KAFDAĞI'NIN MASALI
Bu İbrahim.
Başka kim olur şafak vakti buralarda?
Tırmanmış Kafdağı'nın yamacına, kulağını rüzgara vermiş oturmuş. Uzaklara
dalmış, sanki bir masalı bekliyor, uysal çocuklar gibi.
Güneş; mor, kızıl, kavuniçi, sarı hüzmelerle geceyi, sıra sıra doruklardan
iteleyerek İbrahim'e doğru salına salına geliyor. Dağları; yükseklerinde kar,
eteklerinde bir deli baharla uyandırıyor. Her birini, kendinden alçak olanın
üzerinde ağır, karanlık bir gölgeye dönüştürüp ardından adım adım ışıtıyor.
Mayıs güneşi bu, sarıçiçeklerin, kardelenlerin, dağ lalelerinin, beyaz dağ
güllerinin, çiğdemler, ballıbabalar, kekikler ve üçgüllerin çiğ düşmüş
yapraklarını, bir peri dokunuşuyla usulca açtırarak geliyor. Kuşları da
uyandırıp şakıtıyor ve çiçek kokusu, su şırıltısı gibi ötüşleri de manzaranın
sabit bir parçası haline getiriyor. Sonunda bir ışık seli olup İbrahim'in
yüzüne ağıyor. Alnında ve gözbebeklerinde her an değişen bir renk tayfı olarak
oynaşıp, cilveleşip, eğleniyor. Bu oynaşmayı iyi biliyor İbrahim. Beklediği
bu. Bunun için tırmandı kör karanlıkta buralara. Uykusuz, dinlenmesiz geçen üç
günlük yolculuk bitimi, yatağa değil buraya koştu.
Ama yorgun.
Çok yorgun.
Çok.
Öylesine bitkin ki, yorgunluğa teslim olup uyusa, düşüverecek yardan aşağıya,
kedere teslim olsa yine uçurum diplerini boylayacak. O da sermiş güneşe
içindeki son parça dinginliği, oturuyor.
İbrahim'in ayağının tozuyla, geceden tırmanıp oturduğu bu yer yüzü dilimi
ıssız. Üçüncü bin yılın başında, kentlerin kalabalığından şikayetçi,
metrekareye düşen insan sayısı oranında mutsuz, bir o kadar kendinden uzak,
sınıflaştırılmış, sayılaştırılmış ortalama her insanın kanını donduracak bir
ıssızlık. Kendi kendine kalmanın en dolaysız ve en ürkütücü yolu. Ne yana
baksan, çok uzaklarda flu bir ufuk çizebiliyorsun. Çizebildiğin bu uçsuz
bucaksız coğrafya bu ürkütücü çığlıkların doğanın bir parçası olmasının
yarattığı sessizlik, senin ta kendin, benliğin ve derinlerin.
İbrahim, hem ilk insanmışçasına bu ıssız yeryüzünün bir parçası hem yabancısı.
Tüm varlığıyla buraya ait olmaya çabalasa da yabancısı. Oysa dedeleri de bastı
mı efkar yüreklerini, buraya çıkıp otururdu büyük ihtimalle, dedelerinin
dedeleri de. Ama bir şeyler olmuş. Kuşaklar birbirine bir daha değmemecesine
kopmuş sanki. İbrahim son saldırının tam başlangıcına doğmuş. Bu acayip
zamana. Doğal yaşamla birlikte nice dillerin nice kültürlerin yağmalandığı,
silinip süpürüldüğü bu zamana.
İşte bu yüzden burada ama buradan değil. İlk insan kadar geçmişin içinde ilk
insan kadar geçmişine yabancı. O, geçmiş dünyasından geri dönüşsüz kovulmuş.
İçten içe bunun da farkında burada olmaya duyduğu yaşamsal ihtiyacın da.
İmkansızlığının da. Yine de tepeden tırnağa sükunet kesmiş oturuyor. Yapacak
hiçbir şeyi kalmamış insanlar kadar sakin. O artık ne endişe ne farkındalılık
ne keder ne isyan ne çaresizlik ne kaybediş ne korku ne tükenmişlik ne de
umut. Tüm duygularından arınmış tüm istilalardan sıyrılmış. Beklentilerden de.
O, sadece bakış
Çocukluğundan bu yana, ne dünyada dönenleri tam anlayabilmiş İbrahim ne
ülkesinde, çevresinde olanları. Herkesin aynı durumda olduğundan da haberi
yokmuş. "Hür Dünya" adına, her şey öylesine ayrımında olunamadan
değiştiriliyormuş ki başına gelenleri çok sonradan anlar gibi olabiliyormuş
insan. Dostlarının, arkadaşlarının, akrabalarının umutla sarıldıkları artık
onu huzursuz ediyormuş. Onun umutlandığına ise çevresi karşı çıkıyormuş. Belki
yenilikleri, teknolojik ilerlemeyi, hızı, televizyon kanallarının çokluğunu,
bankamatiklerin pratikliğini, bilgisayarın işlem kapasitelerinin genişliğini
tam kavrayamıyor olabilirmiş. ama hayatın tüm bu kolaylıklarına rağmen hep
daha kötüye sürüklendiğini kavrayabiliyormuş Çünkü her geçen gün kendini daha
yetersiz hissediyormuş. Daha kötüye gitmesinin nedenini bilemiyormuş ama
insana, yapmadığı şeylerin suçluluğunun yüklenilmesini de çözemiyormuş.
İnsanın, anlayamadığı bir dünyada kendisi olma şansı olabilir miymiş?
Beyninin yıllardır çözemediği bilmeceyi kalbi çözünce o da kalbinin sesine
kulak vermiş. Bu sesi dinlemekle ne büyük bir suç işlemiş İbrahim? Ne büyük
günahlara girmiş? İnsanların açlığın tam ortasında kala kaldıkları bir dönemde
kimsenin artık bulmayı bile hayal edemediği bir işi bir mesleği bırakmış önce.
Polisliği. Kimse inanamamış. Karıştırılmış, bulandırılmış, savrulmuş
topluluklarda, tutunacak bir şeyleri kalmamış yüzlerce, binlerce insana yemek,
elbise, çocukların eğitimi, başını sokacak bir ev, kullanabilirsen araba,
tatil, güzel kadınlar, içki ve itibar sağlayan bir olanağı bırakabilmiş. Bu
çağın tanrısı olan paraya ve iktidara sırtını dönmüş, burun kıvırmış.
Bu da yetmezmiş gibi, kendine bir kader yazma sevdasına düşmüş. Bir hayal
kurmuş, bir hayat kurgulamaya kalkışmış.
Aslında gücü gücüne yetenin kazandığı bir zamanda, gücü kullanmak zorunda
bırakılmaktan usanmış. Kanuna dayanan gücün yalnızca sıradan olaylar için
kullanılmasından tükenmiş . Büyük suçları görüp, anlayıp çözememekten utanmış.
Kanun gücünün suçu yönlendirmesini hazmedememiş. Yaşadıklarını isimlendiremese
de huzursuzluğu iyi tanımış.
Bir gece kalbi ona, yaşamak için dağların sertliğine, ağacın doğruluğuna,
suyun berraklığına, toprağın sağlamlığına, hayvanın dostluğuna, vahşetin
çağrısına ihtiyacı olduğunu fısıldamış. Kirli bir medeniyete tahammülü
kalmadığını fark ettirmiş. O da kalbinden, geçmişin sade, serbest, yerleşik
yaşamından bir parça dilemiş. O yaşama sığınabileceğini ummuş. Belki İlkel,
ama alabildiğine insancıl ve doğal bir hayat kurulabileceğine inanmış.
Kaderinin ardına düşmüş.
Kalbinin peşinden gitmekle herkesi çok kızdırmış. Yönetenler, kendilerine
başkaldırı olarak algıladıkları bu tavra izin vermemek için kuşanmışlar. Büyük
beklentilerin kucağında gün be gün köleleşen insan kardeşleriyse hayallerine
gülmüşler, dalga geçmişler. Kuşananlarsa elini attığı her işte karşısına
çıkmış. Rahat vermemiş soluk aldırmamışlar. Ya teslim olup vazgeçecekmiş ya da
ensesinden ayrılmayıp yaşama hakkı bile tanımayacaklarmış. Öyle de yapmışlar.
İşte bu yüzden bırakmış her şeyin yakasını, oturmuş bir uçurumun kenarına,
başka yaşamların başka zamanların düşünü kurmaya çabalıyor.
Elinde olsa tüm geçmişi Ademle Havva'dan bu yana yeniden yazacak. Halkaların
birbirinden koparılmasına izin vermeyecek. İnsanı geçmişine
yabancılaştırmayacak. Geçmiş dünyasından kovdurmayacak. Varsın çok katlı iş
merkezleri de olsun, lüks bürolar, acayip mağazalar da. Onunki temiz bir dünya
olacak. Ama olmuyor. Bu yorgunluğa masal da hayal de gelmiyor.
Yüzlerce yıldır ilk yaratıldıkları halleriyle kalabilen dağların, güneşe en
yakın doruklarında oturuyor ama gönlü bir türlü açılmıyor. Dağlar ses
vermiyor. Kimse bir masalı anlatmıyor.
İbrahim, artık sadece bir bakış değil. Endişe ve umutsuzluk omuz başına gelip
yerleşmiş
Bu son postada öyle çok zorlanmışlar ki çaresizliğin sınırına gelip dayanmış
İbrahim. Başladığından bu yana geçen her yıl her mevsim biraz daha biraz daha
zorlaşıyormuş kafileyi getirip götürmek. Bu yıl en fazla üzerine gelinen yıl
olmuş. Her posta yolculuğun yorucu geçmesi bir yana bu gelişte dayanabilme
noktasını aşmış. Yorgunlukların birikmesi midir? Karşılaşılan engellerin
çokluğu mudur? Bilmiyor. Bu sonuncuda iyice yıpranmış. Umutları kırılmış.
Binlerce yıllık kendilerine ait göç yolları asfaltlanıp, trafiğe açılıp, işgal
ediliyormuş ha bire. Arabalar, asfaltlanan her yolu sahiplenip, başka
geçişlere yaşam hakkı tanımıyormuş. Konaklama yerleri daralıyormuş sürekli.
Besbelli bir iki yıla kalmadan büyük rantlar karşılığı tümüyle iskana açılıp
yok edilecekmiş. Bir dahaki bahar gelebilecek miymiş acaba?
Bugün buralara varmakla rahatlamışlar. İleriyi dert etmezse, Eylül'e kadar
sürecek bir rahatlıkmış bu. Ama ilk karın yağışıyla dönmek zorundalarmış.
Yolun sıkıntısından geçmiş dönüşte nelerle karşılaşacaklarmış? Dönecek yerleri
olacak mıymış? Yüzlerce yıldır atalarına dedelerine ait olup, onlardan da
kendine kalan arazilerini, çiftliğini de elinden almaya çalışıyorlarmış. Bir
gün arazisine sokmuyorlarmış onu bir gün ekinleri çiğniyorlarmış bir gün
olmadık bir şeyden ceza kesiyorlarmış. Hak hukuk dinlemiyorlarmış. Zaten
dinlemelerini de beklemiyormuş. Hem polisliği sırasında hem ayrılışından sonra
hep yüz yüze yaşamış bunu. Burnu sürtüle sürtüle yaşamış. Yeni hükümdarların
yasa dinlemeyeceğini çoktan öğrenmiş de bu kadar aleni olmasını
kaldıramıyormuş. Çünkü onun yıprana yıprana eprimiş bir giysiye dönüştürülen
hukuktan başka gücü , güveneceği hiç bir dalı yokmuş.
Sahiden, üst mahkemeyi kaybeder de çiftliği kaptırırsa, nereye dönecek ?
Nereye sığdıracak? Neyle besleyecek? Kışı nerede, nasıl geçirtecek.? Bilmiyor.
Bilemiyor. İş buraya geldi mi kafası bulanıyor. Kederleniyor. Düşüveriyor
omuzları. Artık ne güneşin farkında oluyor ne zirvelerin fısıldadıklarının.
Karşılarda bir yerlere bakıyor ama baktığı hiç bir şeyi görmüyor.
Ne oluyor da bu kadar çabuk bozulabiliyor yaptıkları? Her gün her gün de
kurgulanmaz ki bir hayat. Buza yazılan, buharlanmış camlara çizilen simgeler
mi bir ömür uğraştığımız? İnsanın kendisi gibi yaşaması bu kadar mı imkansız
bu zamanda? Sığınacak hiç mi bir köşe kalmamış bu koskoca dünyada?
Tüm suçu kendine yüklemeye çok yakın bir noktada İbrahim.
Gurur bu, izin vermiyor. Başını eğmiyor. Bakışlarını ufuktan ayırmıyor.
Sırt çantasından termosu, bardağı, sandviçiyle iki elma çıkarıyor.
Karnı açıkmış, sıcak çay içini ısıtıyor.
Biraz daha oturup inecek.
Bir sesle dikkati dışa kayıyor.
Bir kişneme.
Aşağıya bakıyor.
Atlar.
Gün doğumuyla atları bırakmış olmalılar.
Sis içinde bir görünüp bir kaybolan başları, ayakları, vücutları ile atlar.
Atları.
İbrahim'in kardeşleri, ataları, kadim dostları, kardeşleri. Kafdağı'nın
kanatları. Dağların kralları. Ona göre dünyanın en güzel canlıları. Karayel,
Rüzgar, Rüzgar Gülü, Özgür Tay, Kanatlı Tay, Kafkas Prensi.
Sürüye, gece birlikte geldiği Deli Kır, Poyraz, Yağız da karışmış .
Yürüyüşlerinden yorgun oldukları anlaşılmıyor. Onlar dayanıklı, çabuk
toparlanıyorlar. Asfaltlanmış yolların incittiği ayaklarını onarmış, göç
yollarını ellerinden alan arabaların ürkütmelerini unutmuş , bir arabanın
çarpıp öldürdüğü arkadaşlarını yüreklerine sığdırmış yürüyorlar. Eylül ve
dönüş onlar için çok uzak. Şimdi sabahın, geniş otlakların, buz gibi suların,
kendilerine ait toprakların ve güneşin tadına varma vakti. Sisin içinde kimi
eriyen karların oluşturduğu dere yatağına kimi taze otlara doğru zarafetle
yürüyor. Acelesi yok hiç birinin. Ağustos'a kadar birlikteler. Ağustos' da
aygırlarla kısraklar ayrı bir yere alınıncaya kadar hepsi birlikte olacaklar.
Geniş, ferah yaylalara dağılmışlar, birbirine dokunmadan ama birbirinin
varlığından olabildiğine mutlu, güvenli, rahvan geziniyorlar. Artık kendi
ülkelerindeler. Özgürlüklerinin ülkesinde.
İbrahim'in masalı bu olmalı. Bundan daha güzeli olur mu?
Aşağıda, yüksek yaylalarda onlarca safkan Kabardey. Kısrakları, aygırları,
hırslarına gem vurulamayan genç atları, ağırbaşlı, vakur baba atları, ince,
güçsüz bacaklarına bakmadan annelerinden uzakta kalmak için koşturan tayları
ile Kabardeyler. Güneş sanki derilerinin altından doğuyormuşcasına pırıl pırıl
parlıyorlar. Her kasları ayrı ışıldıyor. Koyu doru, doru ve siyah renkleri
altın rengine dönüşüyor. Salınarak dolaşıp, havayı koklayıp geziniyorlar.
Güneşi, dağları, havayı, parça parça dağılan sisi selamlıyorlar sanki. Sanki
hayatı selamlıyorlar.
Birine bir coşku kelebek kılığında geliyor. Onunki de diğerlerine.
Kişneyerek, şahlanarak dörtnala oynaşıyorlar. Sürü içgüdüsü bu olmalı. Güçlü
toynakları yeri dövüyor.Yeleleri, Kakülleri, kuyrukları havalanmış.
Burunlarından yaldızlı buhar bulutları salarak rüzgarla yarışıyorlar. Parlak
gri, beyaz sis parçalarının içinden, bulutların arasından sanki gökyüzüne
yükseliyorlar.
İbrahim ürperiyor.
Dört nala bir geçmiş canlanıyor güneşin oynaştığı gözlerinde. Atlar birken yüz
oluyor. Yüzken bin.
Zaman duruyor. Zaman eriyor. Zaman geriye gidiyor.
İbrahim büyük dedeleriyle, büyük amcalarıyla, büyük dayılarıyla, atalarıyla
sürünün arasına dalmış coşuyor. Atlarla koşup eğleniyorlar. Coşkunun ifadesi
atta da insanda da farklı değil burada. Herkes mutlu herkes buradan.
Özgürlüklerinin peşinde, neredeyse kanatlanıp uçacak halleriyle İbrahim
kendini, ne atalarından ne kardeşleri olan atlardan ayırabiliyor. Yorgunluk,
umutsuzluk, endişe nereye gitmiş? Takmış gurur ve azim kanatlarını, coşkuyla
koşuyor. Bağırdığının farkında değil. Sesindeki başkaldırının da.
İbrahim bir ata dönüşüyor önce, sonra yeleye, kanada, rüzgara, azgın akan bir
nehre dönüşüyor.
Koşuyor, esiyor, yağıyor.
Uçuyor, uçuyor, uçuyor.
Deli gibi olmuş coşkudan.
Uçuyor ve bağırıyor.
Bir masal değil bu. Başka bir şey sanki.
İbrahim'in, nasıl olduğunu anlamadığı dönüşümü, nasıl olduğunu anlamadığı bir
biçimde dağa, taşa, toprağa evriliyor. O ise hem düşte gibi hem tüm olanların
bilincinde. Sonra derin bir boşluğa, yoğun bir ıssızlığa teslim oluyor.
Boşalıyor içi, hava kadar hafif kalıyor. Tüm o dağlar, kayalar, toprak, güneş,
dere içindeyken bu kadar hafif olmasına inanamıyor.
Sonra yine usulca kendiliğinden insana.
Tir tir titreyerek uyanıyor. Gözleri açık mıydı yeni mi açtı, işte bunu
bilmiyor. Ayakta mıydı yeni mi kalktı, bunu da bilemiyor. Ayaklarının ucunda,
uçurumdan düşecek halde olduğunu fark ediyor. Usulca geriye kaykılıp oturuyor.
Terlemiş. İç gömleğine kadar ıslak her şeyi.
Oşhamaho'ya koşarak tırmanıp inmiş gibi soluk soluğa.
Her solukta ruhu temizleniyor.
Tazelenmiş.
Güneş yükselmiş. Tepeleri aşmış. Sis tümüyle dağılmış.
İbrahim, soluk alıp verişi sakinleyinceye kadar oturup, öyle inecek dağdan.
Yavaş yavaş. Sindire sindire. İnatla, inançla, şevkle.
Başka bir dünya mümkün.
O dağdan indiğinde bir duş alıp dişlerini fırçalayıp bir güzel uyuyacak.
Ben onun, Elbruz Dağlarına atlarıyla yaptığı zorlu göçü televizyonda izlemiş
uykumu kaçırmışım.
O akşam, "Kamuda Yeniden Yapılanma" adı altında coğrafyamızı, dağlarımızı,
suyumuzu, dedelerimizden, nenelerimizden kalan masallarımızı, aşklarımızı
şirketlere peşkeş çeken yasa tasarısına karşı düzenlenen eylemden yorgun argın
dönmüştüm eve.
Ayağımı uzatıp televizyonun karşısına oturmuşum.
Bir kanalda İbrahim'e, insan kardeşime rastlamışım. Kendime benzetmişim bir
parça.
Atları görüp hayran kalmışım.
Hayalleriyle büyülenmiş dayatılanlara üzülmüşüm.
Uykumu da huzurumu da kaçırmışım.
Olsun be. Masallar olduğu sürece uyku da kaçarsa kaçsın.
içindekiler
HAYAT HAKİKAT HİKAYAT
''Ankara vurulmuş bileklerime
Dumanlı hava, kurt kapanı, ciğerparem''
Arkadaş Z. Özger
Ne çok hayal kurdurdu bize hayat. Ne çok hayalimizi kırdı.
Bir kadın sesi gibi kırıldı gün. Gençtik, en çok biz kırıldık.
Kopan bir inci kolye misali tane tane dağıldık. Bütündük, parçalandık.
Daha, ''Ne oldum'' demeye kalmadan, koşar adım geçen yıllarla ömrümüz
ortalandı. Şaşırdık.
Büyüdük. Kırılganlığımızı bastırdığımızı bilmeden büyüdük. Kimimiz öldü.
Kalanlardan kimini hayat gailesi bastı, kimini ayakta kalabilme tasası. Kimi,
hakları için hapis yattığı işçilerin sigortasını yatırmayarak işlerini
oturttu, kimi ondan beslenerek. Kimi, karşı durduğu için yitirdiklerini onu en
iyi pazarlayarak geri aldı, kimi duruşunu sürdürüp, kendine yine bir iktidar
yaratarak. Kiminin başka bir çaresi yoktu, kiminin seçeneği çoktu.
İşte tam burada durdu zaman. Sesi ve zembereği boşaldı saatlerin.
Büyüklüğümüzle kalakaldık ortalıkta. Ne yapıyor olursak, hangi role soyunmuş,
hangi maskeyi takmış, hangi koltuğa oturmuş olursak olalım yetişkinliğin o
tatsız-tuzsuz, mutsuz, yorgun yıllarına takılıp kaldık.
Böyle başladı bu hikaye.
Samanpazarı'nı dolanıp, arada bir kuledeki suskun saate bakarak Koyunpazarı'na
doğru tırmanmaya başladım.
Ne kadar uzun süredir yapıyordum bunu. Yapıyordum ve vazgeçmiyordum. Koskoca
Ankara'ya, geniş caddelere, parklara sığamıyor bu dar sokaklara, irili ufaklı
eşyalarla tıklım tıklım dolu bu dar dükkanlara, dar avlulara sığınıyordum.
Beni buralara çeken şeyin ne olduğunu bilemiyordum. İçimde de dışımda da
arayıp bulamıyordum. Annemle, eskiden burada yaşamışlıklarıyla bir ilgisi olup
olmadığı konusunu çözemiyordum. Anneme baktığımda, pijama, nevresim,
sonbaharda çıkılan bakliyat alış-verişinin dışında buralara yönelik bir özel
ilgi göremiyordum.
Annemlerin Hisar'la ilişkisi, II.Dünya Savaşı sonlarında başlamış. Ondan
öncesini o da bilmiyor. Dedem, Devlet Demiryolları'nda memurmuş. Malatya'dan
tayinle gelmişler. Ekmeğin, şekerin, gazın karneyle verildiği yıllar. Annem
daha çocuk. Bir gün, ekmek almaya yollanmış evden. Yolda genç irisi bir oğlan,
karne koçanını almaya çalışmış elinden. Annem bu, yaşına bakmadan yakasına
yapışıp basmış çığlığı. Tüm mahalleyi başına toplamış. Kaptırmamış elindekini
Yirmi yıl sonra yine Hisar. Malatya'ya, Arapkir'e, Cücügen'e gidilmiş, çok şey
yaşanmış, dönülmüş. Bu kez biz de varız. Gönül yedi yaşında, Mustafa yeni
doğmuş, ben de ortalarda bir yerdeyim. Dedem artık yok. Dayım fakültede
okuyacak. Anneannemlere misafirliğe gelmişiz. Babama iş umudu olursa
kalacağız. O zamanlardan aklımda, Hisar değil de, karşıdan gördüğüm
Altındağ'ın küçük evlerinin mücevher parıltılı teneke çatıları kalmış.
Bir otuz beş yıl daha atıyor zaman. Şimdi sadece ben. Oturmuyorum, yakın bir
yerde çalışıyorum. Hisar'ın adı çoktan Kale olmuş. Restore edilmiş binalarda
lüks restoranlar açılmış. Bakırcılar, çömlekçiler, hasırcılar, halıcılar
antikacı olmuş. Tezgahını antikacıya dönüştürmeyen, dönüştüremeyen geleneksel
esnaf, varolma savaşına düşmüş. Civarda oturan, orta sınıf gitmiş. Her bölümü
ayrı kiralanan yıkık konaklara, arka sokaklara en itilmişler yerleşmiş.
Geleni gideni de farklılaşmış Kale'nin. Restoranların, hızlı arabalarıyla
varıp dönen zengin müşterileri, olağanüstü güvenlik önlemleriyle şaşa içinde
dolaştırılan yabancı devlet adamlarının eşleri ve kızları en makbul
ziyaretçilerinden olmuş. Yazarlar, çizerler, sanat toplulukları, tarih,
mimarlık, sinema-televizyon öğrencileri ile müze gezmesiyle yetinmeyip yerel
kalabalığı merak eden turistler, rutin gezginler olarak kabullenilmiş.
Aradığını, uygun fiyatla bulmaya gelen çevre köylüler, iş bilir ev kadınları
bu ziyaretcilerce Kale kültüründen sayılmaya başlamış.
Önceleri çok çok bir müdavim alışkanlığı ile çıkıyorum ben de Kale'ye. Körfez
depremi her şeyi birden değiştirmiş. 45 saniyede insanların elinden
alınanların çokluğunu gördüğümde felaket ürkmüşüm.
Aslında deprem değil gördüğüm. Hemen sonrası. Yardım için çırpınan Suzi'yle
gitmişim bir kaç kez. Savaş manzarası ortalık. Yıkım manzarası. Suzi ve
arkadaşlarının aldığı, aldırdığı battaniye, çocuk bezi, tuvalet kağıdı, sabun,
uzun ömürlü süt, bisküvi, konserve, deterjan, oyuncak, şeker, masal
kitaplarıyla gitmişim. Her gitmişliğimde artan çaresizliğim. Her
dokunmuşluğumda daha çok acıyan bir yürek.
Bu yürek acısını dindirmeliyim. En yapabileceğim şeyi en yapabileceğim yolla
yapmalıyım.
İkinci el aldığım kocaman amatör kamerayı omuzlayıp çıkmışım bu kez Kale'ye.
Nice istilalara, depremlere, yangınlara maruz kalıp, her seferinde değişerek
ama bir şekilde özünü de koruyarak yeniden yaşam bulmuş, yeniden yaşam kurmuş
Kale'yle yüreğimi sarmak istemişim. Her şeye karşın kardeşçe yan yana
durabilen yaşlı camileri, kiliseyi, havrayı, kurumuş çeşmeleri anlatmak.
Çevresinden ayrılmayan güvercinleri, renkli yazmaları ve çiçekleriyle
söylencelerin koynunda sessizce uyuyan yatırları, her odası her sofası bin bir
öykü saklayan konakları, saat kulesini, eski şehri, eski Ankara'yı... Bütün bu
yaşanmışlıktan, birikimden, çeşitlilikten beslenip, varlığıyla, yaptığı işle,
kişiliğiyle Kale'ye renk katan insanların filmini yapmak istemişim. Kendimce
bir şeyleri koruma altında tutmak istemişim. Belki kendimi de.
Filmin adını ''Kalenin Bekçileri'' koymuşum.
Bin yıllardan süzülmüş bilgeliğiyle Mösyö Jakob'u, Kale'nin ressamı Kemal
Hoca'yı, Sefa Sokağın tek sakini Dadaş Hasan Amca'yı, eşyanın ruhunu
okuyabilen Kadir Usta'yı, bakırı efkarla işleyen Muammer'i, halıları Şahmeran
masallarıyla açan Apo'yu çekmişim. Bir de çocukları. Bir aradayken kuşları
daha çok çağrıştıran çocukları. Yokuşun başından, üçlü beşli gruplar halinde
cıvıldaşarak okula koşan küçükleri. Ağızlarında jilet taşıyacak kadar kıyıcı,
yıkık burçlardan uçurduğu güvercinlerin özgürlüğüne ağlayacak kadar yufka
yürekli büyükleri, büyük ve asi çocukları çekememişim.
Beni Kale'ye çeken büyüyü de sorgulamak istemişim filmde. Kırılan hayallerimin
altında kalıp kalmadığımla yüzleşmek.
Çekimlerim iki ay içinde bitmiş. Tüm acemiliğime karşın montajını ve
seslendirmesini de kendim yapmışım.
Katıldığım festival komitesince sanatsal bir değer verilmese de film yüreğime
merhem olmuş. Acılarım yatışmış. Kendi sıradanlığıma dönmüşüm. Çekim sırasında
çok gitmiş ve bıkmış olmalıyım ki uzun süre çıkmamışım Kale'ye. Kentin,
ilişkilerin, hırslı konuşmaların, kendini nereye vuracağını bilmez
kalabalıkların beni boğması, bunaltması uzun sürmemiş.
Yine Kale sokaklarındayım işte.
Öğlen tatillerinde, yemeklerden sonra gidiyorum. Mösyö Jakob kırk yılın
ardından İstanbul'a, Moda'ya gitmiş. Onu sık sık görmesem de yokluğundan
buruklaşıyorum. Kemal Hoca'ya uğruyor sergilerini, projelerini dinliyorum.
Hasan Amca'yla hayatı, Apo'yla yeni iş beklentilerini konuşuyorum. Başka
ahbaplar da olmuş bu arada. Bir bardak çay, biraz sohbetle gönlümü hafifletip
işe dönüyorum. İki üç günde bir çıkmazsam eksikliğini hissediyorum. Farkında
olmadığım bir süreçte Kale'nin Bekçileri'ne benzemeye başladığımı düşünüyorum.
İşte, yine Kale'ye çıkıyorum. Bu şehirde güneşin kırılmadan insanlara
ulaşabildiği ender yerlerden birine. Ne yaz sıcaklığının bataklık buğusu ne
iliklere işleyen bir ayaz. Şerbet gibi bir Haziran başı. Tam Kale havası.
Kendimi yormadan, usul usul çıkıyorum yokuşu. Havadan olsa gerek, üzerimde bir
avarelik var gibi.
Yokuşun sonuna doğru, ''Sefa Sokak'' tabelasının altına bakıyorum. Hasan Amca
orada durur genellikle. Ağzında sigarası, sırtını taş duvara yaslamış, yokuşun
başından panoramik olarak görülen yeni şehre bakar. Bir şehri yeniden kuruyor,
bir ömrü yeniden yazıyor gibi bakar. Bugün yok, müşteriler olmalı.
İki adım sonra Dadaş Çayevi'ndeyim. Topu topu üç sehpa sığan sekinin yola
yakın iki sehpası dolu. Ocağın kapısında dikilen Hasan Amca, gülümseyerek
yanındakine buyur ediyor. Oturup bir sigara tellendiriyorum, bir de çay
söylüyorum. Oh, keyfim yerinde. Sehpa camının altına dizilmiş fotoğrafları,
kartvizitleri, eski paraları izliyorum dalgın. Bu biraz da diğer müşterilere
bakmamak için geliştirdiğim bir yöntem. Kale'yi, bir gülü dalından koparıp,
bir kez koklayıp atar gibi dolaşan öyle çok insan var ki. Öyle burnu
büyüklüklerle buradaki insanları haber, resim, fotoğraf, anı nesnesi olarak
kullanıyorlar ki. Halkın arasına karışmayı buraya uğramak sayan, şık ve
görgülü adamlar, yönetimlerinde öylesine acımasız olabiliyor ki. Onlardan
biriyle muhattap olmamak için herkese ilgisizleşiyorum. Eğer birleri varsa,
Hasan Amca'ya da bulaşmadan çayımı içip, ruhumu dinlendirip gidiyorum. Bugün
de öyle. Güneşe uzanmış bir kedi gibi tadını çıkarıyorum.
Kalkma vakti. Parayı masaya bırakıp, ''Eyvallah,'' deyip yürüyorum. Niyetim
biraz da Kaleiçi'nde dolaşmak. Bir kapıdan girip, öbür kapıdan parka çıkarak
işe dönmek.
Tam kulenin altındaki kapıyı geçtiğimde sizinle karşılaşıyorum. Lacivert takım
elbisesi, marka kravatı, tozsuz ayakkabıları ile size. Şu büyük, çok büyük
adama. Esnafın, önünü ilikleyerek selamladığı, Kale Bekçilerimin, ''Yine
Kale'ye sığındım.'' sözüne mutlu olduğu kıymetli konuğuna. Hemen yana dönüp,
başka bir şey bulamadığım için bakkalın vitrinini inceliyorum.
Karşıtlarını sürekli kırıp, kendine benzeterek varolan ve gerçek diye
dayatılanla uzlaşmamanın bedelini; ''hayalci'', ''huysuz'', nitelendirmeleri
ile ödeyen, gerçekçilere de pek pabuç bırakmayan bana yakışıyor Kale'ye
sığınmak. Paraya ihtiyaç duyduğunda popüler şarkılar yazan, adını korumak için
bu şarkıları başka isimlerle tanıtmaya da tenezzül etmeyen bana. Vahşete karşı
ütopya geliştirmek uğruna, bilinçli olarak kendini masumiyetle saflık arasına
sıkıştırmış bir kadına. Yaşadığı tüm mekanların eskiyerek, yenilerek,
yıkılarak elinden alındığı Kız Kaçıran Şapkacısı Mehmet Ali Amca'ya, Kale'yi
tozlu bir tarih kitabı olarak görse de Muammer'e, Kadri Bey'e yakışıyor.
Başkalarına değil.
Şu ''sığınma,'' işini, bir türlü anlamıyorum. Yoksulluğa, çıkışsız bırakılmış
çocukların intiharına, haksızlığa karşı ne yaptıklarını sorgulamaktan çoktan
geçtiğim büyük adamlardan birinin, beş yıldızlı otelleri, holding odalarını,
garsoniyerleri, ultra lüks kebapçıları bırakıp Kale'ye sığınmasını
algılayamıyorum.
Uzaklaştığınızı umarak gitmeye hazırlanırken, vitrine son kez bakıyorum.
Yanımda biri duruyor. Dönüyorum. Kimse yok. Yeniden vitrin. Ne yaparsam
yapayım camda, yanımdasınız. ''Hayalleri kırılan bir tek siz misiniz?'' diye
soruyorsunuz. ''Hani, önyargılarınız yoktu?'', ''Buraları, insanlarını sizden
çok önce tanıyor olabilirim'', ''Belki sevgidendir, saygıları?'', ''Ben
kırıklıklarımı nerede sarayım?''. Sorular, aklımı karıştırıyor. Parkı, gezmeyi
bırakıp, hızla geri dönüyorum. Sır kapısından yeniden geçiyorum.
İşyerine soluk soluğa dönüyorum. Akşama kadar elimi hangi işe atsam soluk
soluğa yapıyorum.
Ne çok hayalimizi kırsan da hayat, yine sendendir umutlarımız.
içindekiler
SONBAHARDA KÖREBE
Seyit Ali Doğan, salına salına çıktı evden. Elinde, artık içinde nelerin
olduğunu kendisinin bile tam hatırlamadığı, gün içinde, cep telefonuna
gereksinim duymasının dışında kullanmadığı, bazen kapağını bile açmadığı ama
onsuz da bir yere gitmediği, eskimiş evrak çantası, Akay'ın köşeden salına
salına döndü,
Kızılırmak Sinemasının önünden, Selanik'ten, Mülkiyeliler Lokalinin yanından
yine salına salına, zihninde çizilmiş bir rotayı izleyip, yaz sonları
alışkanlığıyla, aşağılara, Sakarya'daki dershaneye iniyor.
İyi ki, annesinin ısrarlarına boyun eğip de Birlik Mahallesine taşınmamıştı.
Gözünü sevdiğim Tunalı'sı. Hem kendisi Avrupai bir küçük şehir hem şehrin her
yerine bir adım. En azından Seyit Ali'nin gidip geldiği, takıldığı yerler için
öyle. Arabayı ancak hafta sonları kullanmaya ihtiyaç duyuyor ancak. O da canı
ister de şöyle şehir dışı, kırlık, yeşillik bir yere giderse. Bir de,
yemeklerini özlediğinde annesine. Bir tek sonbahar günlerde işe yayan
gidebiliyor ve bundan çok hoşlanıyor. Yoksa çekilir dert değil otobüsle
dolmuşla uğraşmak. Kızılay'da otopark bulmaksa dünyanın en zor problemi.
Yürüme gibisi var mı? Ama her zaman imkan olmuyor. Özellikle soğuk ve
sıcaklarda. Öyle günlerde de, taksiler ne güne duruyor? Biraz da onlar
kazansın değil mi efendim? Bak biz ne güzel kazanmışız, öğrencilerimiz en iyi
yerleri tutturmuş bir öğrenciye puanının yüksekliğinden dolayı araba bile
vermişiz. En büyük pankartla duyurmuşuz diğerlerinden farkımızı. Başkalarına
niye kazandırmayalım?
Yazınki yapış yapış ve soluk aldırmayan sıcak kalmamış. Bunalmadan
sinirlenmeden yürüyor. Sıcak tansiyonunu yükseltirken tahammül gücünü
azaltıyor, asabi yapıyor Seyit Ali'yi. Kafası da çalışmıyor sanki sıcakta.
Mevsimler mi değişti? Yaş mı kemale erdi? Bilmiyor ama eskiden hiç tınmadığı
şeyler şimdi hayatında önemli rol oynuyor. Neredeyse hayatını, mevsime,
kalabalığa, yediklerine içtiklerine göre düzenleyecek. Koskoca yaz geçti de
bir güzel bahçede, bir güzel öğlen rakısı içemedi gitti. Bu şehirde, sıcakta
dışarıda da olmayı sevmiyor. Şimdi öyle mi ya. Salına salına sabahın tadını
çıkarıyor. Öğlen de rakının tadını çıkarır belki.
Bu yıl da, sonbahar ne kadar güzel. Hele geçen yazdan sonra. Sanki doğa
kendince bir dengeyi tutturuyor. Yazın bunalttıklarını şimdi ferahlatıyor.
Sabah da çok güzel. Büyülü sanki. Güne açılan bir kapının çok ötesinde.
Aslında kendine özgü ve bağımsız bir zaman. Binlerce yıldır yinelenen bir
mucize. Bir de, parlak ama artık sıcağı yıldırıcı olmayan, okşayan, bir güneş.
Daha ne olsun?
Önünde yürüyen iki adamın, açık artırmayla satılan milyarlık şarapların, iki
yüz trilyonluk bir yolsuzluğu maskelemek için televizyonlardan verildiğinden
söz ettikleri kulağına çarpıyor. Seyit Ali, adımlarını sıklaştırıyor. Bu tür
konuları konuşmak bir yana duymaktan bile sıkılıyor. Yürüyüp onları geçiyor.
Adamları duyamayacak noktaya geldiğine kanaat getirince yavaşlıyor.
Salına salına girdiği Sakarya'da çiçek kokusu. Erkenden süpürülmüş temiz
sokaklar. Tek meydanımsı alana dökülüp, onunla bir bütün oluşturmuş, onu uslu
bir göle dönüştürmüş nehirler gibiler. Mırıltılarıyla gezinen güvercinler.
Yayalara açılmış caddelerin gürültüsüz patırtısız egzoz dumansız, homurtusuz
hali. Üç dükkan ötedeki komşusuna seslenen esnafın, gürültüye gitmeyen,
neşeli, tane tane anlaşılır sözleri. Açılmış radyolardan caddeye taşan oynak
havalar. Bir Karadeniz havasına uymuş ayakları, omuzları kendiliğinden oynayan
çırak çocuk. Akdeniz ülkesi ne de olsa. Sükuneti bile canlı.
Dünkü gibi polis kordonu da yok ortalıkta. Toplu getirildikleri alana patır
patır indirilen robokoplardan oluşan , insanlarda, yine nerde ne olacak?
Tehlikede miyim? Burası da artık iyice güvenliği olmayan bir yer oldu duygusu
yaratan, her an her yerden bir patlama bekleme psikolojisine sokan tedirgin
edici kordon yok. Şüpheli paket, çanta , bomba ihbarı yapılmamış bugün. Biber
gazı kullanmayı planladıkları bir eylem de yok anlaşılan. Ne güzel. Sakarya bu
sabah kendi sakinlerine bırakılmış.
SSK İşhanının çöpü bile kokmuyor sanki. Balığı ızgarası, köftesi, gözlemesi,
kokoreci dumanı, isi, pası sarmamış daha etrafı. Pop müziğin istilası
başlamamış. Çöp boşaltım kapısının yanına taksiyle getirilip, anneleri ya da
ablalarıyla bırakılan çocuklar bile, para istemek için erken bir vakit
olduğunu öğrenmiş, kimsenin yolunu kesmiyorlar. Onlar da, onun gibi avare bir
zevkle seyrediyorlar Sakarya Caddesi'ni. Dükkanlar açılıyor Tezgahlar dışarı
diziliyor, kapı önleri ıslatılıp daha bir ince süpürülüyor. Manava, markete,
balıkçılara, çiçekçilere koca kamyonla, kamyonetle, arkası açık doçla, binek
arabayla ha bire kasalarca çiçek, meyve, sebze, balık, tavuk, tenekelerce bal,
peynir, zeytin gelip boşalıyor. İş yaparken yarenlik ediliyor. Seyit Ali durup
onları seyredebiliyor. Her gün önünden geçip gittiği duvarlarındaki afişlere,
önlerinde uzun uzun dikilip bakabiliyor. Konser, söyleşi, imza günü
duyurularını inceleyebiliyor. Savaşın vahşetini gösteren afişlerle
karşılaşınca huzuru kaçacak gibi oluyor, o da, görmemiş gibi yapıp başını
çevirip yürüyor..
Sakarya'ya böyle her inişinde, hilafsız, kendi öğrenciliğini, ilk gençliğini
anımsıyor. Birahanelerin yeni açıldığı zamanları. Üç kuruşa bira içtikleri
yerleri. Her an fakültelerin birinden arkadaşlarla karşılaşabildiğin, masa
masa dolaşıp oturabildiğin, parasız kaldığında nasıl olsa birine rastlarım
diye gönül rahatlığıyla gelebildiğin, asi kızlarla, ateşli tartışmalar
yapabildiğin yerleri. Bir çok değişiklik geçirse de atmosferi pek değişmeyen
sokaklar. Değişen, kırkına gelmiş, yorulmuş, en sevdiği mevsim olan yaza bile
tahammülü kalmamış Seyit Ali Doğan
Koskoca yaz çalışmakla geçmiş. Sınıflar boşalsa da, yok sınavlar yok sonuçlar
yok tercihler, birinciler, ikinciler, üçüncüler derken, nem oranı ve derecesi
hayli yüksek bir ısıda çalışma işkencesine maruz kalmış. Yoğun iş arasında
çocukların, koridorlardaki koşuşturmalarının, gürültülerinin olmaması tek
şansı olmuş. Kalbini sıcakta zorlamamak için evden işe öyle bir aceleyle çıkıp
gelmek durumunda kalıyormuş ki dershaneye vardığında bu kez de heyecandan,
telaştan çarpıntısı oluyormuş. Öğlenleri büroda kalıp, yağları donmuş, tadı
kaçmış yemekleri didikleyip duruyormuş. Akşam iş çıkışı da sıcağa denk
geldiğinden kaçarcasına yine ev. Ortalık serinlediğinde ise. artık geç olmuş
oluyor, canı dışarı çıkmak istemiyormuş. Miskin miskin evde oturuyormuş. Bazen
Meltem geliyormuş, bazen Seyit Ali ona gidiyormuş. Meltem'den de sıkılmış son
günlerde. Karısına benzemeye başlamış kız. Yalnızca şikayet ve istek. İstek ve
şikayet. Fotoğraf çeken cep telefonlarından almış, barları gezdirmiş. Tatile
götürmüş. Yine de memnun edememiş. Beş yıldızlı oteli, köyünde mi gördün sen
kızım? Bir geceliği, ne kadar biliyor musun? Hayatında beş kuruş kazandın mı?
Son günlerde, Meltem ne yaparsa yapsın batıyormuş.
Nilüfer'e de dünyanın nafakasını ödüyormuş. Hanımefendi, onun terleyerek
kazandıklarını entel arkadaşlarıyla yiyip geziyormuş. Eski kocasının parasını
yediğini gizlemediği gibi her yerde övünçle söylüyormuş. Bir de bağımsız kadın
pozları takınmış ki, acayip. Özgür kızı bile oynuyormuş. Cahil kadın. Boğazına
dizilir inşallah. Nedense, herkes ondan bir şey koparma derdinde oluyormuş?
İnsan değil de para makinesi sanki. Nasıl kazandığını soran yokmuş. Nelere
katlandığını bilen de. Bir tek Güney öyle değilmiş. Yaşamı boyunca aşık olduğu
ve asla itiraf etmediği tek kadın. Çocukluğunun, gençliğinin, yetişkinliğinin
tek aşkı. Yanında olması da uzakta olması kadar zor olan Güney. Hayat diye
tanımlanana uyum sağlayamadığı için kendini de onu da hırpalayıp hırpalayıp
bırakan Güney. Seyit Ali, zor kadınları da kolay kadınları da taşıyamıyor
artık. Ama bir tek Nilüfer'i görmeye hiç tahammül edemiyor. Çocuğun hatırına
bile razı gelemiyor.
Çocuk ikisinden de bağımsız, fakülteden arkadaşlarıyla ev tutmuş, ekmek elden
su gölden oturuyor. Umut, onunla yüz yüze konuşmadığı tüm zamanlarda Seyit Ali
için hep çocuk. Oğlan, bal gibi farkında, ara ara babasına, açıkça olmasa da
benim bir ismim, kişiliğim var demeye getiriyor. Cebine konan harçlığın
ağırlığı oranında da hızını ayarlayıp çekip gidiyor. Seyit Ali neredeyse
dershanedeki bütün çocukların adını biliyor ama iş kendi çocuğuna geldi mi,
Umut, ancak çocuk olarak zihninde yer ediyor. Çocuk gelecek, çocukla tatile
gideceğiz. Çocuk babaannesinde. Çocuk para istiyor. Annesi de harçlık
veriyordur kerataya. Bir ona dayanamaz kişiliksiz kadın. Nereye saçıyor bu
çocuk bu paraları? Onun üç katını harcıyor neredeyse. Arabası, benzini
yetmiyormuş gibi bir de kredi kartı borçlarını yıkıyor babasının üzerine.
Hako'yu görse de ona para verse bari. Ona para vermek insana dokunmuyor. Hem,
ne kadarcık kabul ediyor ki. Gururlu da adam. Birazcık arasa bulur belki. Eğer
ölmediyse bir sokağın köşesinde sızmış uyuyordur. Üst geçitte de olabilir,
batan bankanın önünde de. O mu daha mutlu, başkaları mı mutsuz Seyit Ali
anlayamıyor. Bir arkadaşının tanıdığı. Yaşamak için sokağı seçenlerden. Kafayı
yemiş dediklerinden. Kafayı yemiş o kadar takım elbiseli adam varken. Hako
herkesden akıllı geliyor. Ne o, iş, güç, evlenme, boşanma , çocuk, sorumluluk,
kibar konuşmalar, sıkıcı toplu yemekler, iri iri laflar. Ama onunki de, öyle
göründüğü gibi kolay değil her halde. Geçen hafta göz göre göre bir sokak
çocuğunu parçalamışlar üst caddede. Gazeteler yazmış ama Seyit Ali yazıyı
görmemiş komşu lokantacıdan dinlemiş. Sokak çocukları arasındaki kavgada, biri
diğerini bıçakla parçalamış. Kulüpçü Kenan silahını alıp koşmuş ama
yetişememiş. Hako çocuk değil ki girmez kavgaya. Kendini koruyabilir.
Önünden geçerken, tezgaha dizilmekte olan taze çöreklerin kokusuyla başını
döndüren pastaneye bakıp kalıyor. Canı bu pastanede oturup taze çayla poğaça
yemek istiyor. Ya da çocukluğunda yaptığı gibi limonata veya şerbet? Şerbet
yapan kalmış mıdır ki? Ya loğusa şerbeti? Loğusa şerbetini ne çok severdi
çocukken. Tarçının tadını unutalı yıllar olmuş. Limonatanın yanına tarçınlı
çörek varsa ondan isteyecek. Bugün şerbette olmasa da çörekte anımsayacak.
Hatta paket yaptırıp, gidip meydanın tam ortasındaki, kaidesi geniş heykelin
dibine oturarak yiyip içecek. Çocuklar gelir dilenir diye birkaç çörek de
onlar için alacak. Keyfini kaçırmayacak hiçbir şey için. Biraz da o çıkarsın
sokakların keyfini. Garsondan, pantolonu oturunca kirlenmesin diye bir de
beyaz paket kağıdı isteyip yürüyor.
Başı önünde otursa bile meydan ve çevresindeki hoşluğu hissedebiliyor ki onun
başı, bu sabah yukarda. İçinde olduğu bu tabloyu görmek, hissetmek, ortama
müdahil olmak istiyor. Bu belki bir daha yakalama şansının olmadığı güzel
sonbahar sabahının sakinliğinden, payına düşeni almak istiyor. Cadde ortası
pikniği yapmak istiyor.
Oturduğu yerden caddenin başındaki bir üst geçitten, sonundaki bir üst geçide
işlerine gitmek için tempolu ama telaşlı olmayan yürüyüşleriyle memurları,
tezgahtarları, bankacıları seyrediyor. Sevgi Soysal'ın "Yenişehir'de Bir Öğle
Vakti" kitabını hatırlıyor. Ne olduğunu bilmediği bir şeyleri, bir sürü şeyi
özlüyor. Gelenleri, yüzlerinden gidenleri, tüm bedenlerinden izliyor. Genç
kadınlara daha dikkatli baktığının farkında değil. Bir ara, birkaç gündür
karşılaştığı o kadını da görüyor. Tam karşıdan geliyor. Aynı saatte aynı
sokaktan geçen insanların aşinalığının biraz ötesinde bir şey bu kadına olan
dikkati. Ağlıyor gibi olan kadın bu. Bu kez iyice bakacak. Yanılıp
yanılmadığını anlamak istiyor. Kadın gerçekten ağlıyor mu? Yoksa yüzünün
ifadesi mi öyle? Bu hafif sonbahar günü, o da, böyle hafif bir konunun peşine
düşecek. İnsanca bir merak. Belki sapkınca bile olabilir? Ama çok merak
ediyor. İyi ki güneş gözlükleri yanında, cebinden çıkarıp takıyor. Kadın,
incelendiğini anlamayacak. Yaklaşıyor. Sahiden ağlıyor bu kadın. Gözyaşları
yüzünden aşağıya usulca süzülüyor. Alnına yanaklarına düşürdüğü saçlarının
gölgesine sığınmış, koca şehrin ortasında ağlayarak dolaşıyor. Gözlerinde bir
rahatsızlık olabilir mi acaba? Ne bileyim göz kuruluğu olduğu gibi, gözyaşı
torbasının dar olması gibi bir hastalık var mıdır? İdrar tutamamaya benzer mi
gözyaşı tutamama? Ya da göz yaşı bolluğu? İyi ki göz prostatı yok. O iyice
beter olurdu. Kadın çoktan geçip gitmiş o oturmuş düşünüyor.
Bugün kendine izin veriyor. Bugün rüzgarı nereden eserse, ona göre takılacak,
kadını takip edecek. Kaideden kalkıp hızla yürüyor. Kadının ardına düşüyor.
Kendi yaşlarında bir kadın olmalı. Sakin yürüyor. Önünden yürüyen kadının,
elinde tuttuğu mendille bazen gözlerini bazen burnunu sildiğini anlıyor. Üst
geçidin merdivenlerini tırmanıp, inip Selanik'e geçiyorlar. Hako bu üst
geçitte yok. Selanik, Sakarya'ya göre kalabalık. Birazdan daha da dolacak. Ne
varsa, herkes Kızılay'a gelme derdinde. Herkes burada da kimse kadının yüzüne
bakmıyor. Herkesin yapacak bir işi, ulaşacak bir yeri, kafasında bir düşüncesi
var. Kim takar gözleri yaşla dolmuş bir kadını. Kadın Meşrutiyet'e dönüyor. O
da. Ahmetler'e doğru, çirkin, devasa köprünün üzerindeler.
Üst geçitte kimse yok. Herkes aşağıda, sıkışmış trafiği fırsat bilip,
araçların arasından, caddenin öbür yanına varma derdinde. Caddeyi kesen her
sokağa bir üst geçit kondurulursa böyle oluyor işte. Her şey arabalara. Tek
kişinin kullanımında olan arabaların kapladığı alan, kirlettiği hava,
çıkardığı gürültü bir yana, yararlı şeylere harcanabilecekken yol yatırımıyla
heba olan kaynaklar canını sıkıyor Seyit Ali'nin. Vergisinin buralara
harcanmasına isyan ediyor. Aynı isyanı aşağıdakiler de yaşıyor olmalı. Canını
dişine takan arabaların arasından atlıyor. Başka zamanlarda, Seyit Ali de
onların yaptığını büyük bir zevkle yapıyor. Kadının sevdasına tırmandı bugün
yalnız ikisine kalmış bu çirkin köprüye. Üst geçitler, alt geçitler hastası,
hamilesi, yaşlısı için merkezi dışlayıcı kılıyorlar. Hız ve hareket üzerine
oturur mu bir şehir? Bilmez mi bunu belediyeciler? Üst geçit yapımı iyi
kazandırıyor her halde. Bu gidişle bu şehirde bir sektör haline de gelebilir.
Üst geçit holdingi, üst geçit konsorsiyumu falan filan.
Kadın üst geçidin tam ortasına gelince durdu. Yüzünü mendiline gömüp
hıçkırmaya başladı. Arkasında birinin, Seyit Ali'nin olduğunun farkında değil.
Farkında olsa da aldıracak mı aldırmayacak mı o da belli değil. Kadın rahat.
Kimse olsa ne olacak? Kalabalıktan kimse kimsenin yüzüne bakmıyor ki nasıl
olsa. Kimse kimseyle ilgili bile değil. Sadece gençler ve çocuklar. Açık açık
hıçkırıyor bu kadın . Seyit Ali, kendi kendine konuşanı, güleni, şarkı
söyleyeni gördü de böylesini görmedi hiç. Bir gün değil, iki gün değil. Kadın
her gün ağlıyor. Bu da olmaz ki ama. Git evinde ağla. Kimse görmüyor, tanık
olmuyor, bakmıyor diye yollarda da ağlanmaz ki. Nilüfer de böyle ağlaktı. Neyi
beğenmezse oturur ağlar. İstediğini de onu yıldırarak elde ederdi. Kabus
gibiydi o kadınla yaşamak. Beş yıldır kafası ne kadar dinç. Bir tek, ödenen
paranın çokluğuna yanıyor. Ama suç kendinde. Mahkemede ne talep ettiyse kabul
etmişti. Sonunu düşünmemiş, soyulacağını hesap etmemişti. Şimdi kazancının
yarısına el koyuyor Nilüfer. Bunun da ağlayacak bir şeyi varsa gidip kocasının
yanında ağlamalı. Niye çıkıp, sokaklarda herkesin canını sıkıyor? Herkesin
olmasa bile Seyit Ali'nin canını sıkıyor.
Kadın yeniden yürümeye başladığında Seyit Ali kalakaldı. İçindeki, kadına
yönelik merak uçup gitmişti. Durdurup, bir iki laf etme isteği de. Gerisin
geriye döndü. Tadı kaçmış bir vaziyette dershaneye gitti. Odasındaki
televizyon, İskenderun Limanında batan İspanyol nükleer atık gemisinin çevreye
zararlarının haberini veriyordu. Kapattı.
Seyit Ali için gün, öylesine çalışarak geçti gitti. Öğlen rakısı unutuldu.
Eylül ortaladı, okullar, dershaneler açıldı. Seyit Ali işe gidişlerinde o
kadına çoğunlukla rastladı. Hiç kesilmemişti ağlaması. Kadın kimseyi
umursamadan, görürler de bana acırlar, kınarlar demeden ağlayıp geziyordu.
İşler o denli yoğundu ki Seyit Ali'nin kadına değil sinirlenmek, aldıracak
durumu bile kalmamıştı. Öğretmenlerin bir kısmı yüksek ücretlerle yeni kurulan
bir dershaneye transfer olmuşlar, bu, kalanları da etkilemişti. Her an,
gideriz ha, havasındaydılar. Bunlar, Seyit Ali'yi korkutabilen şeyler değildi.
Hiç olmamıştı. O da çok transfer yapmıştı zamanında. Ondakileri de almaları
normaldi. İki odalı apartman dairesinden buraya
gelmişti o. Adı yeterdi onun. Kimseye eyvallahı yoktu. Günde on derse girer
yine boşluğu doldururdu. Dışarısı işsiz kaynıyordu. Hidayet'in matematikçisi,
bir gel demesine bakıyordu. Zaten bu yıl öğrenci sayısını sınırlı tutmuştu.
Çok kayıt almamıştı. Az çocuk, çok başarı, iyi para. Bu kadar yıldan sonra
başını ağrıtmanın alemi neydi ki?
Seyit Ali kadını gördüğü zamanlarda hatırlıyor sonra unutup gidiyordu. Bir
kez, bir tek kez, o da eski arkadaşlarıyla vakit yokluğu nedeniyle üç dört
ayda bir buluştuğu yemeklerin birinde, bir balık lokantasında, masa masa gezen
müzik grubundaki şarkıcı kadını benzetip hatırlamıştı. Hatırladığını
arkadaşlarına da anlattı . Onlara da ilginç geldi. Onun kızdığına onlar
güldüler. Sonra yeniden futbola, işlerin sıkıntısına, çocuklarının
sorunlarına, karılarının kıskançlıklarına, Irak'da kaçırılan şoförlerin
öldürülme ya da serbest bırakılmasındaki kıstaslara, Avrupa Birliği'ne kabul
edilip edinilmeyeceğine, memleket meselelerine döndüler.
Derslerin başlamasına dört gün kalmıştı ki, bir sabah şehre yapılmış ilk üst
geçidin ortasında, kadınla burun buruna geldi Seyit Ali. İçini çeke çeke
ağlıyordu yine. Neden kimse görüp de yaptığının normal bir şey olmadığını
söylemiyordu şuna? İnsanların derdi kendine yetiyordu. Dertleri artırmanın
alemi miydi şimdi?
Kimse söylemezse kendisi söyleyecek. Geri dönüp hızlanarak kadının önüne geçip
durdu. Kadın, başı önünde, dikkati ruhunun derinlerinde bir yerlerde,
karşısına çıkan engeli dolanıp geçmeye çalıştı. Seyit Ali bırakmadı. Yana
kayıp yine önüne geçti. Bir hamle daha. Yine olmadı. Kadın çaresizlikle başını
kaldırdı baktı. Gözleri ağlamaktan cam gibi olmuştu. Seyit Ail'nin yüzüne
bakıyor, ne söyleyeceğini ya da ne yapacağını bekliyordu. Ağlamayı kesmemişti
ama. Gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ediyordu. Seyit Ali tüm
söyleyeceklerini unuttu birden. Birbirlerinin gözlerine bakarak durdular.
Dondular sanki.
Seyit Ali ne yaptığını bilmeden, Çantasını yere bırakıp kollarını kadına doğru
açtı ve kadını kucakladı. Kadın şaşırmadı, irkilmedi. Acemice o da sarıldı.
Kadının sırtını pışpışladı, saçlarını okşadı. Bildiği ne kadar sakinleştirici
söz varsa kulağına fısıldadı. Kadın ona daha sıkı sarılıp bu kez de
hıçkırıklarla sarsılarak ağlamaya başladı. Ceketi, sabah özenle ütüleyip
giydiği gömleğinin yakası göz yaşlarından ıslanıp buruşuyor, titizliğiyle
tanınan Seyit Ali aldırmıyordu. Kadını bırakmak istemiyordu. Kadın, tüm
acısına karşın yumuşak ve sıcaktı. Seyit Ali, şevkatle kucaklanmanın nasıl bir
şey olduğunu unutmuş olduğunu hatırladı. Tüm kalbiyle, bu kadının bütün
acılarını yüklenerek onu mutlu etmeyi diledi. Onun gülmesini istedi.
İsteğindeki içtenlikten gözleri yaşardı.
Kadının yüzünü avuçlarına alıp gözyaşlarını yanaklarından sildi. Yeniden
sarıldı. Aç mıydı? Birini mi kaybetmişti? Aldatılmış mıydı? Soruları
yanıtlamasa da sarsılarak ağlaması dinginleşti. Seyit Ali ağzındaki tuzlu
tadın, hangisinin gözlerinden aktığını çıkaramadı. Dili döndüğünce hayatın
güzel olduğunu anlatmaya çalıştı. Sesi çatallanmıştı.
Kadın bir adım geri çekildi. Ayrıldılar.
Seyit Ali konuştukça kadının göz yaşlarının azaldığını fark etti. Bir
pastaneye gidip çay içmeyi önerdi. Kadın başını olumsuz salladı. Seyit Ali
vazgeçmedi, boğazındaki yanmaya, çatal çatal sesine aldırmadan üst geçidin
korkuluğuna dayanıp ne söylediğini bilmeden konuştu konuştu konuştu.
Bitmişti işte, kadının ağlaması dinmişti sonunda. Kadın, gözlerinde donmuş iki
damla yaşla gülümsüyordu. Seyit Ali de ona gülümsedi. Söz bitti.
Bakıp durdular birbirlerine.
Kadın mahcup, elini uzattı. Tokalaştılar. Seyit Ali'yi öylece bırakıp yürüdü.
Seyit Ali dikilmeye devam etti. Aşağıdan akıp giden trafiğe baktı, şehri
dinledi, Bulunduğu yerden renkli, "UMUT DERSHANESİ" tabelasını görünce işe
gitmesi gerektiğini anımsadı. Çantasını yerden alıp gördüğü binaya doğru,
burnunu sile sile yürümeye başladı.
Deli dolu bir genç kız, on beş gündür, bir iş bulmanın sevinciyle koşa koşa
gittiği bir avukatlık bürosuna doğru seğirtirken Seyit Ali' yi gördü. Seyit
Ali, bu delişmen kızın, yüzüne bakıp bakıp, koskoca adam niye ağlar ki sokakta
diye söylendiğini ne duydu, ne gördü, ne hissetti.
içindekiler
AHMEDO
Aynur Doğan'a, söylediği, Kazancı Bedih'e, bıraktığı
türküler için binlerce teşekkürler.
Sabah uyanınca her zaman yaptığı gibi duş aldı, tıraş oldu, üstünü giyindi ve
acelesi varmış gibi odaya açılan kapıdan doğruca terasa çıktı.
Yalan dünya.
Bu, arkasını bir dağa yaslayıp eteğinden ufuk çizgisine kadar dümdüz uzanan
dünyayı, gökyüzünün her hangi bir katından seyreden kaleler şehrinde, hiç biri
diğerinin güneşini kesmeden yerleştirilmiş, çok katlı taş evlerin hangisinin
terasına çıkarsa insan, geçmiş zamanın tanrı-kralları kadar hükümdar ama bir o
kadar yalnız hissederdi kendini. Bir de yaşananları düşününce, yalnızlığın
yanına can acıtan bir çaresizlik eklenirdi. Ahmedo yalnızdı ve yüzlemese de
canı yanıyordu. Şehrin hemen eteğindeki, mezarlıkların az aşağısındaki o köye
bakmasa da yanıyordu canı.
Sanki bu dağ, bu muhteşem ova seyredilebilsin diye yaratılmıştı. Sanki bu
şehir, bu ovada hep hayat olsun ve anlatılsın diye kurulmuştu. Sanki bu dağ,
bu şehir, Mezopotamya'nın, güneşin bahçesi olduğuna tanıklık etsin diye
yaratılmıştı. Sanki yaradan, insanlara Mezopotamya adında bir dünyayı hediye
ettiğinin bilinmesi için burada yaşanmasına izin vermişti.
Ahmedo için sadece yazları değil her mevsimde terasa çıkmak, güne başlamak,
dünyaya açılmak, hayata katılmak, kendisiyle konuşmak gibi bir şey olmuştu.
Oysa hemen önünden göz alabildiğine uzanıp giden coğrafya, yine onun için
dünyanın sonundan başka bir şey de değildi.
Güneş yeni doğuyordu. Koca evde çıt yoktu. Kimse uyanmamıştı daha. Gelinler
bile. Eskiden böyle miydi? Sabah, ezanından çok önce kalkardı gelinler,
kızlar. Aman! Ne yapsınlardı? İki tanelerdi topu topu koskoca evde.
Yoruluyorlardı. Hem kalkmamaları Ahmedo için iyi oluyordu. Kendi kendine
kalabiliyordu. Şehir de uyanmamıştı. Ilık bir yatak gibi çağrılıydı sessizlik.
Koltuğuna oturdu. Yanındaki sehpanın üstündeki tepsiye, gelinlerin akşamdan
hazırlayıp dizdiği malzemelerden cezveyi alıp iki kaşık kahve koydu, bir tane
kesme şeker attı, su ekledi, ispirto ocağını tutuşturup üzerine dikkatlice
yerleştirdi. Tabakasından tütünle kağıdını alıp özene bezene bir sigara sardı.
Kaynayıp köpüklenen kahveyi fincana boşalttı. Sigarayı yaktı, kahveden bir
yudum içti. Arkasına yaslandı. Güne öyle başladı.
Boş dünya.
Kahveyle sigara bitince doğruldu. Her sabah yaptığı gibi birkaç adımda, geniş
terasın parmaklıklarına varıp, dayandı. Damlarda ve teraslardaki tahtlarda
uyuyanları geçti. Şehri, aşağı sokakları geçti. Varlığını reddettiği köyü
geçti. İleriye baktı. Başaklar olgunlaştığı zaman onların dalgalanmasıyla
altın bir denize dönüşebilen ve insanda, sonsuzluk duygusu yaratan düzlüğe
baktı. Gözlerinden beynine, beyninden kalbine, kalbinden ayaklarına,
ayaklarının altından toprağın derinliklerine uzanarak özüyle birleşen bir
kaynağın derinliğiyle bakıp kaldı Mezopotamya'ya. Uzak kaldığı yılların
hasretiyle, sanki her an elinden alınacakmış gibi hırsla, anasının memesine
uzanan bebeğin açlığıyla baktı. Cennete ve cehenneme bakar gibi baktı.
Güneydeki bütün ülkeleri, şehirleri, Felluce'yi, Bağdat'ı, Tikrit'i, Beyrut'u,
Batı Şeria'yı, Kudüs'ü, Ramallah'ı, Şam'ı, Halep'i, Musul'u, Tel Aviv'i
Gazze'yi hatta Kahire'yi ve İskenderiye'yi görüyormuşcasına baktı. Bir parça
Paris'le, bir parça Berlin de eklendi görüyormuşcasına baktığı şehirlerin
yanına. Tüm insanlığı, gelmiş geçmiş tüm medeniyetleri, halkları, yaşamları,
acıları, savaşları, ölümleri, doğumları aynı anda görüyormuşcasına baktı.
O, önünde uzanıp giden, uçsuz bucaksız toprağa, ruhunu serip baktı.
Yalan Dünya .
Çocukluğunu da görüyormuşcasına baktı. Gençliğini değil de çocukluğunu...
Çocukluğunu, İlk okulunu, okula ilk başladığı günü. İlk teneffüsü. Acemice
dikildiği, daha ötesine geçmeye cesaret edemediği için durup sırtını dayadığı
okul kapısındaymışcasına, özenerek, kıskanarak izlediği oyunları. Bir gün geç
başlamıştı okula -Dayısı Urfa'ya mal almaya gittiğinde, onu da gezsin diye
götürdüğünden geç kalmıştı- Sadece bir gün. Yaşıtlarının, mahalledeki tüm
arkadaşlarının arasında, bir yabancı gibi kalmasına neden olmuştu, o tek gün.
Okulun bahçesi, evlerinin avlusuymuş gibi rahat oynayan çocukları
görüyormuşcasına baktı. Erkek çocukların arasına karışmış, örgülü uzun
saçlarını savurta, savurta koşan yaramaz kızı. Rahel'i.
Vahşi kız Rahel'in, kendininkiyle karşılaşınca nazlanıveren bakışlarını
Rahel.
Şehrin, hemen eteğindeki o köyden, her sabah şehirdeki okula koşarak gelen ve
her akşamüzeri de tarlalara koşarak giden deli kızdı bu. Tarlalardan el ayak
çekilip ıssızlaşınca, köyün, bitişikmiş gibi duran evlerinin arasından, güneşe
uzanan o sınırsız ovaya doğru usulca çıkıp, kendi başına güneşe uğurlama
töreni yapan kızdı bu. Güneşin battığı yöne doğru yürür, kuşlarla birlikte o
ışıltılı kızıllığa katılıp kaybederdi kendini. Uzun, açık saçları, o saatte
çıkan rüzgarda dalgalanır. O koşar, kollarını açıp uçuyor gibi yapar, dans
ederdi. Sesi duyulmasa da çığlıklar attığı anlaşılırdı. İyi biliyordu Ahmedo.
Bir akşam terasta babasının yaptığı tahta tüfekle düşmancılık oynayıp,
kıpırdayan her şeye nişan alırken rastlamıştı kıza. Sonraları saati denk
gelirse bakar olmuş, uzun süre de babasının avda kullandığı dürbünle takipçisi
kesilmişti. Biliyordu, bu kız, o pervasız kızdı.
Öyle kızlara alışık değildiniz o zamanlar. Kızlar uslu uslu otururdu bir
kenarda. Oğlanların oyunlarına karışmazlardı. Karışmaya kalksalar hem
kınanırlardı hem bir yerimiz acıyacak diye korkarlardı. Rahel farklıydı.
Sizinle koşar, zıplar, atlardı. Farklı olduğu için kınanmazdı da. Çünkü onun
köyü, camili değil kiliseliydi. Komşunuz Agop Emmi'lerinkinden de değil. Güneş
pencereli kiliselerden.
O kız, beş yıllık okul boyunca en iyi arkadaşın olacaktı senin. Daha sonraları
da her kırıldığında, içinden onunla dertleşecektin. Hep arkadaşın olarak
bilecektin. Arkadaşın olarak düşünecektin. Arkadaşın olarak özleyecektin.
Boş hayat, boş..
Nazlı bakışların aldırmazlığa dönüştüğü anla karşılaştı yeniden. Sarsıldı.
Kız alıp vermenin ve ibadetin dışında her şeyin yan yana olduğu bir
çeşitlilikte, sevda sadece türkülerdedir. Böyle düşünürdün Ahmedo. Dedeleriniz
de böyle düşünürdü. Babalarınız askerliği birlikte yapar, gurbete birlikte
çıkıp birlikte dönerler. İyi ahbaptırlar. Cenazeleri, bayramları atlamazlar.
Ama onlar da öyle düşünürler. Sen de böyle düşünürdün. Böyle düşünmesen de o
çağda sevdanın ne olduğunu bilmezdin. Rahel'e bakarken gözlerinin ne hale
geldiğini görmez, görsen de anlamazdın.
İlkokul çoktan bitmişti. Sana kızlardan nameler, hediyeler, işaretler gelir
olmuştu. Kızların etrafında pervane gibi olması kafanı karıştırıyordu. Bu
ilginin yarattığı karışıklık çok hoşuna gidiyordu.
Yaşın gelince -içlerinden en güzeli, sana en hayran olanı Sevim'di- Sevim'le
evlendin.
Senden iki üç yıl sonra da Rahel. Zengin bir ailenin oğluyla evlenip şehre
gelin geldi.
Rahel rastlantıların dışında bir daha yüzüne bakamadı. Bir daha seslenemedi
sana.
Oysa ne çok seslenirdi sana. Nedenli nedensiz seslenirdi. Okul bahçesinde
oyunlarda, çocukluğun o dizginlenmez coşkusuyla bağırırdı adını. Derslerde de
usluca. Hem de öğretmenin öğrettiği gibi değil. Sizinkiler gibi "Ahmedo" derdi
sana. Adını ondan duymak ne çok hoşuna giderdi. Adını onun ağzından bir daha
duymadın.
Şehir yerinde, komşu değilseniz eğer, akraba olmayan bir kadınla bir erkek pek
karşılaşmaz pek görüşmez pek konuşmazdı. Uzaktan uzağa, kendine bile
hissettirmeden izledin. O şehirdeyken, teras sana yakın gelmedi eskisi kadar.
Boşaldı baktığın yerler. Anlamsızlaştı. Çıkmayıverdin sen de. Ama ne yaparsan
yap bir eksiklik duygusu yakanı bırakmadı.
Çocuğu olmadı Rahel'in. "Kısır," diye çıkardılar adını. Rahel bütün şehre
darıldı. Evden dışarı adımını atmaz oldu. Şehirdekilere için için kızıp,
arkadaşın için çok üzüldün. Bir de kocası, İstanbul yolunda soyguncular
tarafından öldürülünce artık iflahı tümden kesildi. Şehirde yapamayıp tekrar
köyüne döndü. Rahel'in köye dönüşüne, "Sevinmedim." diyemedin.
Rahel, köyüne dönüp gün batımı törenlerine başlayınca teras çekti seni yine.
Seyretmekten kendini alamadın. Artık ne koşuyor ne bağırabiliyordu. Dürbün
olmadan da bunu görebiliyordun. Sadece, kızaran bir siluet halinde uzun bir
yürüyüş yapıp, karanlıklar içinde geri dönüyordu. Ama o bir kez olsun kafasını
kaldırıp dağdaki şehrinize bakmadı. Yıllar, yıllar geçti de bakmadı.
Cenk başladı. Buna karşın o uğurlamasını aksatmadı. Kimse de bir şey demedi.
Kimse dokunamadı ona.
Zamanla her şeye dokunuldu. Ona olmasa da yakınlarına, diğerlerine, sizlere,
hatta dokunanlara bile. Ne de olsa burası Mezopotamya'ydı. Anların asırlarla
boy ölçüştüğü, zaman dinlemez coğrafya.
Son bir kez bakmıştı sana, giderayak son bir kez. Bu ıssız, bu dümdüz, bu
belalı, bu büyülü toprağın kendisiymiş gibi bakmıştı.
Neler olmamıştı ki? Önce onlar gitmişlerdi. İlk durakları İstanbul'du.
Ardından da Allah rızklarını nerede verdiyse oraya. Almanya'ya, Amerika'ya,
belki başka ülkelere. Neresi olursa artık. Dönüşü olmayan bir göçe benziyordu
toplu gidişleri. Köyleri tümden boşalmıştı. Arkalarından ağlandı.
Ayrıldıklarında, yüreğinden bir tel koptu. İçinden bir ses uçtu.
Bereketi uçup gitti topraklarınızın. Sularınız çekildi. Mezopotamya çöle
döndü. Yandı kavruldu ekinleriniz. Barışın kuşları terk etti sizleri.
İlk o zaman anladın ayağının altındaki toprağın sarsıldığını. Aslında hep
sarsılmış olduğunu ama kendinin yeni anladığını anladın. Yandı ciğerin bir kez
daha. Terasa bir daha çıkmadın. Akbabalar dadandı güzel ovanıza.
Çok geçmedi siz de göçtünüz.
Boş bu hayat. Boş.
Ahmedo, kendini terasın duvarına dayanmış, mırıldanırken buldu. Aldırmadı.
Hatta bilinçle "Yalan dünya tabi. Yalan." diye mırıldandı bu kez.
"Yalan dünya." Gazel olsa, sanal mı, yanal mı öyle bir dünya derdi babasının
sözüne. Şimdiden özlemişti kızını. Oysa, ona gelinceye kadar üç kız üç oğlan
daha vardı. Büyük kızlar, erkenden evlenip gitmişlerdi. Baba evine
yabancılaşmışlardı. İlk oğlanla küçüğü de epeydir çekinip yanına
yanaşamıyorlardı. Kendisi de çekinirdi babasından. Ahmedo, oğullarının
kendinden uzaklaşmasına üzülüyordu. Ortanca oğlanın, Hüseyin'in artık nerede
olduğunu kendisi bile bilmiyordu. Böyle olunca, Gazel, sanki tek çocuğu tek
kızıymış gibi geliyordu ona. Belki de evin en küçük çocuğu olduğundan belki
olgunluk yaşına denk geldiğinden Gazel onun gözbebeği olmuştu. Kız da
delikanlı kızdı ha. Korku, çekinme nedir bilmeyen bir cesur kız. On
sekizindeydi aslında. Tam evlenecek çağı. Ama kız, "Üniversiteye de
gideceğim." diye tutturmuş, sonunda dediğini yaptırmıştı.
Felaket bir kız. "Anama benziyor bir parça. Adını anamdan alıp koyduk,
ondandır her halde bu halleri." Gazel'in, İstanbul'da büyümüş olması aklına
gelmiyordu.
Kendine itiraf etmeye yanaşmıyordu ama İstanbul'da on yıl yaşamak Ahmedo'yu
değiştirmişti. Sevemese de, bir Paris'i görmüştü İstanbul ayarında büyük şehir
olarak. Bir Paris'i beğenmişti. Berlin'i, Frankfurt'u da şöyle bir çalım, on
günlük kadar dolaşmış, onları da cansız, renksiz bulmuştu. Beğenmese,
alışamasa da, ne olursa olsun, başka yaşamları görmüş başka yaşamları
tanımıştı bir kez. Ahmedo, istemese de değişmişti.
Belki mecburi bir gidiş olmasaydı, İstanbul'u sevebilirdi de. Kaçarcasına bir
gidiş olmasaydı. Hüseyin başını derde sokmasalardı, çocuk İstanbul'da olsun
durabilseydi, amcası gibi kahredip yurt dışına gitmeseydi, onları
bırakmasaydı, unutmasaydı, diğer oğlanlar, gelinler, kızlar, torunlar
gelebilseydi, onlara ne olduğunu merak etmeseydi, onlara haksızlık ettiğine
düşünmeseydi sevebilirdi belki. Denizi, vapurları, adaları, martıları, güzel
giyimli kadınları, erkekleri, geceleri bile sesleri kesilmeyen neşeli
toplulukları, istediğin yere gidebilme rahatlığını, deniz kenarına konmuş
bankları, bu banklara oturup denizi seyredebilmeyi, sevebilirdi. Bunlar güzel
şeylerdi. Sahiden, pek bir moderndi İstanbul'daki yaşam. Kaloriferli evleri,
buharlı banyoları, paran varsa kuş sütü bile eksik olmayan marketleri. Ama
doğduğu toprakları aklından çıkaramamıştı hiç. O, toprağı işlemeyi, taşlardan
bir dantel gibi örülmüş şehri, dantel evleri özleyerek çocuklarının hatırına
tahammül etmişti. Kalabalıktan, kalbinin sesini duyamamaktan hoşlanmamıştı.
Binaların çokluğundan yorgun düşmüştü. Amerika'ya gittiklerini bile bile
sokaktaki her kadına Rahel diye bakıp onun olmamasından tükenmişti.
Hüseyin, öyle ya da böyle kendini kurtarmıştı. Memleket eskisi gibi değildi,
sakinlemişti. İstanbul'da yaşamanın bir anlamı kalmamıştı.
Bir tek Gazel'in o dünyada kalmasını istemişti Ahmedo. Herkesi şaşırtarak, bu
konuda ısrar etmişti. Kendisi alışamasa da bu çocuk, o dünyanın çocuğuydu,
orada kalmalıydı. Dünya modernleşiyorsa, kız bile olsa, o da modernleşmeliydi.
Kim ne derse desin aldırmayacaktı. Anası yanındaydı nasıl olsa. Sahip çıkardı.
Sevim'in analığına da becerikliliğine de bir sözü yoktu. Fedakar bir kadın
olmuştu hep. Birbirlerine alışamamışlardı o kadar. İkisi de mutsuz olmuştu bu
konuda. Başka kadınlara da ses çıkarmamıştı kadıncağız.
Nafile dünya.
Bitişikteki, Hıdır'ların evden bir pencere hızla açılıp bir çocuk kolu uzandı
ve kağıttan bir uçak fırlattı gökyüzüne doğru. Ahmedo ürperdi. Annesinin
bağırtısıyla, çocuk aceleyle içeri alındı, pencere kapatıldı. Kağıt uçak da
pek uzağa gidemedi . Yere çakıldı.
Kağıttan olsa da, uçağın uçması da yere çakılması da Ahmedo'yu huzursuz etti.
Sanki o, Paris uçağıydı. Ve Ahmedo, içindeydi yine. Yıllardır görmediği
kardeşini görmeye gidiyordu Hüseyin'le. Uçaktan korka korka o gidiyordu.
Dönmeyeceğini hissede hissede Hüseyin'i götürüyordu. Uçağın içi nasıl
bunaltıcı gelmişti. Nefes almakta güçlük çekmiş, kulakları tıkanmış, kafası
dumanlanmış, terleyip durmuştu yolculuk boyunca. Yerinden kalkmasına izin
verilse bir kapı bulup atacaktı kendini aşağıya. Neresi olursa olsun
bırakacaktı. Sonradan sonraya alışır gibi olmuştu ama hiç sevememişti
uçakları, ne içindeyken ne dışındayken. Büyük bir gürültüyle tepesinden
geçmiyor muydu? Kuduruyordu Ahmedo. Sanki tam üstüne düşecek ve sevdiği her
şeyi paramparça edecekti.
Sokaktan gelen bir ses dikkatini dağıttı. Şehir çoktan uyanmış, o fark
etmemişti. Dönüp kapıya doğru baktı, evde uyanıp yukarı gelen çocuk var mı
diye? Yoktu. Kahve tepsisi gitmişti ama. Küçük gelin ona duyurmadan kahve
tepsisini götürmüş bir bardak sütle biraz peynir ve doğranmış domates koymuş,
gitmişti. Ne de olsa akraba diye geçti içinden. İstiyor ki, bir şeyler
yiyeyim. Ne ara çıkıp da tepsileri değiştirmişti ki bu munis gelin, fark
etmemişti. Üzerinde durmadı. Bir kez daha sokağa, sokaktan gelen seslere
yöneldi dikkati. Ses turistlerden gelmişti. Bir adamla üç kadın. Bir yer
soruyorlardı, uyanır uyanmaz kendilerini dışarı atan sokak delisi çocuklara.
Yerli turistti bunlar. Soracakları yerden vazgeçmiş çocuklarla konuşmaya
başlamışlardı. Turistlere yönelik hiçbir duygusu yoktu Ahmedo'nun . Ne, "Daha
önce neredeydiniz?" diyenlerdendi, ne de, "Aman gelsinler, gelsinler, esnaf
para kazansın biraz." diyenlerden. Turistlerden erkek olanı, çocukların
gösterdiği bir yere bakmak için başını kaldırınca onu görüp selam verdi,
Ahmedo da onu selamladı. Sonra dönüp koltuğa oturdu. Tabakayı da götürmüştü
gelin. Kızamadı. Doktor Civan, bir taneden başka içmemesini tembihlemişti.
Aslında "Hiç içme." demişti de, "Deliririm ben oğul." deyince, "Bir tane iç o
zaman bari. Ama sakın iki olmasın." diye dalga geçmişti. Gençti tabii. Ne
bilecekti, içine çektiği dumanda değildi tesellisi bu meretin. Yiyecek
tepsisine baktı. Hiç birine dokunmadan kalktı. Sabahları kahvaltı etme
alışkanlığını uzun zamandır bırakmıştı. Bir kahve bir tütün yetiyordu günü
kaldırabilmesine.
Cep telefonundan Gazel'i aradı. Kapalıydı. "Derste olmalı," diye düşündü. Evi
arayıp Sevimle konuştu.
Öğlene doğru evden çıktı. Çarşıya doğru yürüdü.
Kahvede biraz oturur muhabbet ederdi. Televizyonlardan, gazetelerden,
ortalıkta neler olduğundan konuşulurdu. Dünyadan haberi olurdu bir parça.
Ayrıca şehirde neler olmuş kim ölmüş, kim kalmış öğrenirdi. Canı çok isterse
bir sigara kaçamağı yapardı. Dönüşte torunlara şeker alırdı. Pek istemese de
dükkanlara uğrardı belki. Hem evi biraz kadınlara bırakmak iyi olurdu.
İşlerini, aşlarını rahat yapmak isterdi kadın kısmı. Çoğu iş, artık çarşıda
satılandan alınıp görülse de turşuydu, salçaydı, pekmezdi, pestildi derken,
epey işleri oluyordu. O evdeyken, kata çıkmaya, gürültü yapmaya
çekindiklerinden işler kalıyordu. Sevim'le Gazel, Ekim ayı başında
İstanbul'daki evi açmaya gittiğinden beri, o evden çıkmadan odası
temizlenemiyor, yıkanan çamaşırlar terasa serilemiyor, bulgur çarşafları alt
üst edilemiyor, çocuklar yukarda oynayamıyordu. En önemlisi, bu sıcakta damda
yatamıyorlardı. Oğullarına, birkaç kez söylemişti "Rahatınıza bakın," diye.
Dinletememişti. Karısıyla kızı gittiğinden beri kendini daha bir yalnız
hissediyordu.
Çarşıya giderken Zeliha Neneye uğrardı belki. Zeliha Nene, artık ne duyuyor ne
görüyor ne hatırlıyordu ama olsun. Gitmek lazımdı. Herkes ihtiyarlayıp
kocayacaktı bir gün.
Saçları uzamıştı. Belki dönüşte Zeki'ye uğrar kestirirdi. Biraz da onunla
vakit öldürürdü.
Bahçelere inse miydi? Biraz incir biraz nar biraz da ayva kalmış olmalıydı
ağaçların başında. Onlar için inmeye değmezdi. Güzelim bahçeler sararıp
solmuştu. Eliyle diktiği elma ağacı, dededen kalma koca ceviz, kayısılardan
ikisi kurumuş, arklar bozulmuş, yabani otlar sarmıştı her yanı. Oğlanlara da
kızıyordu. Mala mülke sahip çıkmamışlardı pek. Oysa binlerce yıldır koca koca
aileler bu toprakları işleyerek karınlarını doyurmuşlardı. Buralarda
güvenebileceğin tek şey topraktı. Başka bir şeye aklı yetmezdi Ahmedo'nun.
Ne yapmış etmiş, daha İstanbul'dayken aşağıdaki tarlayı sattırmıştı ona küçük
oğlan. Ne için? Cep telefonu dükkanına döndürmüştü, zahireci olarak bıraktığı
işi. Abisini de kendine uydurup ona da kasetçi dükkanı açmıştı. Kendisinin
anladığı işler değildi bunlar. Onlar da anlamıyorlardı zannınca. Şimdi de
anneleri vasıtasıyla, öbür tarlayı da satsın diye duyuruyorlardı.
Geçinemiyorlarmış. Çocukları okuyacakmış. Para lazımmış. Dükkanların işleri
iyi değilmiş. Halıcı açacaklarmış. Belki haklıydı çocuklar, yeni işler belki
de yapmak istedikleriydi ama gelip babalarına anlatmıyorlardı ki anlasın.
Artık o da uzaklaşmıştı. Karşısına alıp enine boyuna konuşmayı canı
istemiyordu. Yakınlaşmayı göze alamıyordu. Bunu kendisinin yapması gerektiğini
biliyordu. Onları, Hüseyin için öylece bırakıp giden kendisi olmuştu.
Eli kolu çarşıdan aldıklarıyla dolmuş olarak Zeliha Nenelerin kapıyı çaldı.
Münir daha evdeydi. Bırakmayıp, sofra açtılar. Neneyi, avluya çıkarıp
eskilerden, yenilerden epey konuştular. Nene, anlarmış gibi gülümseyip durdu
karşılarında. İçi sızladı Ahmedo'nun.
Kahveye, Münir'le birlikte gidip oturdu. Beş dakika olmadan da haberi aldı.
"Semun Amca dönmüş ha?" "Olacak şey değil. Onlar da dönüyor ha." "Onlar bile"
Konuşmaların sonraki bölümünde, ne anlatıldı ne söylendi hiç farkında olmadı.
Bütün derdi, Semun Amcaların gelmesiydi. "Semun Amca döndüyse?" "Döndüyse?"
Bir telaş eve koştu. Doğru odasına, terasa. Baktı durdu aşağıdaki köye, köyün
hemen önünden başlayan büyük boşluğa. Yoktu. Kimse yoktu. Ne tarlada
çalışanlar kalmıştı ortalıkta ne eken ne biçen. Tarla zamanı da değildi zaten.
Ama kimse yoktu.
Gün batımının ıssızlığıyla kala kaldı.
Ah Rahel. Ah. Ah.
Sonraki günler çarşıda kimi bulursa sordu soruşturdu. Baktı olmuyor. Kimsenin
umurunda değil Semun Amca, daha çok yeni gelenler var, konuşulacak, merak
edilecek yeni konular var. Bıraktı çarşıya kahveye çıkmayı. Bahçelere dadandı.
İki adam tutup arkları düzenledi, ağaçların dibini eşeledi. Dökülmüş
yaprakları topladı. Yabani bitkileri söküp söküp attı. Kurumuş dalları budadı.
Arkasından, "Bunun da yeni tuttu damarı. Geleli o kadar zaman oldu bakmadı da
şimdi uğraşıyor malıyla," diye konuşuldu. Konuşulanlar kulağına geldi ama hiç
sallamadı. Yeni ağaçlar dikti. İnatla hırsla çalıştı.
Paris'i, kardeşini aradı. Ne yapıp edip, Hüseyin'in bir telefonu bile olsa
bulmasını tembih etti.
Kimi gün okul arkadaşı Berber Zeki'nin dükkanına gidip saatlerce suskun
oturuyordu kimi gün evden dışarı adımını atmıyordu. Ha bugün ha yarın derken
günlerin peş peşe geçip gittiğini algılıyordu.
Sabahları ve akşamları terasta geçirmek onun alışkanlığıydı ama artık günlük
programı olmuştu. Özellikle akşamüstleri biri bir yere çağıracak, bir davet
olacak, bir iş çıkacak diye ödü kopuyordu. Bekleyip bekleyip bir şey
göremiyordu. Kahırlanıyordu.
Özlüyordu. İçi acıya, acıya özlüyordu. Özlemeye hakkı olmayan bir şeyi
özlediğini sorguluyor, kendine karşı yüzünü yerden kaldıramıyordu. Zamanında
anlamadığı, söylemediği, uğruna hiçbir şey yapmadığı bir şeyi istiyor ve
anlayamadığının, yapamadıklarının utancıyla ne yapacağını bilmiyor, ezilip
duruyordu. Ezikliğine karşın Rahel'in döndüğüne ilişkin bir işareti
algılayabilmek için deli oluyordu. Haber alamadığı her gün, umutsuzluğun koyu
karanlığı onu boğuyordu.
Gidip, gidip bağa bahçeye vuruyordu kendini.
Gidip, gidip çoluğa çocuğa şeker, oyuncak, sakız alıp geliyordu.
Gidip, gidip sokaklarda başı boş dolaşıyordu.
Durup durup kardeşini arıyordu.
Ne yaparsa yapsın gönlünü avutamıyor, acıyla baş edemiyordu.
Günler kalbine çöken karanlık kadar ağır, haftalar azalan ömür kadar çabuk
geçiyordu.
Göğsüne çökmüş bir şahin, canlı etini gagalıyordu artık.
Rahel'in evine, yurduna kavuşmasından başka bir şey arzulamaz oldu.
Umudu gün gün tükenir oldu.
Gördü.
Nihayet gördü.
Bir akşamüstü ufka doğru, dalgın dalgın bakarken gördü.
Kalbi hop etti. Oydu bu, başkası olamazdı.
Tarlaların içinden gün batımına doğru yürüyordu yine. Güneşi uğurlamaya.
"Yarın yine gel. " demeye.
Yürüyüşünden tanıdı.
Yaşlanmıştı. Kilo alıp biraz kalınlaşmıştı. Ama yürüyüşü değişmemişti pek.
Aynı eda aynı endam aynı asilik.
Hafif bir rüzgar Rahel'in başındaki şalı alıp sıyırdı boynundan aşağıya.
Aldırmadı. Bıraktı şalını savrukça omuzlarının üstüne. Saçları yine uzundu.
Örgülüydü yine. Belik belik. Güneşin kızıllığı kadar kızıl parlıyordu kınalı
saçları.
Rahel.
Gidip o saçları açmak istedi.
O anda, o saçları açmaktan başka hiçbir şeyi o kadar istemedi, dilemedi
hayattan.
Olmayacağını bile bile diledi.
Tam o sırada Rahel geri döndü. Şalını düzeltip, başına çekti. Karşısında tek
tük yanmış ışıklarıyla, bir gerdanlığa dönüşen şehre, bir anlık baktı.
Ahmedo, Rahel'in nazlı bakışları, gözlerine değmişcesine irkildi. Sanki Rahel
onu görmüş de, "Neden yaşandı tüm bunlar?" " Neden engel olmadın?" "Neden
anlamadın?" demiş gibi titredi.
Rahel başını hızla öne eğip acele adımlarla köyüne yöneldi. Köye varıncaya
kadar bir daha da başını kaldırmadı.
"Boş ver Ahmedo. Döndü ya. Yüzüne bakmasa da döndü ya, hayat o kadar da boş
değil artık."
"Yalan da olsa, gerçek de olsa dünya boş değil artık."
"Yurduna döndün nihayet. Toprağımızın bereketini bize geri getirdin. Ömrüne
bereket. Sağ ol. Var ol."
Akşam, bayağı geç bir vakit, büyük oğlu, sofrada beklemekten usanıp, onu
yemeğe çağırmaya çıktığında, Ahmedo'yu terasın korkuluklarına dayanmış, bir
türküyü söylerken buldu. " Bahar geldi gül açtı, bülbül yerinden uçtu." İlk
kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Çok şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi.
"Baba" diye seslenmemiş olsa, fark edilmemiş olsa sessizce geri dönecekti.
Durdu kaldı. Babasının dönüp, yüzüne uzun uzun baktıktan sonra ona, " Boş ver
yemeği, aşağıdan bir şeyler çıkar, kardeşini de çağır bir rakı içelim,"
dediğini duydu. İnanamayarak indi aşağıya.
"Yar yar diyar, yar yar diyar, yar yar diyar yar."
içindekiler
DÖNEMEÇ
Keşke düşüp bayılsaydı, ölseydi, yok olsaydı. Hiçbir şey kalmasaydı geriye
ondan. İncinecek, acıyacak, kanayacak, parçalanacak bir şey kalmasaydı. Gülen
diye biri, bu dünyada hiç var olmasaydı. Hiç doğmamış olsaydı.
Kendini bir türlü alıp götüremiyordu oradan. Başı dönüyor, bacakları
titriyordu da, orada dikilip durmaktan kendini kurtaramıyordu. Nasıl
kurtarabilirdi ki? Afişteki en büyük yazı, kendi adıydı ve o lanetli
fotoğrafın hemen altındaydı. Bir de insanların gözüne gözüne girsin diye
kıpkırmızıydı. İlk gördüğünde şok olmuş, beyni, gösterilen şeyi algılamayı
reddetmiş, şöyle bir bakıp, grup olarak oturdukları masaya yönelmiş ama
sandalyeye yerleşemeden fırlayıp koşmuştu ilan panosunun oraya. On dakikadır
afişin önünde dikilmiş bakıyordu. Baktıkça sanki bir şeyleri
değiştirebilecekmiş gibi umuyordu ama olmuyordu.
Bakmasa, gözünü bir an kırpsa, kapatsa bir an, Salih, elinde bir bıçak,
sessizce ensesinde bitiyordu. Gülen, arkasını dönemese, göremese de boynuna
değen bıçağın soğukluğunu, Salih'in kan çanağına dönmüş gözlerindeki bakışın,
aynı boyna düşen ateşini hissedebiliyordu. Gülen metanetle, bir bıçağın,
boynunu kesmesine hazırlanıyordu.
Gülen, Gülen, ne yaptın be Gülen? Ah Gülen, adın batsaydı keşke... Onun
doğduğu şehirde, kızların ilkine annelerinin ismini verip, diğerlerini adamdan
bile saymaz babalar. Böyle güzel kız isimlerini, anneler koyar hep. "Bahtı
açık olsun," diye, "yüzü gülsün, " diye, "kendileri gibi mutsuz olmasınlar."
diye, güzel isimler koyar anneler kızlarına. Annesi da öyle düşünerek koymuş
olmalıydı adını. Ad, kaderi değiştirmiyordu oysa. Hangi kızın değiştirmişti ki
onun da değiştirebilsin. Bundan sonra Ölen olurdu artık onun da adı.
Ölen olmaktan korkmazdı ki Gülen. Onların oralarda hiçbir kız korkmazdı.
Yaşadığı coğrafyada ölüm, herkese yakındı da, kızlara bir başka düşkündü.
Doğup büyüdüğü topraklarda, İnançlar farklı olsa da gelenek tekti, kız olunca,
hangi inançtan olursan ol, ölümle birlikte doğduğun kabul edilirdi. Ecelin;
canından, kanından, sevdiklerinden biri olurdu. Ağabeyin, kardeşin, dayı
oğlun, amca oğlun olurdu. Her kızın, omuz başındaydı her dem, ensesindeydi
ölüm. Yüreğine, heyecanına ve coşkusuna perdeydi. Kız gülüşlerinin
soldurucusuydu bin yıldır. Bu yüzden Ölen olmaktan korkmazdı hiçbir kız. Gülen
de korkmuyordu Ölen olmaktan.
Ölmenin, olası biçimi kahrediyordu onu.
Ve olası katili.
Bir de, ölümünün ardından olacaklar, söylenecekler, yaşanacaklar.
İçindeki yangın büyüdükçe büyüyordu.
Mustafa Abi. Mustafa Abim.
Panoya baktıkça değişen hiçbir şey olmuyordu. Ne afiş değişiyordu, ne
fotoğraf, ne de adı. Artık anlamıştı. Bakmakla değişmiyordu hiçbir şey. Ama
bir türlü alıp başını gidemiyordu. Afişi, afişe kan kırmızıyla kazınmış kendi
adını ve o fotoğrafı görmekle, günahı asıl şimdi işlemiş ve böylelikle
gidebilecek her yeri yitirmişti. Gidecek, saklanacak, sığınacak hiçbir yeri
kalmamıştı artık. Tanrı; bu afişin önünde dikildiği yerin dışında,
gidebileceği her yeri her adresi elinden almıştı. Çaresiz, kimsesiz
bırakmıştı.
Kendine gelmeye, silkinmeye, aklını başına toplamaya çalıştı. Nasıl bir işti
bu? Neden olmuştu? Mehmet? Mehmet'i bir bulsa, bir eline geçirse, yakasına
yapışacaktı. Doya doya, ağlaya ağlaya dövecekti. O yönetmeni, Ömer Beyi de
görse, aynı şeyi yapacaktı. Utanmayı, çekinmeyi kurgulayacak durumda değildi.
Ama en çok neden böyle olduğunu soracaktı. Ona bu kötülüğün nasıl ve neden
yapılabildiğini?
Baktıkça daha kötü oluyordu. Ama bir türlü bırakıp gitmeyi beceremiyordu.
Salih, bıçağı sabırla boynunda tutmaya devam ediyordu. Gülen boynundan aşağıya
akacak olan kanının ılıklığını bile hissedebiliyordu. Kanıyordu
Aylin gelip, çekiştire çekiştire amfiye zor götürdü. Sınav başlayacaktı az
sonra. Dönemin en önemli sınavıydı. Sanki afişlari değiştirmek için özellikle
bu günü bulmuştu sinema kulübü. Selim'e de çok kızmıştı Aylin. "Kör, parmağım
gözüne" sokmanın ne alemi vardı şimdi? Kız bütün gece çalışmış hatmetmiş.
Bırak girsin sınavına, sonra gösterirsin. Göstermesen ne olur? Sana mı kaldı
bu işler? Salak. Bir de üstüne üstlük, "Senin sırtın bu kadar güzel miydi
kız?" diye yavşayıp aklını başından almıştı zavallının. Küfrü yiyince de
defolup gitmişti. Gülen'e benzemezdi o, kendisi değil ama babası, Hacı
Hüsrev'de yetişmişti. Gözünün üstüne çakıverirdi bir tane. Gülen boş
vermeliydi şimdi bunlara. Soruların yanıtları düşünmeliydi.
Sınavda ne soruldu? Bir şey yazdı mı? Yazdıysa ne yanıtlar verdi? Bilemeden
çıktı amfiden. Başka zaman, büyüklüğüyle onu ürküten amfi, birden onu
daraltan, bunaltan, basık bir yer haline gelmişti.
Çıkarken Aylin'le göz göze geldi. Arkadaşının delici bakışlarına aldırmadı.
Doğru tuvalete. Yüzüne soğuk suları çarptı, ellerini uzun süre açık musluğun
önünde tuttu. Bir türlü geçiremedi içinin yangınını. Kantine zor attı kendini.
Kasılıp duruyordu midesi. Sabah kahvaltı etmemiş, birkaç tane ceviz içi yemiş,
pür telaş çıkmıştı evden. Bundan da iyi bir not alırsa artık hiçbir derse
asılmasına gerek kalmayacaktı. Bir çayla bir tost aldı. Tenha bir köşeye
sığındı. Çayı içti. Tost, boğazından geçmedi bir türlü. Yutak borusu kapalıydı
sanki. Olduğu gibi bıraktı masaya.
"Mustafa Abi'mi aramalıyım. Mustafa Abi'mi aramalıyım. "Tespih çeker gibi,
içinden boncuk boncuk, şıkır şıkır geçiyordu kelimeler. Arkadaşları çıkıp
başına üşüşmeden, kafası karışmadan halletmeliydi bu işi. Bilinçle değil de,
iç güdüyle çantasından cep telefonunu çıkarıp abisinin numarasını tuşladı.
Ulaşılamıyordu. Duruşmada olmalıydı. Belki de bürosundaydı. Önemli bir
görüşmesi olduğunda da ya kapatıyor ya sekreter yapıp, evden, Salih'ten
kurtardığı Nazlı ablasına bırakıyordu. Büroyu tuşladı. Nazlı'nın kendi gibi
nazlı sesini duyunca, birden karşısında duruyormuş gibi oldu, boğazı yandı,
gözleri yandı, sesi gırtlağında boğuldu. Panikle kapattı telefonu.
Hıçkırıklarla sarsıldı ince bedeni. Zor susturdu.
Salih mutlaka duyacaktı. Hiç kurtuluşu olmayacaktı. Zaten okumasını, hele
İstanbul'da okumasını hiç kabullenmemiş, hiç hazmedememişti. O yüzden de
herkesten çok Salih'ten korkuyordu yine. Deliydi. Tabancayı, bıçağı, kezzabı,
artık neyi bulur, neyi uygun görürse, onu kaptığı gibi gelirdi. Epeydir, namus
dediği şey, kardeşlikten çok önce geliyordu onun için. Hem de nasıl? Gözünü
kırpmadan öldürürdü onu. Bir yandan da, "Ben size dememiş miydim?" sözünü
edeceğini bilmek, canını daha bir yakıyordu. Gülen yanıyordu.
Çocukken de ne iyi anlaşırlardı Salih'le. İki yaş vardı aralarında. Kardeşler
arasında, yaş olarak birbirlerine en yakın onlardı. Kalpleri de yakındı
küçükken. Oyunlar oynar, ağaçlara tırmanır, bahçede koştururlardı. Yaz
tatillerinde onlara katılan Mehmet'i de suçlarına ortak eder turist seyretmeye
giderlerdi, balıkları izler, güvercinleri uçururlardı. Birbirlerinin
yaramazlıklarının sırlarını saklarlardı anne babadan... Sonra, çocukluktan az
bir şey çıkınca, huyları değişmişti Salih'in. "Bana abi diyeceksin" diye
tutturmuş, "evden çıkmayacaksın,", "çarşıdan geçmeyeceksin", "saçlarını
açmayacaksın", "okulda oğlanlarla konuşmayacaksın" gibi talimatlar vermeye
başlamıştı. Gülen, bunları bir tek kendine yapıyor sanırken, Ümmügül ablasının
nişanlısını, kapıya geldi diye dövmeye kalkınca, Salih'in, Mustafa Abisinden
çok farklı çıktığını anlamıştı. Evdeki kız kısmının ağzından burnundan
getirirdi Salih. Göz açtırmazdı. Babadan korkmasa döverdi de. Nazlı onun
yüzünden on beşinde ilk isteyene verdirmişti kendini. Bir yıla kalmadan da
kucağında bebeğiyle ağlayarak dönmüştü geriye. Yaşlı kocası ölmüştü. Salih,
onu bile, " Niye döndün? Koca evinde ölünür de dönülmez," tavrı ile
karşılamıştı. Neyse ki baba, kızının geri gelmesine ses çıkarmadığı gibi,
kimsenin laf etmesine izin vermemişti. Ne de olsa ölmüştü kocası. Kızın
yapacak bir şeyi yok sayılırdı. Kendi adını taşıyan ilk erkek torunsa, baldan
tatlıydı.
Babasının kızgınlığından çok, üzülmesi gözünün önüne geliyordu. Babasının
kınanacağını, aşağılanacağını düşündükçe kalbi patlayacak gibi oluyor, nefesi
sıkışıyordu. Amcaları, dayıları, amca çocukları ama en başta Salih, mahvederdi
onu. Sanki başına gelecekleri biliyormuş gibi, İstanbul'a gönderirken, "Ne
yaparsan yap, bizi utandıracak bir şey yapma, yüzümüzü yere baktırma, başımızı
öne eğdirme emi kızım" diye, sıkı sıkı tembihlemişti.
"Bizi utandırma," sözcüğü, İstanbul'dan bakıldığında öyle çok şeyi kapsıyordu
ki, Gülen'in bir çok arkadaşına, anlamsız, geri, aptalca ve kötü niyetli
geliyordu. Gülen kendince, çoğu geleneksel kurala uymuş, kendini üzmeyi göze
almış, babasını üzmeyi göze alamamıştı. Değil mi ki babası, Mustafa abisinin
sözünü dinleyip okumasına izin vermiş, kız başına İstanbullara yollamayı göze
almış, "Dönmez artık bu," sözlerine aldırmamaya çalışmış, bazı dokundurmalara
ses çıkarmamıştı. Babası için, memlekette neye dikkat ediyorsa, İstanbullarda
da öyle davranmaya zorlamıştı kendisi. Ne kadar modern görünse de, iki farklı
yaşamın arasına sıkışmış kalmış abisinin de üzülmesine gönlü el vermemişti.
Uzun etekler, bol pantolonlar, kafeterya, bar bir yana, okul ve ev dışında
yemek bile yememe. Beyoğlu'na, Ortaköy'e, bir filme, bir konsere meraktan olsa
bile gidememe. Sokaklarda gülememe, kalabalıkta yüksek sesle konuşamama, hava
karardığında dışarıda bulunmama. Okuldan, sınıftan bile olsa, bir erkekle ders
dışı bir konuda sohbet edememe. Birinin elinde tutamama. Gözlerinin içine
bakamama.
Kasılıp kaldığı sandalyeden kalktı, bahçeyi geçip Mehmet'i aramaya, onların
bölüme gitti. Kızgınlığının ötesinde, dayanacak birine duyduğu ihtiyaçtan ona
doğru gidiyordu. Mehmet; dedelerinin kardeş çocuğu olduğu ama buralarda doğmuş
buralarda büyümüş, İstanbul'lu "kuzen"i. Bu kocaman şehirdeki tek akrabası.
Görüşmesine izin verilen hatta aile kararıyla başı sıkışınca gitmesi gereken
adres olarak belirlenebilen tek erkek akranı. Uzun saçlarına, küpelerine
karşın güven duygusu yaratabilen, aynı kampüste olduğu için sevinilebilen tek
yakını. Salih gibi, büyümesini, kardeşlik ülkesinden atarak cezalandırmayan
çocukluk kahramanı.
"Ne var?" demişti, "Ciddi adamlar, öyle fasaryadan çekmiyorlar, sanat filmi
yapıyor bunlar kızım. Entel dantel adamlardır, sana bir zarar gelmez onlardan.
Korkma. Sonra sen de Mustafa gibi döneceksin oralara. Sıkışacaksın gündelik
kaygıların arasına. Bari buradayken değişik bir şeyler yap. Arkadaşlarına,
çocuklarına, kocana olmasa bile torunlarına anlatacak bir şeyler olsun
hayatında. Biraz renk olsun. Hep böyle sap gibi, ot gibi mi yaşayacaksın?"
Gülen'e en çok bu söz dokunmuştu.
Anlamadıklarını, anlayamadığını biliyordu da, bu kadarını değil. Sap mıydı
kendisi? Ot muydu yani? Kötü bir adam mıydı babası? Hayatı, yaşamayı bilmeyen,
medeniyet tanımayan, zevkleri olmayan insanların yaşadığı bir yer miydi
memleketi? Kendilerince eğlenmeyi de bilirlerdi, gezmeyi de tozmayı da.
İstanbul'dakilerine benzemiyor diye, onların eğlenemeyeceğini mi
düşünüyorlardı. Hayattan bir haber olarak mı görüyorlardı? Oraları bilmez
gibi, Mehmet bile böyle düşünüyordu anlaşılan. Hiç sıra gecesine katılmamış,
bağ bozumu yapmamış, harman zamanına denk gelmemiş, düğün alayına katışmamış
gibi. Damlarda yatmamış, geniş taş avlulara uyanmamış, bir büyük bahçeyi
sulamamış, pekmez teştlerinde kalan artıkları, mahallenin tüm çocuklarıyla
parmaklamamış gibi. Yaz tatillerinde geldiğinde, ağaçların tepesine tırmanmaya
ata binmeye ısrar etmemiş, közde patates pişirmemiş, Ayşe Nenenin masallarıyla
uyumamıştı sanki. O içerlemeyle Mustafa Abisine telefon açmıştı. Mehmet'in
söylediklerini söylememişti ama, söylediğine, söylediklerine çok incinmişti.
Telaffuz ettikleri parayla, evden harçlık almadan son sınıfa kadar
okuyabileceği, çektiği sıkıntıya karşılık abisinin tepkisini de etkilememişti.
"Sen bilirsin," demişti. "Çok istiyorsan iyi düşün ve değeceğine inanıyorsan
dene." Öğreniyordu ki, Mehmet, çoktan aramıştı abisini. "Bırak kız oynasın"
demişti. Abisi, deli dolu bulsa, aralarındaki on yaşa karşın, kendisine "abi"
dememesine de aldırmaz, güvenirdi Mehmet'e.
Bahçede karşılaştığı birkaç tanıdık mühendislik öğrencisine sordu, dörtlerin
bugün dersi yoktu. Doğru, perşembeleri staja gidiyordu Mehmet. Kanadı kırık,
gerisin geriye kantine döndü.
Ekip, Kasım'ın başında gelmişti fakülteye. Yüz arıyorlarmış. Yeni bir yüz.
"Küçük bir rol için," demişlerdi. Başka kız yokmuş gibi ona musallat
olmuşlardı. İznini almadan, hatta kendisine çaktırmadan fotoğraflarının
çekilmesine çok kızmıştı. Hırsından ağlamıştı. Mehmet'in aracılığı ve biraz da
tehditleriyle negatifleri getirip kendisine vermek zorunda kalmışlardı. O
buraya okumaya gelmişti. Başka hiçbir şeyi istememişti. Hele bir filmde
oynamayı hiç aklından geçirmemişti. Hiç hayal etmemişti. Öleceğine inanır da
bir film çekimi için teklif geleceğine inanmazdı. Rüyasını görse hayra
yormazdı. Tekliflerinden dehşete düşmüştü. Korkuyla sinmişti. Hazırlıktan
sonraki ilk yılıydı. İstanbul'a alışamamıştı daha. Güven duygusu
oluşturamamıştı. Dersler ağırdı. Zamanı yoktu. İstemiyordu. Babası duysa
yüreğine inerdi.
Filmciler üzerine üzerine gelmişlerdi
Yönetmenin bizzat gelmesi, okulda olay olmuştu. Artık kötü bir şey
çıkmayacağını anlamış olsa da, saçı sakalı birbirine karışmış yönetmenin yemek
teklifinden ürküp "Hayır" demişti. Rol için ödeyeceklerini söyledikleri dudak
uçuklatan ücretle ilgilenmemişti. Okulda fısıltı, hayranlık ve kıskançlıkla
izlenir olmuştu. Huzuru kaçmıştı. Patlama noktasına geldiğinde, Mehmet bir
daha araya girmiş, yatıştırmıştı. Gülen de kendisine, "sap" dendiği için, bu
kabusu bile isteye göze almıştı.
Mustafa Abisi ikinci arayışında, "Olur," demişti. "Yalnız çok dikkatli ol
kızım, okumanı engelleyecek, bizi sıkıntıya sokacak bir şey çıkmasın. Sen de
Mehmet de ağzınızı sıkı tutun.... Oooo, bayağı iyi paraymış yahu. Ben bir şey
istemem. Yatırırsın paranı bankaya. Aydan aya çeker, faizinden yararlanırsın.
Tamam tamam, ne istiyorsan getir. Bana İstanbul'u getirebilir misin?" Nasıl
gülmüşlerdi iki kardeş. Abisinin sesi, öğrenciliğindeki gibi neşeyle
çınlamıştı.
Gülen'in çekimleri İki hafta ya sürmüş ya sürmemişti. Senaryonun, sadece onun
oynayacağı bölümlerini değil, her tarafını iyi okuması istenmişti. Bütününü
kavramadan, kendi rolünü tam canlandıramayacağını söylemişti yönetmen. İnce
ince bakmıştı tekstlere Gülen. Rolden öte, zarar göreceği bir şey var mı diye
de didiklemişti yazılanları. Bulamamıştı. Sahiden de, doğudan okumaya gelmiş
bir kızı oynayacaktı. Sette, ne Ömer Bey zorlanmıştı ne Gülen. Kendini
oynaması beklenmişti zaten. Masumiyet. Çekingenlik. Ona söylenmese de, bir
parça korku.
Çekimden hemen sonraya denk gelen uzun bayram tatilinde eve tedirginlikle
gitmişti. Gitmese, hem kendisi bu koca şehirde vakit geçiremezdi okul olmadan
hem evdekiler şüphelenirlerdi. Parayı almasına karşın en az hediyeyle
gitmişti. Hep minik hediyelerle giderdi de bu kez çok az olmuştu. Evden aldığı
mütevazı harçlıktan çok, tez yazar, abisinin sınıf arkadaşı olan avukat Filiz
Hanım'ın bürosunda dosyaları düzenler para kazanırdı. Bir de okul kredisi
vardı. Birazcık da harcamasına dikkat edince evdeki herkese iyi kötü bir
şeyler götürürdü. Getirdiği küçük hediyelerle, İstanbul'u görmüş gibi
olurlardı. Korku belası bu sefer getirdikleri gerçekten azdı, özensizdi,
kişisel zevkler, televizyonda görülüp de imrenilen şeyler dikkate alınmamıştı.
Bir tek Salih'inki kallaviydi. Epeydir bir deri ceket istiyordu.
Şüphelenmemişti. Aksine memnun olup, ilk kez teşekkür etmişti. Gülen de
ağzından bir şey kaçar korkusuyla, bayramın üçüncü günü bilet bulunmaz
bahanesine sığınıp İstanbul'a geri dönmüştü.
Aradan zaman geçip derslere, ödevlere, sınavlara dalınca bir filmde oynadığını
bile unutmuştu. Bir ara aklına geldiğinde de, Belki Türkiye'de bile
oynatmazlar, Avrupa'da gösterime girdiğinde de haber verirler diye düşünmüş,
kafasından çıkarıp atmıştı. Atınca da böyle gafil avlanmıştı. Ne yapacaktı
Şimdi?
Allah'ım! Hiçbir şey onu kurtaramazdı artık.
Başı dönüyor midesi bulanıyordu. Kantinin plastik sandalyesi, çivili bir
işkence oturağına dönmüş her yanını acıtıyordu. Dizlerinin kendini
taşıyacağına güvenemiyor, kalkıp gidemiyordu. Eve gidip yorganın altına girip,
bir daha çıkmamak istiyordu.
Ah! Ah! Oya. Deli kız. O soyunmuştu mutlaka? Ondan başka kim yapabilirdi ki bu
pervasızlığı? Nasıl çırılçıplak durabilmişti bu kız, o kadar adamın
karşısında? Nasıl poz verebilmişti? Binlerce kişinin seyredeceğini bile bile,
nasıl her yerini açabilmişti? Neden göstermek istemişti ki vücudunu? Kim
bilir? Sıradan çekimlere bile yarı çıplak gelip, erkeklerle teklifsiz konuşan
bir kız niye böyle pozlar vermeyeydi ki? Ah be Oya. Kendisini rezil ettiğin
yetmedi, beni mahvettin. Ya yönetmen? Ömer Bey? Hani hiçbir şey olmayacaktı?
Böyle bir filmde oynadığım için gurur duyacaktım. Ömür boyu müteşekkir
kalacaktım sana.
Mehmet, Mehmet gel de temizle şu işi n'oolur. Şimdi sen de, "Ne varmış
afişte?" dersin mutlaka. "İnsan vücudu doğaldır, kızın pozunda çirkin bir şey
yok" dersin. Ben de biliyorum çirkin ve adi olmadığını. Ama mahremdir vücut.
Bir kızın vücudu, en mahrem şeydir bizim oralarda. Kendisinden bile gizler
kızlar bedenlerini. Sana anlatamam ki bunu. Anlayamazsın.
Arkadaşları sınav çıkışı tek tek geldiler. Kendilerince; "üzülmemesi,
afişlerin ilgi çeksin diye böyle sunulduğu, bu açıdan muhafazakar bir afiş
bile sayılabileceği, hangi çağda yaşandığı, kızın uzun saçlarının sırtının
yarısından çoğunu örttüğü, onun saçlarının afişteki kızın saçlarından farklı
renkte ve dalgalı olduğu, filmin üç büyük şehirde bile zor gösterileceği,
canını sıkmaması, üzülmemesi" gibi sözlerle teselli etmeye yönelik cümleler
kurdular. Aylin onu, hem tüm dairelerinde hemşehrilerinin oturduğu için hem de
okula yakın olduğu için tercih edip kiralanan apartmandaki evine götürdü.
Çorba yaptı, içirdi. Yatırdı, Gülen tavana, kendisi ona bakarak yanında
sessizce oturdu ve son derse yetişebilmek için koşa koşa gitti.
Yalnız kalan Gülen gözlerini kapatır kapatmaz, Salih yine geldi. Babasını
sokakta çocuklar taşladılar, annesi yataklara düştü, bir mahkemede hakim,
Mustafa Abisinin yüzüne tükürdü. Çığlıklarla fırladı yerinden. Yatağın içinde
tortop oldu oturdu. Karşıdaki boş duvara takıldı kaldı bakışları. Gözünü
kırpmadı. Kırpamadı.
Telefonunun çalışıyla sıçradı. Diken diken oldu. Mustafa Abisinin sesini duyar
duymaz da ağlamaya başladı. Karşı taraftan abisinin endişeli sesini duyuyor
ama cevap vermeye güç bulamıyordu. Bir an kapatmayı bile düşündü, abisinin
endişeden deliye döneceğinin farkına varıp vazgeçti. O anda, o telefon
konuşmasını yapmamayı çok isterdi. Sesini toparlayıp, "Abi...Yok bir şeyim.
Bir şey olmadı. Filmin? Oynadığım filmin afişi. Adımın yanında bir kızın
fotoğrafı var. Çıplak. Yok yüzü değil sırtı. Sırtı. Kocaman yazmışlar. Evet
öyle demişlerdi. Tamam arayıp sorarım. Olur. Tamam, tamam. Sağ ol abi. Çok sağ
ol"
Mustafa Abisinin, "Bir yolu bulunur elbet, sen canını sıkma," tesellisiyle
biraz avunur gibi oldu .
Uyuyup, unutmak istedi. Bir cesaretle kapattı gözlerini. Bu kez Salih'in
yoktu.
Salih, İbrahim Peygamber olmuştu. Başında bekliyordu bu kez. Bir taşın
üzerinde gözleri bağlı yatan da, İsmail değil kendisiydi. Gözleri bağlıydı ve
boğazına değen bir bıçağın soğukluğunu, yine görmediği halde hissediyordu. Bu
soğuklukla bekledi uzun süre. Artık gözlerini açsa da bir şey değişmiyordu.
Gökyüzü konuşmuyordu. Kendi yerine kesilecek bir kurbanlık koyun
göndermiyordu.
Bile isteye gözlerini kapattı, Gülen doğrandı.
Kendi çığlığına fırladı yine. Korka korka baktı arayan numaraya. Mehmet'ti
telefondaki, "O yönetmenin de, filminin de, " diye başladı. "Korkma" diye
sürdürdü. "Ben Mustafa ile konuştum. Hazırlan geliyorum," diye sonlandırdı.
Gülen ne olduğunu anlamadı ama kalktı yıkandı, giyindi, ne yerleştirdiğini
bilemeden bavulunu hazırladı. Mehmet geldi. Gideceklerdi. Mehmet Gülen'i,
sevgilisi Tuğçe'nin iki arkadaşıyla paylaştığı eve yerleştirmeye götürecekti.
Ondan sonrası Allah kerimdi. Mustafa ile şimdilik böyle bir çözüm bulmuşlardı.
Çıktılar. Bir taksi bulmak için, evin önündeki yokuştan aşağıya doğru
yürüdüler.
Gülen ilk adım attı, annesini yitirdi bir adım attı babasını, bir başkasında
kardeşlerini, nenesini, dedesini, odasını, evini, mahallesini, şehrini,
çocukluk hayallerini, oyunları, türküleri, ağıtları, masalları, anıları,
özlemlerini, hayallerini, geleneksel bilgeliği, geçmişi bıraktı.
Artık baskısız, korkusuz bir hayat yaşayacaktı. Can güvenliği olan, baskısı
olmayan, özgürlüğü olan, geçmişi olmayan bir hayat. Kısa etek, dar pantolon
değil çıplak bile dolaşabilirdi artık. Geceleri sokaklarda dolaşabilir,
kahkahalarla gülebilir, istediği insanla istediği yakınlığı kurabilirdi. Bira
bile içebilirdi. Tam bir İstanbullu olabilirdi.
Artık özgürdü.
Mutlu değildi ama özgürdü.
Özgür kız gibiydi, özgür ve köksüz.
Gülen adımlarını boşluğa doğru attı.
Gülen'in cep telefonu çaldı. Mustafa Abisi bir an yalnız bırakmıyordu. Destek
değildi arama nedeni, önemli bir haberi vardı bu kez. Hiçbir yere gitmesindi.
Salih, filmin afişini göreli çok olmuştu. Ve tam günüymüş gibi akşamüstü
büroya gelip, kendince, öğrendiği bilgiye, abisini hazırlamaya çalışmıştı.
Anlaşılan uzun süre düşünmüş, nasıl anlatabileceğini kurgulamaya çalışmıştı.
Arkadaşı uyarmıştı. Kız kardeşlerinin adı, açık saçık bir sitede açık saçık
bir afişte yazıyordu. Tabii ki bir isim benzerliğiydi. Yine de yanlış anlama
olmaması için kimseye söylememek daha iyiydi. Kendileri için kız kardeşlerinin
isminin böyle şeylerde benzerlikle de olsa geçmemesi hayırlı olacaktı.
Babaları hiç haberli olmasa da olurdu. Kendisini böyle sitelere girmezdi ki.
İnternetten anlamıyordu zaten. Çet met onun işi değildi. Arkadaşı görmüş,
arkadaşı söylemişti. O da onu susturmuştu. İş bitmişti.
Sessizce birbirlerine sarıldılar.
Mehmet, Gülen'i eve bıraktı ve gitti.
Gülen güzel bir uyku çekti.
O günden sonra, saçlar da kesildi, dar bluzlar da giyildi, sinemaya da
gidildi, Taksim'e de çıkıldı. Az az yapıldı. Sindire sindire yapıldı. Mutlu
olunacak kadar yapıldı. Ama yapıldı. Çocukluğunun elinden bırakmadan
özgürleşmeye özellikle çaba gösterdi Gülen. Çabaladıkça kendini daha iyi
hissetti. Tatillerde gittiği memlekette, evde kimse yadırgamadı yenilenen
halini. Oynadığı filmi de gidip izledi. Çok beğendi. "İyi ki çekmişim" diye
düşündü.