Bölüm I
Yalnız kalmaya ihtiyacım vardı. Bu yüzden, iki buluşma teklifini reddettim.
Kolay oldu. Kendimce geliştirdiğim yöntemlerinden birini kullandım yine.
İkisini de, bir diğeriyle buluşacağımı söyledim. Bunu hep yaparım. Kimseyi
kırmak istemem. Hele yalan söylemek hiç istemem ama sanırım insanlar “yalnız
kalmak istiyorum” gerekçesini anlamak istemezler veya hakkıyla anlamazlar.
Nedense bunun bir çeşit depresyon belirtisi olduğuna hükmederler ya da
istediğim halde paylaşmaktan çekindiğim sırlarım varmış da bir türlü
anlatamıyormuşum gibi yaklaşırlar. Gelip-gitme, dolaşma, buluşma, konuşma
konusunda ısrar ederler. Açılırsın lafı, ağızlarından hiç düşmez zaten. Al
başına belayı, kurtulmak imkânsızlaşır. Hâlbuki sen kapanmak istersin. Bu,
aslında, abesle iştigal etmekten başka bir şey değildir. Bazı şeyleri ifade
etmek zordur; bazılarını ise hiç ifade etmemek daha iyi olur. Ben de, “yalnız
kalmaya ihtiyacım var” cümlesini hiç kullanmıyorum. Yalnız kalabilmek için
daha gündelik sıradan çözümler getiriyorum. Telefonun fişini çekiyorum, yalan
söylüyorum, hasta numarası yapıyorum, banyodan saatlerce çıkmıyorum, vb.
Yalnız kaldığımda bedensel ağrılarım olmasından nefret
ediyorum. Kendi üzerime yoğunlaşmamı, hesaplaşmamı engelliyor. Bazen tüm
yalnızlığımı -tek başına kalmak daha uygun bir ifade aslında; yalnızlık
doğuşla gelen bir eziyet, tek başınalık ise düşülen bir durum yani tercih
meselesi- şu bilindik lanet ağrıları geçirmeye, dindirmeye uğraşarak heba
ediyorum. Aksilik bu ya, bugün başım ağrıyordu. Bereket rahatsız ediyor ama
inletecek kadar da acı vermiyordu.
İyi geleceğini düşünerek, haftanın beş günü daima evden
işe işten eve gidip gelişimde içinden geçtiğim ve her mevsim ayrı bir tat
veren merkez parka doğru kısa bir yürüyüşe çıkmıştım. Sokağın hemen başında
yeni bir bina inşaatının hummalı çalışması devam ediyordu. Geçen ay,
balkonlarında sardunya saksıları olan ve erik ağaçlarının gölgelediği, eski,
üç katlı, yan yana iki binayı yıkmışlardı.
"Tak tak tak…Gacırt! Kütürt!
Yükseliyordu inşaat; ticaret merkezi olacak yakında, yapılanıp boyanınca.Şimdi
parçalı beton, kalaslar gerili iskelet biçimli"
Çimento ile kum karmaktan ve bazen karamamaktan bitap
düşen, ayakkabısının ökçesine basmış, omuzları çökük işçi, sokak başında
dönmek üzereydi köşeyi. Bakkala gidiyor zahir:
"Birazdan, bir kilo peynir,
yarım kilo zeytin, iki kilo domates, yarım kilo biber, beş yumurta, on ekmek
olacak mükellef bir sofra. Haydi, kardeş sofraya diyecek aşçı işçi. İnecekler
birer birer iskeletten. Kimisinin canı avrat isteyecek yatmak için; kimisi
karısını düşünecek sıcak yuvasını, bir de en çok kundaktaki yavrusunu. Hepsi
en çok parayı düşünecek. Bunlar için para gerek"
Peşi sıra bende yürüdüm inşaat işçisinin. O sağa döndü
sokak başından, ben düz gittim. Parka vardığımda, hava iyice kararmıştı. Gece,
efsunla bağlıyordu beni kendine:
"Havada kara bulutlar; ağladı ağlayacak. Şimdi bulutlar
acı içinde iç geçirmekte. Yağıp yağıp ağlayacaklar insanların üstüne.
Bulutlar, akşam yağmuru sonrası sel olacak. Kederleri kalmayacak; su olup
akacak"
Kimsecikler yoktu. Ne yalan söyleyeyim ürktüm biraz:
"Ne de korkunçtur ağaçlar gecede. Hepsi birden gölge.
Hortlaklar hortladı hortlayacak, parka dolacak. Ağaçlar onlara dadılık
yapacak"
Islak bir banka oturdum. Kötü bir his vardı içimde. Kalbim küt küt
atıyordu yine. Biri mi ölecek diye düşündüm. Az önce geceden de kara bir
köpek, kuyruğu havada üç kez havladı - anneme göre kötü haberdi bu. Saçma,
şimdi beklemedeydim…Aklımda Samuel Beckett, Godot'yu Beklerken:
"Vilademir: “E gidelim mi?”
Estragon: “Evet”,
kımıldamazlar..."
Paketimde kalan son sigarayı da yaktım. Arkada üç gölge vardı, yaklaşıyordu
bana doğru. Hissettim. Daha bir nefes çekmiştim ki omzuma gelen sert bir
darbeyle yere kapaklandım. Of anam demeye kalmadan tam omurgamın üzerinde bir
basınç hissettim. Gölgelerden biri saçlarımdan tutup kafamı geriye kendine
doğru çekti:
- Köpek oğlu!
Bu da neydi şimdi? Önce cüzdanımı alacaklar diye düşündüm. Vermeye
hazırdım. Yeter ki yüzüstü bir döneyim. Feleğimi şaşırmıştım acıdan. Sırtıma
bütün gücüyle bastıran karaltı ötekine seslendi:
- Tut şu iti götürelim!
İçimden götürün dedim. Yeter ki çekin şu ayağınızı.
Sürükleyerek bir arabaya attılar beni. Şimdi son sürat bir yere
götürülüyordum. Araba öylesine hızlı gidiyordu ki bir ara sarsıntıdan midem
bulandı. Kustum. Yanımda oturan ak saçlı sigara yaktı. Tütün kokusu yayıldı
arabaya. Canım çekti. Tüh Allah kahretsin! Son sigaramda elimden fırladı
gitti. İstesem bir fırt çektirir mi diye aklımdan geçti. Bunu hissetmiş olacak
ki küçük bir kızıllığın, buram buram tütün kokusu yayarak yüzüme doğru
yaklaştığını gördüm. Saniyenin üçte biri bir süre ya bekledim ya beklemedim,
yüzümde söndürüverdi sigarayı.
Bir yerde araba durdu. Hangi sokak olduğunu göremedim. Yüzüme ceket
örtmüşlerdi. Asansörlere çıkarken katları saymaya çalıştım. Tahminim yedinci
katta olduğumuzdu. Kapı açıldı ve beni paldır kültür üzerinde halı serili
olduğunu tahmin ettiğim bir zemine attılar. Yine yüz üstü kapaklanmıştım.
Canım sigara çekiyordu ama dersimi almıştım. Hiç belli etmedim.
Saçları dökülmüş, ön dişleri gedikli olan - annem böyle
dişleri olanların şanslı olduğunu söylerdi hep - yüzümü çevirdi ve tam çenemin
altına okkalı bir yumruk indirdi. Otuz yedi yaşındayım ve hayatımda yediğim
ilk yumruktu bu. Çenemden kulak arkama ve oradan da tüm enseme yayılan
şiddetli bir ağrı hissettim. Beynim zonkladı. Gerçekmiş; önce karanlık oldu
sonra yıldızlar belirdi gözlerimin önünde. Ne yalan söyleyeyim çok acıdı ama
zevkte aldım. Yani faklı bir deneyimdi benim için. Basbayağı hoşlandım bundan.
Sağ yanımda ayakta duran adam, gülümsediğimi görünce birden hırslandı. Görmek
istediği surat bu değildi belli ki. Bense duyduğum hazdan kendimden geçmiş
gülümsüyordum. Yine saçlarımdan tutup başımı kendine doğru çekti. İşte bundan
nefret ediyordum. Kafatasımda, binlerce iğne deliği; acımdan ölecektim.
İstediği oldu, suratım acıdan kaynaklı gerildi. Kafamı saçlarımdan tutarak
iyice çekti geriye ve koca ağzıyla bağırdı:
- Anlat lan!
Anlatayım da neyi diye düşündüm. Niye buradayım
bilmiyorum ki…
- İt herif! Kaç yıldır üyesin?
Neye üyeydim bir bilsem. Hiçbir derneğe, kulübe üyeliğim
yoktu ki benim. Özgeçmiş sorularından biriydi: Üye olduğunuz
kulüp/dernek/vakıf/birlik? Sosyal olduğunuzun bir göstergesiydi. Yazacak bir
şey bulamadığımdan uydururdum: ‘Pan Flüt Çanlalar Derneği, Bekir Karaçam Sevgi
ve Hoşgörü Vakfı, Kuş Gözlemi ve Türlerini Yaşatma Kulübü vb. Ben bunları
düşünürken, önümde ayakta duran adam, bir elini yumruk yapmış öteki eline
ritmik bir şekilde vuruyordu. Belliydi, az sonra bir yerime inecekti o yumruk.
Birden bire yakama yapıştı, yüzüme yaklaştırdı kocabaşını ve burum
deliklerinden soluyarak bağırdı:
- Cevap ver! Yüzünü dağıtırım, ciğerini sökerim!
Kurtuluşum yok diye düşündüm. Bir şeyler söylemem
gerekiyordu. Yoksa kafa derim ötekinin elinde kalacaktı. Uydurmak zorundaydım
yine. Öyle de yaptım:
- Efendim, üç yıl oldu
- Kimlerle çalışıyorsun?
- Ben mi?
Mideme sert bir tekme yedim. Bu da ilkti. Öyle acıdı ki
adamın ayağı sanki sırtımdan çıktı. Sırtım, midem ve bunlara bağlı tüm
uzuvlarım yanıyordu. Şimdi ne diyecektim. Buna adam gammazlama derler.
Arkadaşlarımın isimleri ve yakın akrabalarımın isimlerini gözden geçirdim bir
saniyede. Onların isimleri dışında başka isimler uydurmalıydım:
- Necdet, Kamil ve Süreyya.
- Sen kendini akıllı mı sanıyorsun? Bu isimler yok. Biz
her şeyi biliyoruz.
-… …
Kolumu tutuğu gibi arkama doğru kıvırdı, şişman ve muşmula suratlı olan.
Kırılmadı emindim. Kırılınca acıya dayanılmıyormuş. Acıdı ama o kadar da
şiddetli değildi. Kolumu artık kaldıramıyordum. Sinirlerime zarar verdi darbe,
bundan eminim. Bu sefer de yüzüme ağzında biriktirdiği balgamı boşalttı. Bu
iğrençti işte! Elinin tersiyle ağzının kenarında kalan köpükleri sildi ve var
gücüyle apış arama bir tekme indirdi:
- Örümcek Ağı örgütüne nasıl girdin?
- İsim şahane valla…
Deyiverdim birden işte. Şebek gibi davrandım. Hay Allah!
Bana uygulanan şiddet hoşuma gidiyordu aslında. Azdırmak istemiştim pis
herifleri. Olayın ciddiyetini henüz anlamamıştım. Film sahnesi gibi izliyordum
olanları. Gerilim düzeyi iyi ayarlanmış, oyuncu kalitesi yüksek. Özellikle de
şu dişi gedikli olan.
Tekrar tükürük, tekme, tokat…Ne kadar sürdü bilemiyorum
ama bu süre zarfında konuşmama bile izin verilmedi. Sürekli kaba dayak yedim.
Her darbeden sonra, daha acıyı hissetmeme olanak vermeden bir ikincisi bu
sefer farklı bir yönden geliyordu. Birkaç kez tükürmek istedim. Ağzım o kadar
kurumuştu ki, ancak dudağımın kenarında birkaç köpükçük oluşturabildim. Kan
yutuyordum. Dişlerimden biri kırıktı ve en son yediğim tekme sırasında dilimi
ısırmıştım. Birkaç kez üçlü bir çember çizip aralarında beni paslaştılar. En
son hatırladığım, tam gözüme doğru gelen iri bir yumruktu…
Yarı baygın bir vaziyette beni arabaya tekrar attılar.
Arabaya kadar nasıl getirdiler tam hatırlamıyorum. Bir ara asansörde
olduğumuzu anladım. Sağlam gözümü az da olsa araladığımda aynada kendimi, daha
doğrusu vücudumun sadece belden yukarısını yarım yamalak gördüm.
Araba ne kadar yol gitti onu da bilmiyorum. Beni bir
acil servisin önüne atmışlar. Hastanede ayıldığımda ilk duyduğum ses serum
damlasının pıt pıt pıt, sakin sakin akışıydı. Yanımdaki yatakta, alçılı
bacakları havada asılı genç bir çocuk vardı. Beni acil servisin önüne
attıklarını o söyledi zaten. Gözlerimi açabildiğim kadar açtım. Çocuğa doğru
bakarak: “Sen de mi Örümcek Ağı örgütüne üyesin”, dedim. Çocuğun yüzünde,
anlamağını belli eden bir ifade belirdi: “Ne diyorsun? Ne örgütü?” Bir bilsem
anlatacağım ama… Her neyse alacak verecek davasından bacaklarına kurşun
sıkmışlar. Hastane Karakolu’ndan komiser yardımcısının ifademi almak üzere az
sonra geleceğini söyledi hemşire. Yine mi ifadem alınacak? Bir söyleseler ne
olduğunu. Of of! Sıkılmaya başlamıştım. Hemşirenin vurduğu ağrı kesici iğneler
etkinsi yitirmiş olacak, her yanımda türlü ağrılar peyda oldu. Her bir organın
ağrısı farklı oluyordu. Bu ağrıların, her biri doruk noktasına ulaştığında
artık tek bir şey hissediyordum; o da dayanılmaz bir acı.
Her şey bir yana en çok tüküremeyişim canımı sıkmıştı.
Yine denedim olmuyor. Zaten üst dudağım tamamen şekil değiştirmişti;
hissedemiyordum bile. Canım fena halde sigara çekiyordu… Lacivert çerçeveli
oda penceresinden dışarıya bakmaya çalıştım. Pencere azıcık aralanmıştı.
Havada tek bir bulut bile yoktu:
"Ağlaya ağlaya tükenmişti bulutlar. Artık
bilmem hangi giriş katlarından kovalarla geri çıkarılıyordu dertli bulutlar…"
Bölüm II
Birazdan gelecek denilen komiser yardımcısı, tam iki
saat sonra gelmişti. Ben bu arada biraz kestirdim ya da baygınlık geçirdim,
tam bilemiyorum. Gözlerimi zor açıyordum. Sanki patlak kaşım, alnımın sağ
tarafındaki devasa şişlik ışığa beni daha bir duyarlı yapmıştı. Komiser
yardımcısı, iyi eğitim almış ve sorgu sırasında nasıl yaklaşması gerektiğini
bilen genç, parlak komiser adaylarından biriydi. Belki de öyle değildi ama
bana öyle geldi işte. Yatağımın yanına bir sandalye çekti. Sağlık durumumla
ilgili sorular sordu. İyileşmem yönünde temennide bulundu ve ilk sorusunu
sordu:
- Sizi kim/kimler bu hale getirmiş olabilir?
- Üç kişiydiler. Bildiğim sadece bu.
- Hım, anladım. Olay yeri ve saatini ayrıntılarıyla
anlatır mısınız?
Yolu, parkı ve parkta olanları, arabaya bindirilişimi
anlattım. Hiçte fena anlatmamıştım. Bence bütün olay gözlerinin önünde
canlandı. Sürekli not alıyordu. O aldıkça ben daha bir coşuyordum. Hoşuma
gitti. Kendi mi önemli biri gibi hissettim. Ne de olsa ilk defa söylediklerim
kayda değer bulunuyordu. Ben kaptırmış anlatırken, komiser yardımcısı araya
girdi:
- Sizi alıkoyma ve şiddet uygulama sebeplerine ilişkin
bir fikriniz var mı?
- Örümcek Ağı örgütüne ne zaman üye olduğumu sordular.
Bir de…
Sözümü yarıda kesti. Belli ki şaşırmıştı. Kaşının birini
hafif yukarı kaldırdı. Merakla bana doğru baktı:
- Ne dediniz?
- Örümcek Ağı örgütünden bahsettiler, efendim.
- Siz nereden biliyorsunuz bu örgütü?
- Ben bilmiyorum efendim, onlar söyle…
Cümlemi tamamlayamadım. Kulağım zonklamaya başladı yine.
Sol kulağıma bir yumruk yemiştim. Onca sargıya rağmen sanki hafif kan
sızıyordu içeriye doğru. Sürekli bir uğultu, rahatsız ediyordu. Gözlerim
kaydı, soluğum daraldı. Kendimi güç bela toparladım:
- Yani onlardan duydum
- Kimlerden? Ne zaman?
Hoppala! Üstüme iyilik sağlık! Nereye gidiyordu sorgu,
başa mı döndük yoksa? Klasik ağızdan laf alma numaralarından biriyse, zeki bir
adamdım; kolay kolay yanlış bir şey söylemezdim. Ağrılarım yine şiddetlendi.
Kafamı tam toplayamıyordum. Komiser yardımcısı dik dik bana bakıyordu.
- Cevap versene!
Eyvahlar olsun üslubu sertleşti. Ne sormuştu en son.
Yanlış bir şey mi söyledim acaba:
- Efendim, kusura bakmayın. Ağrım çokta….Eeee… Kafamı
toparlayamıyorum. Son sorunuz neydi?
- Kimlerden? Ne zaman?
- Neyi ne zaman, Kim kimler?
- Soruları ben sorarım!
İmkânı yok. Yine saçmalamak zorunda kalacağım ya da
çoktan bu haltı yedim bile. En iyisi konuya bodoslama girmekti:
- Efendim ben bilmiyorum bu örgütü.
- Az önce sana anlattıklarını söyledin yahu. Kaçamaklı
cevaplarla beni yanıltacağını sanma.
Sorgulamanın başını hatırlamaya çalışıyordum ama nafile.
İşler iyice karışmıştı. Şansımı bir kere daha denemeye karar verdim:
- Efendim, beni döven kişiler, işte onlar anlattılar
bana.
- Örgüt içi çatışma mı oldu? Onlarla ne zaman tanıştın?
İpleri iyice koparmıştım anlaşılan. Örgüt üyeliğini ne
zaman kabul ettim acaba? Hatırlamıyordum böyle bir şey.
- Efendim, ben hiçbir örgüte üye değilim.
- Üye değilsin de eski üyelerle niye çatışıyorsun? Laf
olsun diye mi dövdüler seni?
- Anlamadım ben de efendim. Bana ne zaman üye olduğumu
sordular?
- İşte ben de onu söylüyorum.
- Neyi, efendim?
- Burada soruları ben sorarım!
Kafam kazan gibi oldu iyice. Gerçekten çok yorulmuştum.
Şuan olan hiçbir şeyden haz almıyordum. Tek hissettiğim ağrılarımdı. Sağ gözüm
seğirmeye başladı. Durduramıyordum. Komiser sinirli bir şekilde not almaya
devam ediyordu.
- Örgüte ne zaman katıldınız?
- Efendim, benim örgütle bir alakam yok.
- Sana ne zaman ayrıldın diye mi sordum? Sorularıma adam
gibi cevap ver.
Koptum artık tamamen. Örgüt üyeliğinden sorguya
çekiliyordum. Bu işin bir an önce bitmesi dışında bir şey istemiyordum.
Ağrılarım için iğne yapmayacaklar mıydı? Dayak yerken hoşlanmıştım ama
sonrasında bu sürekli ağrılar dayanılır gibi değildi. Şimdi çok yorgunum. Her
şeyi kabul etmeye karar erdim. Uydurmama bile gerek kalmadan bu iş bitsin
istiyordum. Gözüm halen seğiriyor, ağzımda tükürük biriktiremiyorum ve canım
fena halde sigara istiyordu.
Komiser yardımcısına kısa ve öz bir şekilde suçumu kabul
ettiğimi, Örümcek Ağı örgütüne üye olduğumu, vs. itiraf ettim. Bana bir takım
kâğıtlara imza attırdı. Yüzüme doğru yaklaştı. Umarım tükürmez diye geçirdim
içimden. Sağlam kulağıma fısıldadı: “Pis herif! Az bile yapmışlar. En az yirmi
sene yersin”. Odadan çıktı gitti. Ardından hemşire geldi. Gülümseyerek
iğnelerimi yaptı. “İyi geceler” dedi ve çıktı. Yanımda yatan çocuğu başka bir
odaya almışlardı. Şimdi tek başıma ağrılarım, suçum ve ben derin bir uykuya
dalmalıydık.
Bölüm III
Sabaha karşı uyandım. Oda da yine sadece ben vardım.
Gece bir ara serumu çıkarmış olmalılar. Şimdi yoğun bir pansuman kokusu ve
sadece iniltilerim odadaki boşluğu dolduruyordu.
Düne nazaran kendimi daha iyi hissediyordum. En azında gözümü rahat açabildim
ve ilk tükürük toplama denememde başarılı olmuştum. Dayak yemenin en kötü
tarafı, sonrasında her bir uzvun sızlaması sanırım.
Kulağımdaki uğultu da kesilmişti. Serum çıkarıldığına
göre normal yemek menüsüne dönebilecektim. Bu da iyi bir gelişmeydi. Aç
olduğumu söyleyebilirim.Şartlara alışmak benim için hiçbir zaman zor
olmamıştır. Bu nedenle yeni olan her şeye karşı özel bir ilgim ve eskiye karşı
sadaksızlığım var. Başıma gelenler halen koca bir muamma olarak duruyordu. Çok
merak ettiğimi söyleyemem ama beni asıl rahatsız eden bundan sonra her ne
olacaksa bunun henüz olmamış olması. Beklemek ve yine beklemek... Olan ve
olabilecek olanlar hakkında kafa yoracak halimde yok ayrıca. Şimdi üç kişilik
olup sadece benim kaldığım bu boğucu odadan bir yere götürülmek dışında
istediğim bir şey yoktu. Götürülmek diyorum çünkü ne olduğunu bile bilmediğim
bir sucu üstlenmiştim. Beni nereye ve ne şartlarda götüreceklerse bunu bir an
önce yapsalar iyi olacaktı.
Saattin kaç olduğuna bakmak için kolumu kaldırdığımda
saatimi çıkardıklarını fark ettim. Gerçi camı tamamen tuzla buz olmuştu ama
yine de işimi görüyordu. Neden sonra her bir parça kıyafetimin de -hangi arada
çıkardılarsa-olmadığını ve beyaz entari kesim bir şey giydiğimi anladım. İç
çamaşırım dahi yoktu. Nasıl da derin sızmışım, diye düşünürken kafamın sağ
tarafında hafif bir zonklama hissi ile birlikte elimi yavaşça yukarı
kaldırdım. Olamaz! Saçım... Kesmişler, ne kesmesi kazımışlardı. Niye şimdi?
Niye ilk müdahaleleri yaparken değil de sonra. Bir mahkûm adayıydım artık.
Birden far kettim işte. Bu oda, tek başıma, tıraşlı kafamla tam bir mahkûmdum.
Mahkûmiyet düşüncesine de alışabilirim kolayca. Bunu biliyorum ama şu
saçlarımın benden habersiz kesilivermesi, düşen buklelerimi görememem, kafamın
eğri büğrü arka tarafının bir kabak gibi ortaya çıkması içimi sızlattı. Bu
kafayı yerinden koparmak, kesip atmak istediğim çok oldu. Kafamı uçurmak
fikrinden garip zevk alıyorum, beni rahatlatıyor. Hatta günde en az bir kere
bunun senaryosunu yazar ve hayalimde çekerdim. Çeşitli şekillerde uçurulan,
kesilen, koparılan kafam her nereye düştüyse o zemin üzerindeki yüzümün
ifadesi beni dehşete düşürür; haz alırım. Tamam, kafamla her türlü oyunu
oynayabilirim; keserim, biçerim, koparırım; düşen kafama tekme atabilirim ama
ya saçlarım? Umarsız bir yalnızlık ve terk edilmişlik duygusu hissettim. Bu,
bugün içinde yaşadığım ilk şoktu ama tek değildi.
Odadaki iki boş yatak, hastane kokusu, kırık beyaz
duvarlar bana doğru saldırgan bir dille konuşuyor ve beklerken tedirgin olmama
neden oluyordu. Gün iyice ağarmıştı. Ben yine beklentim olmaksızın
bekliyordum. Yatak iyice bedenime yapışmıştı. Ne yana döneceğimi hepten
şaşırmıştım. Bir sağa, bir sola. Yüz üstü ve sırt üstü yatamıyordum. Yattığım
yönün tersine döndüm; pencere tam karşımdaydı. Tek bir bulut bile yok; gökyüzü
adasız bir okyanus misali başımın üstünde gerili; öylece bakışıyoruz. Bu gök
kubbe kapana kısılmışlık hissi veriyordu bana. Canım acıyor; zaman geçerken
yakıyordu…
Kapı, tüm bekleyişime ve dikkatime rağmen beni yine
ansızın yakaladı; tıkırt, tak tuk tak… Ben daha yüzümü dönemeden bir gölge
düştü üstüme; hafif bir serinlik ve amonyak kokusu. Sonra sert bir ayak
sesinin eşlik ettiği yumuşak bir ses:
- Vakit, tamam gidiyoruz.
Vakit tamam. Bu iyi haber işte, diye düşündüm. İnce,
uzun ve yüzünün sağ yanında iri bir beni olan gölgeydi bunu söyleyen. Yanında,
benimle aynı yaşlarda, saçları hafif kırlaşmış dokunsam sanki yuvarlanıp
gidecek şişko gölge, kara bıyığının altından sırıttı:
- Sana iyi haberlerimiz var.
- Hay Allah, dedim içimden. Ben haber falan
beklemiyordum ki.
- Nasıl?
- Seni bekliyor.
- Kim?
- Yahu sen.
- Ben mi?
- Yok nenen. Hah hah hah…
- Ben mi bekliyorum?
- Tabi sen. Keh keh …Haydi, giyin gidiyoruz.
- Nereye?
- Evine götüreceğiz seni ama yok biraz daha hastanede
kalayım diyorsan kal. Sevdin galiba burayı. Keh keh..
- Yok yok gidelim de, ben sizi tanıyor muyum?
- Bak şu hayırsıza. Hah ha ha..
- Siz Örümcek Ağı Örgütünden misiniz?
- Hadi hadi, giyin de gidelim artık.
Kafam iyice karıştı. Şimdi daha belalı bir muammanın
içindeydim. Ben kimim? Beni gündelik hayatta tanımlayan ne varsa içimden
geçirdim: Bir özel şirkette muhasebecilik yapıyorum; kesinlikle evli değilim,
evlenmedim ve evlenmemde; bir arkadaş sürüm var; annem öleli iki, babam öleli
on sene oldu; kira da oturuyorum; sakin görünüşlü, olgun bir tipim var. Of of…
Aklımı oynatacağım yahu.
Kapı yine açıldı, dün gece bana iğne yapan hemşireyi
gördüm ama dün geceden bir hayli farklıydı. Artık bir hemşire değil, dimdik
ayakta bir yaver havasındaydı. Hafifçe gülümsedi. İki elinin arasında üst üste
dizili, kot pantolon, tişört ve iç çamaşır vardı. Bana doğru geldi. Yatağımın
üzerine bıraktı kıyafetleri ve odadan çıktı. Şişman olan yine kıs kıs
gülüyordu. Çok neşeli bir tip anlaşılan diye düşündüm. Kimdi bunlar?
- Affedersiniz ama siz kimsiniz?
- Bizim kim olduğumuzu Örümcek ağı Örgütü’nün ne
olduğunu bildiğin kadar bil yeter. Heh heh…
Giyin diye elime tutuşturuverdi kızın getirdiği kıyafetleri. Giyinmeye
başladım. Halen acıyan yerlerim vardı. Sargılarımdan bir kısmına kan toplanmış
ve sağ bacağımın üzerine zor basıyordum. Ben giyinirken uzun boylu olan yanıma
gelip yatağa oturdu. Önce bıyığını oynadı, sonra hafifçe öksürdü ve şiş
gözlerime acıyarak baktı. Bir açıklama beklediğim aşikârdı. En azından bir iki
adım sonra neler olacağını söyleselerdi. Şişman olan uzun boylu olanın bir
şeyler söylemesini daha fazla bekleyemedi sanırım, beni kendine doğru çekerek
omuza dostça elini koydu. Yeni bir hayatımın olacağını, başka bir adımın ve
geçmişim olacağını, bunu yapmalarının tek nedeninin benim hastane sonrası
çekeceğim işkenceyi ve eziyeti önlemek olduğunu ve adlarının karıştığı hiçbir
olayda böyle bir şeye müsamaha göstermeyeceklerini, söyledi.
Kendi kendime işler yoluna giriyor işte dedim. Ne hoş…
Yeni bir hayat! Ya saçlarım, saçlarım ne olacaktı?
- Saçlarımı siz mi kestiniz?
- Hah hah hah… Yahu sen ne âlem adamsın.
İkisi birden gülmeye devam ettiler. Gülsünlerdi. Şimdi
benim bu yeni hayatıma çalışmam gerekiyordu. Fena da olmayacaktı hani. Toplu
topu iki günde yeni bir hayatım oluverdi. Birçok şeyi yeniden kurabilirdim ama
pek öyle bir şey de istediğim yoktu. Uzun boylu olan elime kırmızı, lastikli
bir dosya tutuşturdu. Üzerindeki etikette ‘Refik Çakır’ yazılıydı. Hemen
açtım. İçinde beş on sayfalık küçük puntoyla yazılmış bir öz yaşam öyküsü ve
ilişiğinde çeşitli kimlik belgeleri ve ikametgâh ile ilgili belgeler vardı.
Yeni yüzümü ilk kez nüfus cüzdanında gördüm. Benle alakası yoktu. Bozulmadım
değil ama belli etmedim. Çok hoşlanmamıştım yeni yüzümden. Bana estetik cerrah
ayarladıklarını ve yeni yüzüme bir iki ay içinde kavuşacağımı söylediler. Bu
süre içinde gözetimleri altında olacaktım. Ondan sonra yeni hayatımdan tamamen
çıkacaklardı.
Kolumdan tutup yürümeme yardımcı oldular. Kapıda hemşire
yani yaver bizi bekliyordu. Güzel bir kadındı doğrusu. Aklım hala
saçlarımdaydı. Yeniden uzatmaya kararlıydım. Kalabalık koridorun sonunda ana
giriş kapısının hemen yanında, bacağına kurşun sıkıldığını söyleyen genç çocuk
bizi bekliyordu. Sapa sağlam ayakta ve yeni yaktığı sigarasını tüttürüyordu.
Bize doğru el salladı ve sigarasını atıp, beyaz bir arabanın kapılarını açtı.