelen bir Yunan askerini anlatmaya çalışıyorum. Adını
şimdiden koydum: Anne Beni Bekleme.
Bizler Hidayet Karakuş’un son romanı ‘Anne Beni Bekleme’yi beklerken,
aynı duyarlığı onun dizelerinde yaşayalım.
"ŞİMDİ ÖLME ANNE
1.
bu kış yine pencereler esiyor
nereden doğduğunu bilmediğim
bir öç dalgası geliyor üstümüze
yolumuzda haramiler çengi kıyamet
kurşun izlerinde yitiriyorum
günlerin mavi saydamlığını
ekmek yarım
su kirli
toprak bitkin
ben soluksuz kaldım
yalnızlığın ihtilal yaptığı odalarda
2.
sen ilacını içtin mi
sarısı yorgun yüzünün
beni sevgiyle beklediğin günlerden kalan
biraz sıcaklığın varsa
sar anne beni
konuş benimle
sar beni
kokun dağılsın yüreğime
mercanköşk kurulmuş
zaman yüzsüz
günler yalan
akşamlarımı parçalıyor bu filmler
sinirlerim bozuk
yüzüm kırışmış
gözlerim halkalı
arkana biraz bulut koydum
hadi canım uyu biraz
kuru çalılara benziyor bu dünya
dallarında etim dikenlere takılı
9.
cennet bahçelerinin suyu kesik anne
yine
yolsuzluk sarmış mahşer ülkelerini
altın kurnalardan akan kevserlerden
umut yok
biçimsiz düşlerime dökülüyor
büyüsü yalanların
sen
hep böyle mi bakardın anne
beni görmeden mi bakardın
gözlerin gri yeşil
tenin durulmuş
ellerin saydam
bakışlarında ovalar uzanmış sabırla
konuş benimle
anlattığın masallardan
bir şehzade bırak bana
taze bir aşk mayala
sağlık karnemi ver yanıma"