Yine sıraya dizildik. Yine ellerimiz kelepçelendi. ‘Yürüyüşe’ hazır
duruma getirildik. Ve tüm bunlar olurken son derece doğal, rahatız. Hiç
birimizden en küçük bir itiraz yükselmiyor. Düzenin biçimlendirdiği insan
olmak böyle bir şey işte. Artık tüm yapılanları kanıksıyorsunuz..
Beyniniz, tüm yapılanları doğal gören ‘kutsal’lar yaratıyor.
Her sabah yapılan rutin bir uygulama gibi. Oysa sabahın köründe gelen bir
buyrukla dizildik sıraya. Beklenmedik bir biçimde, mahkemeye
çıkarılacağımız söylendi. Tutukluluğumuzun adını koyacaklar. Karar günü.
‘Uygun adım yürünecek. Yürü! Sol!.....’ Yine soldan girdik. Devam…
‘Uygun adım kelepçeli’ yürüyüşle mahkeme binasına getirildik. Oldukça
kalabalık bir gün. Mahkemeye çıkarılacakların sayısı yüksek. Yine bina
önünde kelepçelerimiz çözülüyor, özgür görüntülerle 2. kata
çıkarılıyoruz. Duruşma salonunun önü de içi de kalabalık. Salonun önünde
bulunan banklarda oturup beklememiz söyleniyor, bu kez tekmil vermeden.
Hiçbirimizde heyecan yok. Hele kafada, şu kadarımızı salarlar şu
kadarımızı tutuklarlar diye aritmetik hesaplar hiç yok. İlk duruşmada
sivil yargıç topumuza tutuklama istediği için kafamız çok rahat. Her ne
değin mahkemeye gelirken koğuş arkadaşlarımızın sadece bizlere moral
vermek için, belli olmaz yine bir sivil yargıç çıkar, o bırakır türünden
dileklerini de ciddiye alan yok. Çünkü Mamak adliyesinden tüm ipleri
sivil yargıya bırakan bir beklenti içinde olmak ‘eşyanın tabiatına
aykırı’.
Bir süre bekletildikten sonra içeriye alınıyoruz. Bir önceki duruşma hala
sürüyor. Sanırım sonlara yaklaştı diye içeri aldılar bizi. Hıncahınç
kalabalıkta kendimize bir yer buluyoruz itiş sıkış. İçerdekilerin çoğu
kadın tutuklu arkadaşlarımız. Erkek tek tük. O an şaşkınlıktan dilim
tutuluyor. Askerler bırakın bizlere yaptığı gibi emirler yağdırmayı,
ağızlarını açamıyorlar kadınlar karşısında. En küçük bir söz söyleyen ya
da dik bakan anında ağzının payını alıyor:’’Önüne bak ulan..!’’ diye.
Salondaki askerlerin bir dayak yemedikleri kaldı. Duruşma boyunca
kadınların tepkisi müthiş yüksekti. Fırça yemeyen kalmadı içlerinde.
Gülümseyerek bir onlara baktım bir bize. İçimden kendimize bir yuh
çektim. Sonra da buraya kelepçelenerek getirilişimiz geldi aklıma.
Bunlara kelepçe vurmak?!!! Söz konusu bile olamaz. Bunu aklından geçiren
asker bile yaşamını tehlikeye atmış demektir. Hiç beklemediğim böylesine
güçlü direniş karşısında gözlerim yaşararak kararımı verdim. Eğer günün
birinde bir örgüt ya da parti kurmaya kalkarsam içine bir tane bile erkek
almayacağım. Bu ülkenin kurtuluşu yine Amazonlarda..
Yıllar sonra bunun nedenini anladım. Kadınlar Mamak’ta ve emniyette
öylesine kötü koşullardan geçmiş, öylesine işkenceler görmüş ki onlar
için gerçekten de artık zincirlerinden başka bir şey yoktu. Ve seslerini
yükseltmek, güçlü direnişler sergilemek onlar için gerçekten tek
seçenekti. Hiç biri bırakın yaşamayı sevecek, düşünecek bir ortamda yer
almamıştı. Çok sonraları onların dramatik yaşamını Pamuk Yıldız’ın ‘ O
Hep Aklımda’ kitabında okudukça, aklıma hep bu adliye sahnesi geldi.
Pamuk’un kitabı bence, 12 Eylül’ü kadınların penceresinden anlatan hatta
12 Eylül’ü böylesine açık ve net olarak gözler önüne seren tek kitaptır.
12 Eylül’le ilgili tüm yazılanları okumuş ve o dönemi bizzat yaşamış bir
kişi olarak açıkça söylüyorum, ‘ O Hep Aklımda’ 12 Eylül’ü anlatan tek
başyapıttır. Ve kendisi de o dönemleri yaşamış olan Pamuk Yıldız’ın bu
kitabı, bana da bu okuduğunuz satırları yazdıran baş neden oldu. O dönemi
anılaştırıyorsam, nedeni o kitaptır. Bu nedenle bu bölümün başlığını ‘O
Artık Hepimizin Aklında’ koydum.
Bir süre sonra duruşmaları bitti. Bizi ön sıralara aldılar. Salon bir
anda ıssızlaştı. Topu topu dokuz kişiyiz zaten.
Ve kapı açıldı. Yazmanıyla birlikte, kararı verecek olan yargıç içeri
girdi. Bir asker.
Rahatladım. Hazır alışmışım buraya, tahliye olmak da ayrı bir dert. Zaten
ben yıllardır; ev tutup orada kalmak yerine, ev gibi uzun sürelerle
otellerde ya da kamu kurumlarının misafirhaneliklerinde kalmaya alışmış
bir insandım. Döşeme derdi yok, elektrik, su ödeme derdi yok. Çok daha
kolayıma geliyordu. Hatta sürekli kaldığım için fiyatı da indiriyorlardı.
E şimdi, kaldığım otelden gelip aldılar beni, başıma bu iş gelince o otel
alacak mı bakalım beni? Kısacası işin yoksa dışarıda kalacak yer ara
kendine. Burası ne güzel. Benim gibi otellerde kalmaya alışkın bir kişi
için burasını otel gibi kullanıyorum işte. Gerçi işin disiplin tarafı
biraz batıyor. Karşındaki her üniformalıya tuvalete giderken bile,
‘komutanım’ diyerek izin istemek; yürüyüşlere ya hızlı adımlarla deli
gibi ortada kuyu varmışçasına daire çizerek ya da elleri kelepçeyle
çıkmak; her sabah ve akşam ana okulu çocukları gibi sayı sayma eğitimi
görmek adama batsa da yine de barınıyoruz ya…
Bizim askeri yargıç yerine oturdu. Önce savcının iddianamesini okudu.
Ardından 5-10 saniye bekleyip, karar, dedi, başladı yazmana doğru
konuşmaya. Yine tek tek adımızı okudu.. yine beş on saniye bekledi ve
‘tahliyelerine karar verilmiştir’ deyiverdi.
Kimse sevinemiyor, şoktayız. Hele ben, şokla karışık bir halde bu kararın
altında çapanoğlu arıyorum. Kafalarından ne geçtiğini çözmeye
çalışıyorum.
Bu yetmezmiş gibi, bir de üstüne konuşma yaptı yargıç. Öyle bir konuşma
ki, emekli mi oluyorsunuz, diye sormamak için zor tuttum kendimi. Adam
bir güzel, dosyayı incelediğini, birtakım kişilerce oyuna falan
getirildiğimizi, bu kişileri de çok iyi tanıdığını, bize çamur atarcasına
suç atarak gammazladıklarını, bundan sonra da bu kişilerin boş
durmayacağını, aman kendimize dikkat etmemizi falan söyledi.
Salondaki şok katsayısı arttı.
Benim beynimdeki bit yenikleri de..
Dönüş yolunda bu kez askerlerin davranışı anında değişti.
Kelepçelenmedik. Sanki biraz daha nazikçeydiler de. Tahliye olduk ya…
Koğuşun bahçesine geldiğimde yine felaket bir manzara. Bu asker milletine
de hiç arkamı dönmeye gelmiyor. Bu kez yıkımın bir başka cinsi. Bu kez
fiziksel şiddet yok beyinsel şiddet var. Tek sözcükle psikolojik işkence.
Yine Mamak’a özgü görüntülerden biri olan koğuş araması. Daha doğrusu
arama da değil, koğuştaki tüm eşyalarımızı allak bullak etme taraması.
Koğuştakilere ait ne kadar eşya, giyim varsa tümü de arama adı altında
karman çorman olarak bahçeye yığılmış vaziyette. Ve toza, toprağa, çamura
bulanmış o eşyaları, giyecekleri şimdi bulun alın deniyor. Hadi dış
giyecekler neyse, ki onlar da çok zor bulunuyor hatta bulunmuyor, bulunsa
da toz,toprak, kir içinde de…özellikle iç çamaşırları bulmak hele hele
temiz bulmak neredeyse olanaksız.
Tahliye sonrası bahçede başımıza gelen iki asker eşyalarımızı toplayıp
yanlarına gitmemizi istiyor. İyi de nasıl bulacağız? Küfreden gözlerle
bakıyorum bahçedeki yığına. Biraz kurcalıyorum. Markasından, benim
olduğunu kesinlikle anladığım bir iki parça daha giyilmemiş giysiyi bulup
çıkarıyorum. Öbürlerini olduğu gibi bırakıyorum. Hiç biri alınacak halde
değil. Onları da zaten tahliye nedeniyle üstüme giyiyorum. Yanıma hiçbir
fazlalık almıyorum. Son kez koğuşa girip arkadaşlarla vedalaşıyoruz.
Buraya getirilirken ve babamın beni göremediği bir ziyaretinden gelen az
bir param vardı. İdarece el konulmuştu. Onu iade ediyorlar. O sırada
komünden bir arkadaş parayı verip veremeyeceğimi soruyor. Önce dışarıda
parasız kalacağımı düşünerek tereddüt ediyorum. Ancak sonra bu komünlerin
bu şekilde yaşadığı, yaşatıldıkları aklıma gelince bu düşüncemden de
utanıp çıkarıp veriyorum tamamını.Bu kez yanımda çok daha fazla para
olmamasına yanıyorum. Onları güç şartlar içinde bırakmışım gibi bir duygu
içimi kemirip duruyor. Aklım hep onlarda kalıyor. Çıktıktan sonra da uzun
süre.
Dışarı çıkıp bizi tahliye için bekleyen askerlerin yanına gidiyorum.
Bahçenin bir köşesinde askerlik suçları nedeniyle hücre cezası alan
erlerin kapatıldığı iki küçük kulübemsi, nispeten daha rahat olan yer
vardı. Bizi bir gecede orada tutup ertesi gün bırakacaklarmış. Oraya
yönelirken, birden aklıma yan ranzamda yatan yaşlı amca geliyor. O,
kendisiyle iletişimi kesen avukatın adresini verecekti bana, gidip görmem
için. Aklıma geliyor, hemen koştura koştura koğuşa dalıyorum. Koğuş
önündeki askerlerden biri gıcık oluyor, engellemeye çalışıyor. Biraz da
tahliye olmanın verdiği rahatlıkla ‘çekil önümden, tuvalete gideceğim’
diye ittiriyorum. Ama yemiyor, tuvalet çıkışında koğuşa girmemi
engelleyerek, beni zorla dışarı çıkarıyor. Koğuşa niye girmek istediğimi
soruyor, söylemiyorum.
Aklınca bana ceza vermek için, ellerimi uzattırıp coplamaya başlıyor. Ama
boyu o kadar ufak ki, gerinip gerinip zıplayarak vuruyor. Hani ensesinden
tutup kaldırarak daha rahat vurması için yardımcı olasım geldi. Sonradan
bu tiple aynı otobüste bir yolculukta denk geldik. Garibim korkudan ilk
durakta indi. Çok sonraları da kimliğini de öğrendim. Hani, 12 Eylül
Davası ilk açıldığında, 12 Eylül’le ilgili birtakım tipler günah
çıkarmaya başlamıştı. O sıralar ufak tefek bir astsubay vardı ‘bize zorla
kötü muamele yaptırdılar. Çok pişmanım’ diye ödü bir yerlerine karışan
bir tip. Radikal ve Bianet’e haber olmuştu. İşte o tip. Şimdiye dek
gördüğüm en korkak adam ama her bir haltın da altından çıkıyor. Kim
bilir, emir gereği, metrelerce gerine gerine coplarken de ‘amirlerinden’
nasıl korkmuştur ve ne pişmanlıklar yaşamıştır. Okuyunca gözlerim
yaşardı.
Emniyette bana en çok işkenceyi yapan ve sonra da uzun süre, aylarca beni
takibe alan (ben ona koruma polisim,diyorum) kişiyi de tespit ettim.
Mustafa. Emniyetteki bilinen adıyla istihbaratçı Mustafa.
O gece erlerin hücre cezası çektiği küçük koğuşta kaldım. Tavırlar
değişmişti. Sanki sanık değil konuktuk. Daha içeri girer girmez Mamak
ortamında asla olmayacak iki tür yemek geldi. Önce ızgara köfte sonra da
pide. İkide bir ihtiyaçlarımız soruldu. Sık sık sigara ikramları yapıldı.
Günah çıkarma papazı olmuştuk anlayacağınız.
Ertesi sabah tahliye saati geldi. Ben tam kapıdan elimizi kolumuzu
sallaya sallaya çıkmayı beklerken, zınk dedi önümüze bir polis arabası
gelip durdu. Yine bir olumsuzluk. Çünkü, 12 Eylül sık sık başvurduğu
uygulamalardan biri de, savcılıkta işkence nedeniyle emniyet ifadelerini
kabul etmediğinizde yeniden emniyete götürülürdünüz. Yeniden sorgulanmak,
o suçlamaları yeniden kabul etmek için. Neyse, düşündüğüm olmadı. Bizi,
aldıkları yere ‘sağ salim’ teslim etmek için gelmiş polis arabası. Ama
nedense benimki biraz değişik oldu. Otelden almışlardı, otele
götürmediler. Çok daha önce kaldığım bir kamu kurumu misafirhanesine
götürdüler, o adresi onlara hiç vermediğim halde. Akıllarınca, biz senin
kaldığın her yeri biliyoruz, demeye getiriyorlar. Neyse, götürdükleri yer
sorun çıkarmadı, benden oluşan paketi kabul ettiler.
Onlar çıkar çıkmaz fırladım otele doğru. Ama önce Ulus postanesine
uğrayıp eve tahliye olduğumu bildirdim. Biraz da durumum hakkında
konuştuk.
Otel sahibi iyi çıktı. Polisler aldıktan sonra iki gün beklemiş ve hesap
kabarmasın diye hesabı kesmiş. Gittiğimde fazla bir borç çıkmadı. Tamam
dedim, yarın veririm. Yanımda bişey kalmadı ki, olanı da komüne
bıraktıktan sonra. Yeniden odama çıktım. Yıkanıp, adam gibi temiz
bişeyler giyip okula doğru yola koyuldum.
Sınav dönemleri bitmiş, şimdi ne olacak diye kara kara düşünürken okula
varmamla tüm bu dertlerden kurtuldum. Sorunlarım şak diye
çözümlenivermişti. Okulun camına yapıştırılan bir kağıtla Ankara
Sıkıyönetim Komutanlığı’nın 1402 sayılı bildirisine dayanarak benimle
birlikte toplam dokuz kişinin okuldan atıldığı yazılıyordu.
Ben camdaki duyuruya bakarken doğrusu hoşuma da gitti. Nedense sanki çok
büyük bir ödül almışımda onun duyurusuymuş gibi onu da duydum. Hele bir
de adımı liste başı yapmamışlar mı? Zevkten dört köşeyim.
Ben cama dalmış duyuruyu okurken, bir ara bizim Mülkiye’yle hukuk
arasındaki yolda birinin bana seslendiğini duydum. Baktım, bizim genç
hocalardan Şehmuz Güzel. Kendisi çok sevdiğim, özellikle de işçi hakları
ve sendikacılık üzerine uzman bir kişidir. O da 12 Eylül’ün attığı ve
küstürdüğü değerlerimiz arasında. Atıldıktan bir süre sonra Fransa’ya
gitti ve hala orada yaşıyor. Onunla en son 12 Eylül’ün burnunu sokmadığı
dönemdeki İnek Bayramı’nı düzenlemiştik. Daha doğrusu o düzenlemiş, ben
de basında çalışan bir kişi olarak, bunları o dönem çalıştığım Yankı
dergisinde yayınlamıştım. Yazıyı bile birlikte hazırlamıştık. O sırada
bizim öğrenci arkadaşlar sağ olsun etkinlikte bol bol 12 Eylül’e
bindiriyorlardı. Ben de bunları yazıya dökerken, bizim Şehmuz hoca, aman
n'olur düzgün yaz, ben bu işin sorumlusuyum, başıma bela sardırma der,
ben de, ‘aaaa, korkuyor musun yoksa?’ diyerek onu gaza getirirdim. Sesin
geldiği yana dönüp el sallayınca, yüksek oktavdan ikinci bir ses, yarı
şaka yarı ciddi:
‘‘Sonunda becerdin. Dedik sana..’’
‘‘Haksızlık yapma’’ diye yanıtladım ben de. ‘‘Hiç olmazsa yalnız
bırakmadım. Bak bende geldim yanına..’’
Yanına koştum, uzunca bir süre sohbet ettik.
Sonra da okula yöneldim. Özledim napayım…
İçeri girdiğimde de önce bir iki kişinin, ‘senin ne işin var burda’ diye
böbürlenmelerine aldırmayarak öğrenci işlerine daldım. Burada o malum
sarı zarfı elime tutuşturdular. Bu kez Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı
1402 kararını şahsıma bildiriyordu. ‘Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamaz,
devlet kademesinde çalışamaz ve kamu haklarından yaralanamaz’ ibaresini
de ekleyerek…Bu arada öğrenci işlerinden o dakikadan itibaren okulu terk
etmem gerektiği, durursam suç olacağı da önemle hatırlatıldı. Ben de
önemle çıkmayacağımı, o gün akşama kadar okulda olacağımı, güçleri varsa
kendilerinin çıkarmalarını söyledim. O günkü okulda bulunuşum,
okulumuzun, odasında faşistlere ait silah bulundurmasıyla tanınan anlı
şanlı sevgili hocamız Aydın Yalçın tarafından çıkarmış olduğu Forum
dergisinin ilk sayısında yerini buldu. ‘Okuldan atılan komünistler terör
yaratmak için yasağa aldırmayarak okula geliyorlar’ haberiyle…
O gün okulda bulunuşuma idare zorluk çıkarmadı ama oldukça ıssız ve
yalnız kaldım diyebilirim. Zaten tek tük sınavların yapıldığı, az oranda
öğrencinin olduğu bir dönemde, tek tük gördüğüm arkadaşlar nedense
yanımda pek fazla görünmemeye özen gösteriyorlardı. Bunlardan biri de
mertçe söyledi. Konuşurken bir ara, şurada iki dersim kalmış, git oğlum
başımdan, sen mimli adamsın artık, mezuniyetimi engelleme diyerek
yanımdan tüydü.
Yok, devrimci bir arkadaşımızdı aslında da işte böyle arada bir tüymek
gibi bir huyu vardı. Daha önce de bir gün okul koridorlarında volta
atarken, bir ara yanımdaki insanları beğenmeyip, ‘hayrola, devrimciliği
bıraktın mı?’ diye laf salladıydı. Tam o sırada da, karşımdan iki asker
geliyordu, sağa sola çarpıp olay çıkarmayı amaçlayan. Tam da benim
yürüyüş yolumda, üzerime üzerime geliyor, ona yol verip yana kaçayım
diye. Benim de inadım tuttuydu, özür dilerim ahbap, yol benim, volta atan
adamın önü kesilmez, diyerek ilerleyişimi sürdürürken, biz kafa kafaya
geldik, o sıra askerin tekine dirseğim mi ne deyivermiş, adam yerde
kıvranıyor, neyse başlarındaki nöbetçi subay iyi birisiydi de sorun
olmadan konu kapandı. İşte o zaman da olaydan hemen sonra, ‘’pardon bir
şey mi dedin, anlayamadım’’, demek için onu aradıydı gözlerim de, yine
tüymüştü.
Bu arada en önemli sorun benim parasızlığımdı. Neyse ki ev, çıkacağım
günü bir yerlerden tahmini olarak öğrenip adıma bişeyler göndermişti. O
dönemler şimdiki gibi, online banka havaleleri yoktu. PTT yoluyla
geliyordu param. Gittim PTT’ye. Evet, para var ama adres olarak okul
gözüktüğü için benden öğrenci kimliği istiyorlar. Yok ki.. Öyle bir
dönemde içeri alınmıştım ki, henüz yeni kartlar verilmeye başlanmamıştı
ve şimdi de zaten okuldan atılmıştım. Yani artık öğrenci değildim. Döndüm
geri okula. Doğal olarak önce hayır dediler. Başladım cazgırlık yapmaya,
beni hiç ilgilendirmez, paramı verin o zaman diye. Fakülte sekreterliğine
gidildi, dekana gidildi. Sonunda sırf benden kurtulmak için, çarşaf
olarak nitelediğimiz bir öğrenci belgesini, yasal olarak olanaksız olduğu
halde, verdiler. Böylelikle, öğrencisi olmadığım okuldan öğrenci belgesi
almayı başaran ilk insan olarak tarihe geçtim diyeceğim de diyemiyorum.
Analar neler doğuruyor. Millet öğrencisi olmadığı okuldan mezun oluyor.
Ama yasağı deldim bir kez ya, durmak yok. İlle şansımı zorlayacağım.
Öğrenci işlerini kafaladım. Daha doğrusu onları da bezdirdim. Son kez,
öğrenciymişim gibi, askerlik şubesine belge de gönderttirdim. Askerlikten
en az bir yıl yırtmış oldum böylelikle. Kimse kusura bakmasın, o saatten
sonra, askerlik erteleme hakkım ortadan kalkıyor. Bu sicille bilmem
neredeki sürgün yerlerinde de ‘sakıncalı piyade’ olarak askerlik yapmayı
da gözüm yemedi. Evet.. şimdi benim için askerlik ciddi sorundu. Ve
yıllarca da oldu. Üstelik, kimlik kartımı da kaybettim bir süre sonra.
Yenisini de çıkarttıramadım yakalanmamak için. Yoklama kaçağı olduğum
için, yakalandığımda karga tulumba askere postalanmamak için yıllarca
kaçak hayatı yaşadım. 1997’ye, bedelli çıkana dek. Anlayacağınız, benim
yaşamımda 12 Eylül hiç bitmedi. Hep onunla içli dışlı yaşadım.
O gün orada, onca insan yanımdan kaçarken, daha önce çok sevdiğim ve
samimi olduğum bir yakın arkadaşım sadece, benimle ilgilendi ve
arkadaşıyla birlikte kaldıkları eve o gece davet etti. Uzun bir aradan
sonra otelimden de önce ilk kez orada rahat bir yatak yüzü gördüm.
Ertesi günü öğleden sonra bu kez yine gözümde tüten, çok özlediğim
Mülkiyeliler Birliği’ne geldim. Orada epeyce eş dost gördüm.Bir yandan
bira bir yandan sohbet derken, akşama dek neşeli bir vakit geçirdim. Konu
bir ara gazetecilik yaptığım dönemle o günkü konumum arasındaki farka
gelince içimi hem biraz nostalji hem de neşe bastı. Bir dönemler
izleyicisi olduğumuz mahkemelerde şimdi sanık durumundaydım. Ama doğrusu
o günlerde 12 Eylül’ün elinden çektiklerimizin de şimdikinden aşağı kalır
yoktu. Sonuçta nerede durursanız durun çekiyordunuz. Manşetlerde
veremediğimiz haberleri satır aralarında vereceğiz diye ne cambazlıklar
yapardık. Ona rağmen soruşturmalardan, sansürden kurtulmak olanaksızdı.
Yankı’da ilk olarak sanat sayfalarını hazırlıyordum. Özellikle de tiyatro
ve resim gibi alanlar bendeydi. Sonraları biraz daha genişledi. Ekonomi
de bana verilmeye başlandı. Özellikle o döneme damgasını vuran Bankerler
Skandalı dönemi. Birçok bankerle ilgili, para yatırmayı düşünen herhangi
bir vatandaş görüntüsüyle, istihbarati bilgilere de ulaşabiliyordum. O
dönem de zamanımın önemli bölümünün geçtiği yerlerden biri de Ankara 3.
Ticaret Mahkemesi’ydi. Çünkü bankerlerle ilgili bütün davalar burada
görülüyordu. Mahkeme başkanı Gönen Eriş de o zaman en çok görüştüğüm
insanlar arasındaydı. Sonuçta mahkeme ortamları hep beni buldu.
Bir gün dergide daktilonun başında yazı yazarken, alt katta oturan
patronumuz Mehmet Ali Kışlalı’nın yanından gelen Can (Dündar) masama bir
not bıraktı. Can o zamanlar Kışlalı’yla haber merkezi arasındaki
koordinasyonu sağlıyordu. Bir süre sonra da yazı işleri müdürümüz oldu.
Yazıya baktım, Sıkıyönetim Komutanlığı’ndan. Tatlı sert bir uyarı yazısı.
En son yazdığım bankerlerle ilgili yazım beğenilmemiş, dikkatli olunmam
isteniyordu. Halbuki ben orada, pek de ciddiye alınacak bişey de
yazmamıştım. Sadece, bankerler yetmiyormuş gibi, bir ara Pamukbank da
ödeme güçlüğüne girince, halk galeyana gelmiş, Osmanlı da sıkça rastlanan
bir uygulamayla biraz da espriyle ‘Çankaya’yı basalım,Özal’ın kellesini
isteyelim’ diye yürümek istemiş, polis de bunu engellemişti. Ben bu olayı
mizansen olarak komik bulmuş, gülmece diliyle yazıya dökmüştüm. Bundan
zılgıt yedim. Bir başka gün de maliye bakanı ‘halk kumar oynamıştır’
demişti. Ben de bunun üzerine ‘sen necisin?’ dercesine, ‘’devlet izni
dışında kumar yasak değil mi? O sırada siz neredeydiniz?’ diye sormuştum.
Bundan da hoşlanmadılar.
Ama en büyük sansürü kültür alanında yedik. 12 Eylül basın ve yayın
dünyasına getirdiği, matbaadayken sansürlemek ve yazarları, yazdıkları
yazılardan dolayı, yayınlanmadan, matbaadaki yazılarından sorumlu tutup
içeri tıkmak gibi akıl almaz faşist yasaların aynısı sinema dünyasına da
getiriyordu. Bunla ilgili sanat dünyasından tepkiler başlamıştı bile. Ben
de konunun üzerine gittim, çok güzel araştırma ve yazılar hazırladım.
Derginin çok büyük bir bölümünü kaplayacak bir özel sayı gibiydi
hazırlığımız. Kapak olacağı da kesindi.
Ve o ‘özel sayı’yı güçlendirmek için de, sinema içinde çok değerli bir
otorite olarak gördüğüm, görüşlerine yakın olduğum Vecdi Sayar’la
iletişim kurdum. Kırmadı, dergiye kadar geldi ve önemli bilgi ve görüşler
sundu. Artık her şey hazırdı. Çok güzel bir hazırlık yapmıştık. Son
dakika aşağıdan (buna yukarıdan demek daha doğru olacak) Kışlalı’dan bir
istek :’Hemen Kültür Bakanlığı'na git, müsteşarla bir röportaj yap
konuyla ilgili.’
Gittim. Hem de müthiş saygı gördüm. El üstünde tuttular. Konuya daldım.
Daldıkça bana sinema masalları anlatıyor. Elimdeki cımbızla dokunmadık
yer bırakmadım. Yok, yok, yok. Adam gözüme baka baka, yaptıkları her şeyi
inkar ediyor. Yanımda akademiden bir şahıs olsa, kesinlikle ilk Oscar’ı
gelenekleri allak bullak ederek ilk kez bir filme değil, Türk hükümetine
verirdi. Meğer ne demokratik, ne ileri sinemamız varmış bizim de herkes
izlemiş ben kaçırmışım. Döndüm dergiye. Sonucu söyledim. Adam yalan
söylüyor dedim, yasa taslağındaki maddeleri ortaya sererek. Bir süre
sonra yanıt geldi. Yok denildiyse yoktur, sen müsteşardan iyi mi
bileceksin? Bütün hazırlıklar çöpe..
12 Eylül sayesinde çok zorluklar yaşadık ama komik durumlar da yaşadık,
hala aklıma geldikçe güldüğüm:
Dediğim gibi bankerlerle ilgili davalara dalmıştım uzunca bir süre.
Özellikle de mahkeme başkanı Gönen Eriş’le aram iyiydi. Bir ara küçük bir
gelişme nedeniyle kendisiyle röportaja gittim. Söylenebilecek çok da
fazla söz yoktu. Az ve öz olarak az bir söz söyledi, onu da aldım geldim
büroya. Ortaya anca yarım sayfacık bir söyleşi çıkmıştı. Anında aşağıdan
fırça geldi:’’Dalga mı geçiyor benimle. Gitsin şunu adam gibi yapsın
getirsin.’’ Haklı adam, ben olsam küfür de ederdim, onla da yetinmez,
kafama elime geçeni de atardım. Hemen telefona sarıldım. Sekreteri
çıktı:’Gönen bey az önce İstanbul’a gitmek için havaalanına gitti
efendim.’’
Orada bittim. Röportajı bir sonraki sayıya sallamayı önerdim. Reddedildi.
Bu sayıya kesin girecek. Bu sayı dediği de, 2 saat sonra baskıya girecek
olan elimizdeki sayı.
Delireceğim. Hiçbir çıkış yolu yok. Taksiyle havaalanına gitsem
yetişmenin olanağı yok. Ben kıvranırken, son bir umutla Can’a, nolur bana
bir yol göster, dedim. Git karşıya Cumhuriyet’e. Son bir hafta on günlük
gazeteleri al gel, onlara bişeyler dediyse, hem onlardan hem de senin
kişisel konuşmalarından belleğini zorla, sen de bişeyler eklemeye çalış.
Hiç olmazsa bir sayfaya tamamla şunu.
Kafama yattı. Bir koşu gidip Cumhuriyet’e daldım. Zaten hepsi yakın
arkadaşımızdı. Sık sık da böyle karşılıklı ziyaretler, dayanışmalar
yapardık. Bizim Sedat(Ergin), Faruk(Bildirici), Hasan (Uysal), Havva
(Can)ların çalıştığı dönem. Bir solukta derdimi anlattım. Arşive arkadaş
hemen istediklerimi bulup getirdi. Koştum büroya. Ama benim işime
yarayacak sadece 3 tane yazı bulabilmiştim. Onlar da anca bir buçuk sayfa
eder. Bu arada, adamla kişisel sohbetlerimizdeki kimi sözler de, onu güç
durumda bırakmayacak şekilde, zihnimde belirmeye başlamıştı. Eh, biraz da
düş gücüyle oldu bu iş. Düş gücü derken de uydurduğumu sanmayın. Sadece,
Cumhuriyet yeni bir söz mü etti. Ben onu kısa bir cümle olarak değil,
biraz uzatarak uzun cümlelere çevireceğim. Yani aynı sözü farklı
sözcüklerle anlatacağım. Örneğin; ‘İstanbul’a gittim ‘ sözünü ‘ "Bu sabah
İstanbul’a THY’nin bilmem kaç sayılı uçağıyla sabah saat 9 civarı
yağmurlu, biraz da serin bir havada gittim:’’ Gördünüz mü bak? Anlam
saptı mı, hayır. Söz uzadı mı, evet!
Büyük bir şevkle oturdum masama ve başladım masa başı sanal röportajımı
yapmaya. Bunu ilk ve son kez orada yaptım. Ama başardım da. Hatta hızımı
alamadım, benim yarım sayfalık röportaj oldu dört buçuk sayfa.
Pazartesi hafta başı büroya geldim. Bizim dergi Pazartesi çıkıyor ama biz
baskıya cuma gecesi giriyoruz. İstanbul pazar günü okuyor. Hatta çeşitli
gazetelere de (basın kuruluşlarının kendi aralarında birbirlerine
yayınlarını gönderme geleneği vardır) cumartesiden veriliyor. Neyse, her
pazartesi yaptığımız gibi, işe başlamadan önce o günün gazetelerini
tarıyoruz. Ona göre ilginç bulduğumuz konuların üstüne gidip haftalık
gündem belirleyeceğiz.
Elime Cumhuriyet gazetesini alınca manşeti görür görmez başladım ben
bağırmaya. Bana bakan herkese anlatmaya devam ettim:
‘Ankara 3. Ticaret Mahkemesi başkanı Gönen Eriş Yankı’ya yaptığı
açıklamada......’
Artık yazarken nasıl uçtuysam, benim Cumhuriyet’ten aldığım haberi
Cumhuriyet yeni haber diye yeniden benden geri almış, üstelik bunu sekiz
sütuna manşete taşımıştı.
O gün Mülkiye’de hava kararana dek oturdum. Sonra da kalkıp, Sakarya’da,
bir zamanlar sık sık gittiğim Şeytanın Sofrası’na yöneldi ayaklarım.
Özellikle sıkıntılı dönemlerde gidip de mutlulukla kalktığım bu mekanda
yine güzel bir gece geçirdim rakımı yudumlarken. Gecenin biraz ilerleyen
bir saatinde kalktım. Biraz kafası iyi ama bolca da mutlu bir biçimde.
Nostaljik duygularım sökün etmişti yine. Nedense aklıma, emniyete ilk
götürüldüğüm gece takıldı. O zaman da güzel ve mutlu bir gece yaşamıştım
ve içtiğim içkinin duygusal esrikliği içindeydim. Ve öyle bir halde alıp
götürmüşlerdi. Bu gece de böyle bir konuma düşmemeyi diledim kendimce. Bu
gece bana ait olmalıydı.
Sözümü dinlediler. O gece gelen olmadı. Gecemi bana bıraktılar.
Geceme dokunmadılar. Yeniden geldiklerinde öğleden sonra üç civarıydı
saat.
Bu kez otel resepsiyondaki çocuğu devreye sokmadılar. Üç polis doğrudan
kendileri geldi odaya. "Kalk giyin, gidiyoruz", dediler. "Bir dakika
tuvalete gideyim" dedim. Onlar odada beklerken ben tuvalette, pencerelere
bakıyordum kaçacak bir delik var mı diye. Olanaksızdı. O zaman çevremde
ip ya da kesici bir alet arandım. Ellerine bu kez sağ geçmek
istemiyordum.
Yeniden baştan sona bir emniyet işkencesini çekecek gücüm yoktu. Kurtuluş
yolu bulamayınca kendimi rahatlatmaya çalıştım. Aklıma geldi. Emniyete
götürülüyorsam zaten gündüz vakti işkence olmazdı. Akşama dek de ben
gücümü yeniden toplardım. Yok, başka izbe bir yerlere götürüleceksem
zaten sağ çıkmam olanaksızdı. Hiç olmazsa karşılarında güçlü olmalıydım.
Birdenbire oldum da. Tuvalete girmem işe yaramıştı. Rahatlamıştım.
Polis arabasına bindirilirken, her zamanki gibi Amerikan filmlerindeki
sahne yinelendi. Başımı çarpmayayım diye, elleriyle itinayla tıktılar
arabaya. Önde iki polis, biri de arkada, yanımda, üç polis.
Bir ara alaycı bir ses tonuyla sordum:
‘’Nereye gidiyoruz?’’
Öndeki polis yanıtladı:
‘’Yandın oğlum sen. Bittin.’’
Neyse hiç olmazsa gideceğimiz yeri öğrenmiş oldum.
Araba hızla ‘yanacağım ve biteceğim’ yolda ilerlemeye başladı.