SONBAHARDA KÖREBE


güven tunç















 

içindekiler

 

 

 

 

AKSAK RİTİM BİR GECE


Dum dum tak tak tak tak tak.
Dum taka dum tak tak tak tak.
Takatak tak tak tak tak.
Takatak takatak.
Tak tak.
Tak.
Tak.
Tak.
Es


Alkışlar, alkışlar, alkışlar.

Kaptırmış gidiyordu az kalsın. Çığ gibi kopan alkışlar uyandırdı. Uyandı ama, İlhan o anda ne New-York'taydı, ne bu görkemli salonda, ne sahnedeydi, ne kendindeydi. O artık kendisi bile değildi. Tepeden tırnağa ritim kesmişti. Acının, gözyaşının, aşkın, sevincin, neşenin ritmi. O şimdi nabızda atan hayatın ritmiydi.


Bir ara, diğer müzisyenlerin arasında seyircileri selamlarken buldu kendini. O yol göstermişti, onlar çağlamıştı, onlar çağlamıştı, o izlemişti. Siyaha bürünmüş arkadaşlarının arasında beyaz giysileriyle bir dal gibi süzülüp titriyordu. Akıl almaz bir girdaba batıp batıp çıkıyordu. Ruhundaki yüksek gerilim, kömür karası gözlerinden seyircilere akıyor, alkışlar dinmiyordu. Seyirci coşmuştu bir kez. Dayanamayıp bir daha eğiliyorlardı, bir daha, bir daha.

Başlı başına bir proje olarak tasarlanmış bu tek konser için aylar öncesinden başlayan hazırlıklar, mailler, telefonlar, ülkelerarası gidiş gelişlerle yapılan görüşmeler, oluşturulan repertuar ve buluşma. Günlerce gecelerce süren provalar, repertuarda yapılan küçük düzenlemeler, yorgunluk, hırs, azim, ter, heyecan. Hepsine değen bir performans. Sahne gerisinde tebrikler, teşekkürler. Fotoğraf makineleri, kameralarıyla yarın, öbürgün New-York'da hiçbirini bulamayacaklarını, herbirinin başka bir coğrafyaya dağılacağını bilen bu yüzden de ağızlarından bir iki sözcük kapmaya, randevu almaya, röportaj koparmaya çalışan gazeteciler, imza isteyen insanlar. Oysa hepsi çok yorgun. Yakasını kurtarabilen doğru soyunma odasına.

Bir tek İlhan soyunma odasına gitmedi. Kendisine yetişmeye çalışan menajeri koşturarak, uzun koridordan geçip arka kapıya yürüdü. Kapının önünde durup menajerinden, konserden önce teslim ettiği cüzdanını, kağıtlarını, telefonunu aldı ceplerine yerleştirdi. Yüzüğüyle saatini taktı, gözlüğünü eline aldı

-Biraz dolaşacağım.
-Okey
Sokağa çıktı ve bir taksiye işaret etti

-Ceyefkey


Ağzından çıkanı kulağı çok sonra duydu. Yapabileceği hiçbir şey yoktu artık. Ruhunun rüzgarına kapılmıştı bir kez. Kurtuluşu olmazdı, biliyordu.

Köpekler gibi sarhoştu, köpekler gibi. Köpekten ne farkı kalmıştı ki. Bu haliyle gitse Raziye hayatta eve almazdı. Uzun zamandır yatağına da almıyordu zaten. İş yoksa Hasan ne yapsın? Gitmişti işte, kırmızı saten gömleğini giymiş, papyonunu takmış, saçlarını ıslatıp taramış, sanatını sanaatkarlığını çiğneye çiğneye bütün meyhaneleri, barları, pavyonları, salonları dolaşmıştı tek tek. Otellere bile bakmıştı. Yanında kemanı, klarneti olmadan kimse istemiyordu. Büyük oğlanı askere alsınlar diye Hasan mı zorlamıştı? Abisinin kemanını satıp da parasını İstanbullu karılarla yemeyi Hasan mı tembihlemişti küçüğüne? Ortancaya, market kapısını zorlayıp da hapislere gir mi demişti? Ya Filiz'i, biricik kızı, gözünün nuru Filiz'i, o çulsuz Selim'e Hasan mı kaçırtmıştı? Hasan da Raziyesi'ni kaçırarak almıştı ama öyle mi yapmıştı? Bir kötü söz bile söylememişti, kırmamıştı. Hasan'ın ne suçu var? Güllü'ye baktıysa gözü kör olsun. Ah be Hasan. İşte böyle cascavlak gecenin köründe, dışarlarda, köpekler gibi kalakalmıştı.Utanmıştı sokaklarda başı önünde dolaşmaktan. Eve de girememişti. Ani bir kararla veresiye defterine yazdırdığı şişeleri kaptığı gibi yürümüş, yürümüş tarlaları aşıp, atmıştı kendini suyun kenarına. Ne kadar içtiğini bilmiyordu. Kah ağlayıp kah ağlamaktan beter gülüyordu. Yanlamasına uzandığı söğüt altından, kolunu uzattığında suya ulaşıyor bir avuç alıp yüzüne sürüyor, ağzını çalkalayıp tükürüyordu. Daha sonra yıldızlara bakıp " Hasan ne yapsın? " diye soruyordu. Ne bu yaptıklarını biliyordu ne kolunun altındaki dümbeleğini kederle çalıp durduğunu.

İlhan, geceden geceye geçtiğini anlamadı. Atatürk Havaalanı'na indiğinde takviminden olmasa bile ömründen bir gündüzü atladı. Anlasa da umursamazdı. Havaalanlarında tanıyanlar çıksa da kimse görgüsünden sesini çıkarmadı. Onun da beyaz kostümüne bağlı olmayan bir acelesi vardı. Satın alınabilecek çoğu şeye yeten kredi kartından çok, beğenilmeye alışkın olmaktan gelen zerafeti nedeniyle hiç zorluk yaşamadı. Şoförlü bir beyaz kadillak kiraladı. Yola çıktı. Yollar, yollarda canlanan anılar, anlar oldu. Şehre uçarcasına vardılar. Baba yadigarı olarak kapısının, ışığının açık tutulduğu, ablasının senede bir ay gelip kaldığı evlerinin önünden, ilk gittiği okulun yanından, Aysel'i öptüğü sokağın başından geçtiler. Hiçbirinde "Durun" demedi. Ne zamanki şehrin dışına çıktılar, ay dede yüzünü gösterdi, yıldızlar parladı, taş köprüye geldiler, arabayı durdurdu.

-Beklememi ister misiniz efendim?
-Hayır teşekkür ederim.

Geceye, rüzgara ve su sesine teslim olup ağdı suyun kenarından tarlalara doğru.


İç Hasan iç.

Dikti kafaya şişeyi. İçerken şarabın bir kısmı dudağının kenarından aşağıya, boynundan gömleğine damlıyordu. Artık ne ağlıyor ne gülüyor ne gökyüzüne bakıyordu. Sadece çalıyordu. Tüm ömrü parmaklarından, gerilmiş deriye, gecenin içinden geçip akıyordu. Bir yudum daha almak için uzandı. Şişenin gerisinden kendine doğru süzülen beyaz silueti farkedince yarı aralık gözleri fal taşı gibi açıldı.
Dondu kaldı.
Mezarlık yoktu ki yakınlarda.
Hızır olabilir miydi? hemen ağzına bir yudum su alıp çalkaladı. Yok be ya. Böyle uzunca, kıvırcık saçlı, gençten bir adam değildi ki Hızır. Doğruldu. Kafanı topla Hasan. Hırlı mı hırsız mı anla. Ne vardı ıssız yerlerde ziftlenecek. Gitti kocan Raziye. Hasan'ın helvasını kavurursun artık.

-Merhaba.
-Merhaba.
-Biraz oturabilir miyim?
Oturma de Hasan, oturma de.
-Buyur otur paşam.
İlhan rahatça, bağdaş kurup oturdu. Hasan nerdeyse gömleğini çıkarıp verecekti o güzelim elbise kirlenmesin diye.
-Devam eder misin?
Hasan anlamaz gözlerle baktı. İlhan darbukayı işaret etti. Hasan birkaç kuruş kazanma umuduyla
-Ne istersin? Ne çalayım sana?
-İçinden nasıl geliyorsa öyle olsun.
Hasan tedbirli davranıp düğünlerde çaldıklarından başladı. Toparlanmıştı biraz. Bildiği oynak kıvrak ne varsa geçiyordu bir bir. İlhan sırtını ağaca yaslamış, bakışları zamanı ve karanlığı delercesine uzaklarda, dinliyordu.

-Biraz da ben çalabilir miyim?

Hasan dudağının kenarıda bir gülümsemeyle uzattı. İlhan hafif dokunuşlarla usul usul başladı. Hızlandı yavaşladı, kıvrandı duruldu, coştu coşturdu. Hasan hayretler içinde kaldı, inanamadı. Beğendi. Resti gördü. Hırslandı.

-Ver bakayım şunu bir.

Önce atları koşturdu, yordu, dinlendirdi. Sonra büyük bir fırtına çıkardı, rüzgara çevirdi, melteme döndürdü, yağmur yağdırdı, güneş açtırdı.

-Abi çok iyisin ya.

Hasan mütevazı,

-Sen de iyisin.

İlhan'a yeni bir şişe açıp uzattı. Kendi içtiğinden vermemişti. İlhan'ı, başka bir dünyadan gelmiş kadar uzak, aynı sokakta büyümüş kadar yakın hissetmesinden çok, insanın kendisiyle yarışan yanının mesafesiyle yapmıştı bunu. İlhan şişeyi teşekkür ederek aldı o dümbeleğini.

Yanlarında çağıldayan dereyi aldı, dağları deldirip şelalelere kattı, denize kavuşturdu, okyanusla buluşturdu.
İlhan dayanamadı bir gökyüzüne çıkardı bir yeryüzüne indirdi, bir cehennem sıcağında yaktı bir huri kucağına bıraktı, bir devrimi ateşledi bir dünya barışını kutladı.

Çaldılar da çaldılar.
Aştılar.
Yorgunluktan düşüp bayıldılar.

İlhan gün doğmadan biraz önce uyandı. kalktı. Kendindeydi artık. Herşeyi biliyor ve hatırlıyordu. İçindeki ateş küllenmiş, fırtına dinmiş, sis dağılmıştı. Hasan'a baktı sonra kendi üstüne başına. Parmaklarıyla saçını düzeltti. Elbisesine yapışmış otları silkti. Saatine baktı. İyi para ederdi. Ama sevgilinin, kadife bakışlı kızın hediyesiydi. Birden onu çok özlediğini farketti. Parmağındaki yüzüğü çıkardı, horlaması arşıalaya çıkan Hasan'ın avcuna koyup elini kapattı. Cep telefonunun şifresini girip açtı. Geldiği yoldan kayboldu.

Hasan öğlene doğru bir eşeğin yüzünü yalamasıyla uyandı. Tarlaya çalışmaya gelenler eşeği seplemişler o da suya doğru gelmişti. Leş gibi kokuyordu üstü başı. Hemen toparlandı. Doğrulurken avcundan otların arasına düşenin bir yüzük olduğunu farketti. Aldı baktı. Geceyi anımsadı, İlhan'ı. Düş olmadığını anladı. Yüzüğü cebine koyarken "Ayıp oldu be. Bir şey istemezdi" diye söylendi. Köylülere görünmeden sazların arasından ana yola çıktı. Pazara kavun götüren bir traktöre el etti. Tüm ısrara karşın, kokusuna kızıp indirmesin diye şoför yanına değil kasasına bindi. Mahallesine yakın bir yerde indi.

Ev süpüren Raziye Hasan'ı kapıda durur görünce bir güzel azarladı. Gömleğinin halini görünce de, hırsını alamayıp ot süpürgesiyle üstüne yürüdü, bir iki tane vurdu. Kocasının direnmemesine, elini tutup engellememesine alındı oturup ağlamaya başladı. Sessiz sessiz, içli içli ağladı. Hasan süklüm püklüm, çaresizce Raziye'sine baktı. Yüzük aklına geldi birden. Cebinden çıkarıp uzattı.

-Çalmadın değil mi?
-Allah korusun kız. Hiç gördün mü yaptığımı?

Doğru söze ne denir. Raziye başını salladı. Başka bir şey sormadı. Yüzüğü aldı, baktı.

-Altın be bu. Taşı da bir şey ama anlayamadım... Bak ne diyorum, bunu bozdursak da oğlanlara yollasak ha?
-Ne yaparsan yap. Ben yüzümü yıkayıncaya kadar temiz üst baş çıkar da şu havuzlu bahçeye bir bakayım. Geçenlerde iş var diyorlardı.
-Su ısıtayım da yıkan o zaman.

Hasan kendi kendine konuşurcasına,

-Sonra da şu Selim'e bir görüneyim. Kızı sahipsiz sanmasın ayı.

Raziye gülmelere kapılmış parlıyordu.

-Gel yıkan önce, gel yıkan.

İlhan,çocukluk evinde, banyosunu yapmış, menajerini arayarak nerede olduğunu bildirmiş, deli çocuklardır beni anlarlar dediği müzisyen arkadaşlarıyla görüşmüş, konser sonrası partide yanlarında olamadığı için özür dilemiş, onları Avrupa'daki evine davet etmiş, uyumuş, uyanmış, havaalanındaki şirketten aynı arabayı istemiş, hafif bir kahvaltı etmiş kahve içiyordu. Herşeyin yedeğini bulundurmakla üstüne kimseyi tanımadığı ablasına şükran duygularıyla üstünü değiştirdi. Fincandaki son yudumu bitirdi. Evde çalışanlarla vedalaştı. Kapının önünde bekleyen arabaya bindi ve kafasında, bu topraklara, bu topraklar gibi olan nice yerlere, Hasan'a, Ahmet'e, Sting'e, Manuel'e yönelik bir sürü projeyle İstanbul'daki eve doğru yola çıktı

içindekiler








 

 

YÜZYIL UYUYAN GÜZEL KADIN


Ayşe ve Ali neredeyse aynı avluya doğdular.

Kentin eski merkezindeki terkedilmiş konaklardan birine, bakılıp korunduğu için üste para verilmesi gereken viranelere, oda oda kira veren ailelerin çocuklarıydılar. Kiminin mutfağı ortaktı kiminin tuvaleti. Avluların başka şansı yoktu. Kaç hane sığarsa sığsın, avlusu ortaktı bu konak bozması evlerin. İkisinin de babası, bu kente başka köylerden başka kasabalardan, iş bulmaya gelmiş, bulunca ailelerini de getirmişlerdi. Pek uyanık olmadıklarından, bir hazine arazisi çevirmek, bir kondu oturtmak yerine bu semte düşmüşlerdi. Kanaatkar adamlardı. İşlerine yürüyerek gider, yemeklerini sefertasında taşırlardı. Biri Gar'da biri Opera'da yardımcı hizmetler sınıfındaydı. Çok çocukları vardı. Bir tek en küçükleri, Ali ve Ayşe yaşıt sayılırlardı.

Ocaklarına incir ağacı dikilmiş bu semtin keyfini en çok Ayşe ile Ali çıkardılar. Abileri okul, kurs, iş, ablaları evlilik gailesiyle uğraşırken onlar, tepelerden uçurtma, çatılardan güvercin saldılar gökyüzüne. Sokakları, kör kuyuları, kırk odalı hanları keşfettiler. Kimselerin bilmediği harabelere girip, kimselerin bilmediği ağaçların meyvelerini yediler. Ayşe, Ali'nin peşinde koşmaktan hiç evcilik oynamadı. Bebeği, salıncağı olmadı hiç. Gazoz kapaklarını, bilyeleri sevdi hep. Yakan topta, kukada yenilmedi, saklambaçta bulunmadı. Annesi, dizlerine tentürdiyot sürmekten, ellerinde oluşan çatlakları kremlemekten yoruldu. O yorulmadı.

Ayşe, Ali'yi çok sevdi.
Ali de kendince Ayşe'yi.


Okula başlayıp, okumayı söktüklerinde, Ayşe kavradıklarına inanamadı. Onu ve Ali'yi anlatan bir kitap okutuyorlardı okullarında. ''Ali topu at.'' ''Ayşe topu tut.'' Okul, arkadaşlıklarını, birbirlerini sevmelerini öyle beğenmişti ki, ikisi için kitap bile yapmıştı.
Alfabe'yi kutsal bir kitap gibi taşıdı yıllarca. Gerçeği öğrendikten çok yıllar sonra bile atamadı.

Babaları, bu koca kentte kendilerine ve ailelerine sahip çıkma paniğinin baskısını, büyük çocuklarında epeyce denediklerinden, küçükleri rahat bıraktılar. Ayşe, bu olanakla, çocuk yaşta başının bağlanmasından kurtulup, okumayı sürdürebildi. O okudukça, yaşıtı olan akraba çocuklarının görücü gönderme cesareti kırılıp kırılıp gitti.

Ayşe, ortaokulu, liseyi hep Ali'yle aynı sırada oturarak bitirdi. Lise ikinci sınıfta oğlanın biri, Ayşe'nin sırasına bir mektup koydu. Mektubu Ali buldu. Oğlanı bir güzel dövdü. Ondan sonra kızın yanına, okul çevresinden yanaşabilen olmadı.

Üniversite deyince, Ayşe'nin babasının biraz kafası karışır gibi oldu. Kız kısmı nereye kadar okurdu ki ? İmdada, evlendirilen ablalar, kenti anlamış abiler yetişti. Ali'nin babası da destekledi. Ayşe olmasa, hayta oğlunun böyle düzgün okuması mümkün olmazdı. O da oğlu okusun istiyordu. Mühendis olsun, doktor olsun, hakim, savcı, müdür önemli bir şey olsun yani. Hem Ayşe delikanlı kızdı.

Ayşe tıbbı, Ali hukuğu kazandı.

Ayrı okullar. Ayşe'nin bu işe çok canı sıkıldı. İlk kez ağladı. Ali zafer sarhoşluğu içinde. Ailesi, komşulara kutlama yemeği verdi. Arkadaşları Ali'yi, kızlara söylenmeyen gezmelere götürdü.

Ali, akşamları arkadaşlarına, cumartesi, pazar ise fakülte kütüphanesine, ders çalışmaya gidiyorum diyordu.
Neşeli bir telaş içindeydi. Telaşına rağmen bazı akşamlar avluda bazen aileleriyle bazen yalnız sohbet edebiliyorlardı. Yalnız oturduklarında, herhangi bir sıkıntısı olduğunda, kendisine gelmesi konusunda kızı içtenlikle tembihliyordu.
Oğlanın o kadar çalışmasına rağmen okul uzadıkça uzuyordu. Onun çalışma dediği şeyin eğlence olduğu ortaya çıktı. Babası dahil kimse ses çıkarmadı. Neşe bu çocuğa yakışıyordu.

Durumları düzelen aileler, babalarının emekli ikramiyelerini de birikmişlerine katarak, annelerinin beğendiği semtlerde ev alıp taşındılar. Araya bir ayrılık daha girdi.

Ayşe okulu bitirdiğinde, Ali alt sınıftan kaç dersi kaldığını bilmiyordu. Ayşe uzmanlığını tamamladığında ancak Ali okulu bitirebildi. Ayşe gelen kısmetlerin hepsini geri çeviriyordu. Çok yürek yaktı ama kimseye, laf olsun diye umut vermedi

Ali, askere gitti. Ayşe gizli gizli ağladı. Maaşının bir kısmını, aylık aldığını bile bile Ali'ye harçlık diye yolladı. Yalnızlık ve şükran dolu mektuplar aldı.

Ali askerden gelmeden Ayşe ona, aslanın ağzında olan işlerden aradı. Ayarladı. Ali geldiğinde, o işe girdi. Bir akşam Ayşe'yi yemeğe götürdü. Çiçek aldı. Candan teşekkürlerini sundu.

Üç yıl sonra Ali, aynı şirkette çalışan bir kızla evlendi. Sermin, Ayşe'yi ablası bildi.
Ayşe, hiç gizlemeden sokaklarda ağladı.

Ali'nin çocuğu oldu. Ayşe çocuğu da çok sevdi.

Ali kendi şirketini açtı, ihalelere girdi. İşlerini büyüttü. Yazlıklar, kışlıklar edindi. Çevresindeki herkesi kolladı. Ayşe'leri tatillerde ağırladı. Politikaya bulaştı.

Bir gün Sermin, Ayşe'ye ağlayarak geldi. Ali'nin genç bir sevgilisi vardı.
Ayşe en çok buna ağladı. Amerika'dan gelen araştırma teklifini ciddi ciddi düşünür oldu. Ama gitmedi. Gitti kendine eski mahalleden restore edilmiş büyük avlulu bir ev aldı. Anne babasını da toparlayıp taşındı. Bir kaç eski komşu bulundu. Avluya çiçekler ekildi. Kongreler için gidilmiş dış ülkelerden alınan süs eşyaları, açılıp yerleştirildi. Eski mahallede yeni bir düzen kuruldu.

Yıllar geçtikçe Ali'nin sevgilileri, yaş ortalamaları düşerek arttı. Ayşe ağlayamıyordu artık. İçi uyumuştu. Uyuşmuştu. Ali kalp krizi geçirdiğinde bile ağlayamadı. Mesleğinin gereğini yaptı. Acılarını dindirdi. Serminle nöbetleşe başında bekledi. Çorbasını kaşık kaşık yedirdi. Sağ ve esen teslim etti ailesine. Herkes kendi hayatına döndü.

Sermin bir gün gelip boşanmak istediğini söyledi. Ayşe buna hiç tepki vermedi. Boşandılar. Ali geceler boyu gelip Ayşe'ye ağladı. Boşanma değildi derdi. Yalnızlık, mutsuzluk. çıkışsızlıktı. Ne yaparsa yapsın hayatında hep bir şeyler eksikti. Çocukluklarını, bu mahalleyi, sıcaklığı, sadeliği özlüyordu. Ayşe onun için, Sermin'den de, kız kardeşlerinden de hep daha yakın olmuştu. Onun bu derdine bir çare bulmalıydı. Ayşe sadece dinliyordu. Ali bir kaç ay sonra yine genç bir sevgili buldu. Gelmelerinin arası giderek aralandı.

Önce Ayşe'nin babası öldü. Ali, yurt dışında olmasına karşın cenazeyle ilgili hiçbir işi onlara bıraktırmadı. Her gün arayıp Ayşe'yi teselli etti. Yanında olamadığı için üzüntülerini bildirdi.Gelince de önce onların evine koştu. Minnetle karşılandı.

Ali güzel bir pazar günü haber vermeden Ayşe'lere gitti.. Kapıyı çaldı, açan olmadı. Mandalı indirdi, kapı açıktı. Girdi. Ayşe, avlunun ortasında bir koltukta, yüzünü güneşe vermiş uyuyordu. Ne kadar güzeldi . Aşık olduğu kadın buydu işte. Nasıl olmuş da bunca zamandır fark edememişti. Yıllardır çeşitli bedenlerde, tenlerde aradığıydı bu kadın. Kalbine çocukluğunda yerleşmiş ve hiç silinmemiş bu yüz, bu kirpikler, bu dudaklar. Ali usulca yaklaştı ve her şeyi göze alıp Ayşe'nin dudaklarına bir öpücük kondurdu. Ayşe uyanmadı. Bir kez daha korkuyla denedi. Ayşe uyanmadı. Ali tüm cesaretini kaybetti ve aceleyle çıkıp gitti. Aslında uyanmıştı Ayşe ama içi uyuyordu. Ali'nin arkasından gözlerini açıp, tekrar kapattı.

Avlunun bir köşesinden bu kadar olayı seyreden masalcı teyze dayanamadı. Ayşe'nin başucuna dikilip, omuzlarından sıkıca bir sarstı. Ayşe silkelendi. ''Kalk bakalım kızım, kalk'' dedi,
''Şimdi prens beklemenin sırası mı? Kalk hadi. Kalk ve hayata katıl.''

Ayşe uyandı.

içindekiler










KİMSE YOK MU


O gün de, çoğu zaman olduğu gibi işlere ne kadar daldıysa, akşamın olduğunu, insanların binayı yavaş yavaş terk ettiğini, kapıların kapandığını fark edemedi. Başını dosyalardan kaldırdığında karşısındaki saatten vaktin epey geç olduğunu anladı. Bugünlük yeterdi. O mu kurtaracaktı? Sandalyenin arkasına astığı ceketini sırtına geçirdi. Masayı bir parça topladı. Kül tablasını boşalttı. Sigarasını çakmağını ceplerine tıkıştırdı. Işığı kapattı. Odanın kapısını kilitleyip anahtarı koridorun başındaki anahtar dolabına astı .

Koridorda in cin top oynuyordu. Rasim'le , Kenan'a seslendi. Odalarının ışığı yanmıyordu ki sesleri de çıksın. Gitmişlerdi. Belki söylemişler o duymamış belki söyleseler izin vermez, bekletir korkusuyla tüymüşlerdi. Kızdı. Kimseye güvenemeyecek miydi? Öylesine bırakıp gitmişlerdi işte. Bunlar da arkadaş olacaklardı. Teşkilat olacaklardı

Söylene söylene asansörün önüne gelip düğmesine bastı. Asansör kımıldamadı. Bir daha bastı yine tık yok. Mesai bitti, artık kullanılmayacak diye kapıyı açık bırakmış olmalıydı güvenlikçiler. Bu huylarına çok gıcık kapıyordu. Merdivenlerden inecekti şu yorgunluğuyla. Sanki her işi düzgün yapıyorlarmış gibi saat altı buçuğu biraz geçse asansörü hemen iptal ediyorlardı. Kat kapısına vardı. Kolu çevirdi açılmadı. Kapıyı da mı kilitlemişlerdi bu hıyarlar? İş çıkarmışlardı başına akşam akşam yani. Sanki her işi usulüne uygun yaparlarmış gibi. Kapıları kapatıp rahatlarına bakıyorlardı aslında. Sorsan da genelge böyle derlerdi tembel pezevenkler. Yine söylene söylene gidip anahtarı dolaptan aldı. Oda kapısını açtı, lambanın düğmesine basıp önce özel kalemi aradı. Birileri mutlaka olurdu. Yanıt alamayınca makam katında kimsenin kalmamış olduğunu anladı. Bugün işleri erken bitmişti anlaşılan beyefendilerin . Belki idari işlerden birileri kalmıştı. En azından Süleyman . Yok, o da cevap vermiyordu... Bir şeyler mi dönüyordu ortalıkta ondan habersiz? Bilmediği bir toplantı mı vardı dışarıda? Öyle olsa Süleyman söylerdi. Emin çocuktu. Cepten Süleyman'ı aradı telefonu kapalıydı.

Güvenliğin telefonunu çevirdi. Bekledi. Bekledi. Duymuyorlardı. Duymamazlıktan geliyor olabilirler miydi?. Yapmasına yaparlardı bu puştlar da, ona yapamazlardı. Korkarlardı. Hepsini sıraya dizip bir güzel tokatlayacağını bilirlerdi. Güvenlik müvenlik dinlemezdi. Maaşlarını almaları bile onun imzasına bakıyordu. Kasım'a da benzemezdi o. Onu Kasım'ı beklettikleri gibi iki saat buralarda süründüremezlerdi. Güvenlikçiler kim oluyordu?

Kim bilir nerelerde tıkınıyorlardı. Kurum içi rehberden yemekhanenin numarasına baktı. Orayı aradı. Yok, orası da cevap vermiyordu. Aklına şoförler odası geldi. Orayı çevirdi. Oradan da ses seda çıkmadı. Canı sıkıldı. Nereye savuşmuştu bu adamlar. Katlarda olmalıydı hıyarlar. Hepsi birer daire başkanının odasına kurulmuş, nereleri arıyorlardı Allah bilir. Şunların başına adam gibi bir adam verememişlerdi ki görsünler. Gidip kat kapısına serçe vurdu, bir daha bir daha. Boş binada ses yankılanıyor ama gelen giden olmuyordu. Böyle olmayacaktı. Odaya, telefonun başına döndü. Ama ahizeyi kaldırmadı. Hangi cehennemdeyseler yerlerine dönmeleri için biraz beklemek gerekiyordu. Bunların her saat başı olmasa da bir saat kurma zamanları vardı. "Yakalarsam şap şap, " diye düşündü öfkeyle.

Aslında ne beklemeye tahammülü vardı ne oturmaya ne dolanmaya. Kapıyla, telefonla uğraşmak da içinden gelmiyordu. Ama bir an önce de buradan kurtulmak istiyordu. Bilmeden kendini o kadar yormuştu ki akşam planını bozmaya bile aklından geçiriyordu. Hiçbir şey yapmadan eve gidip bir duş alıp televizyon karşısında uyumaya bile razı oluyordu

Ayaklarını sürüye sürüye bir daha kapıya gitti. Vurdu vurdu duyuramadı. Öfkeyle döndü. Aklına geldi daire başkanlarının telefonlarını da aradı. Yok. Orada da değillerdi. Süleyman'ı bir kez daha aradı. Yine kapalıydı. Kenan'la Rasim'e de kızgındı. Aramayacaktı. Yoksa yataklarından kaldırmayı iyi bilirdi onları

Artık yorulmuş teslim olmuştu. Biraz sakinliğe ihtiyacı vardı. Yoksa camı çerçeveyi kıracaktı. Masasının başına geçip oturdu. Biraz düşünmeli serinkanlı bir plan yapmalıydı. Adamlara kızmanın şu anda kendine bir yararı yoktu. Binadaki varlığı bu salaklarca fark edilene kadar buradaydı. Diğer seçeneği aklına bile getirmek istemiyordu. Bir sigara yaktı. Ağzı, yoğun bir günün içinde sürekli çay, kahve ve sigara içmekten zehir gibi olmuştu. İçemeyip söndürdü. Karnı da acıkmıştı. Çekmecelerini karıştırdı.. Hiç bir şey bulamadı. Ahmet'inkinde de bir şeyler olmazdı. Yemekle, içmekle, gezmekle, hayatla ilgisi olmayan kıldan tüyden bir adamdı. Nazmiye hanımın dolabını açtı. Kilitsizdi. Hem kendisi söylerdi bir şeylere ihtiyacınız olursa dolaptan alın diye. Özel bir eşyası olsa kendisi "Açın alın " demezdi herhalde. Kağıt topları, kalemler, delgi, silgi, ataç ve toplu iğne torbaları ne varsa sokuşturmuştu kadıncağız. Tedbirli kadındı. Hah işte ! Alt gözde yiyecek bir şeyler vardı. Aman ya onlar da hazır kek, bisküvi, kraker, gofret türüydü . Yiyecek bile denmezdi. Hiç sevmezdi ki böyle şeyleri. İnsanın ağzına sıvanıp saatlerce uğraştırır, karın da doyurmazlardı. Bir tek çocuklar severdi herhalde böyle şeyleri, bir de rejim yapan kokana kadınlar. Yan tarafta pörsümüş bir salatalıkla bir de domates gazeteye dolanmış duruyordu. Bir parça ekmekle peynir olsa ne olurdu sanki ? Biraz daha arandı ama başka bir şey bulamadı.

Kaderine razı olup domatesle salatalığı masasının üstüne götürdü. Akşam için yaptığı programı hatırlayınca buldukları ne kadar zavallı görünüyordu gözüne . İşten çıkınca Sakarya'ya gidecekti. Soğuk bira, bol keççaplı patates kızartması yanına bir porsiyon sosis tava isteyecekti. Kadınları düşünecekti. Güzel kadınları. Bakışı güzel kadınları. Sonra da hayallerinin kucağında eve gidecek güzel bir uyku çekecekti. Sabah mesaiye zamanında gelip onunla karşılaşabilecekti. Allah kahretsin üç paralık keyfini mahvetmişlerdi.

Bütün sinirleri ayaklandı. "Sakin ol oğlum, sakin ol" diye kendine nasihat etti. Domatesle salatalığı aldı. Masanın gözünde dün ısmarladığı yemekten kalan küçük tuz paketlerinden vardı. Gözünü karartıp bir de kraker paketi açtı. Sebzeleri, yıkanmış olduğunu varsayarak ısıra ısıra yedi. Krakeri içi almadı. Ama paketi kaldırmadı da . Belki ilerleyen saatlerde ihtiyacı olabilirdi. Bu düşünce onu yeniden tetikledi aklına gelen bütün iç hat numaraları tek tek aradı . Herhangi bir yanıt almadı.

Evi, karısını aramak geçti bir ara aklından. Gerek görmedi. Alışıktı Melek eve gitmemelerine. Arkadaşlarıyla takıldığında, bekar olanlardan birinin evine gidip oralarda kalmasına alışıktı. Aramamasına sormamasına alışıktı. Başka türlüsü olmuyordu. Alıştırsan hesap sorardı kadınlar. Keşke arkadaşlarıyla olsaydı. Şimdi Kenan'ın evinde olmak vardı. İçerek işyerinden, politikadan, yöneticilerden, kadınlardan konuşarak. Ama onlar bırakıp gitmişlerdi söylemeden.

Genel müdürü arayıp söylemenin tam zamanıydı aslında. Genel müdürlük mecliste, törenlerde, televizyonlarda olmuyordu. İşini iyi yapacaktın önce. Senden habersiz kuş bile uçmayacaktı hiçbir yerde. Tüm personeli tanıyacak hangi görüşte olduğunu bilecektin. Karşıtın olanları gönderip ayıklayacaktın. Tam zamanıydı aslında söylemenin. Bak güvenlikçilerin yerinde bulunamıyor demenin. Ama adam aranmaktan hele böyle nedenlerle aranmaktan hoşlanmıyordu. Aslında hiçbir nedenden hoşlanmıyordu. Arayıp da ilişkiler bozmanın sırası değildi şimdi. Bir dava için gelmişlerdi. Sevmese de bozuşmaları hoş olmazdı.

Yediklerinden midesi ezilmişti. Bir sigara yaktı. Odada biraz dolandı. Pencereden dışarıya baktı. Işıl ışıl parlıyordu şehir. Evlerin, yolların ışıkları mücevher gibi parlıyordu. Önünde panoramik bir çanak gibi uzanan şehrin siluetinden etkilendi. Pencerenin iki kanadını da açtı. Pervaza dayanıp bir tablo gibi sükunet içinde uzanan şehre daldı. Akşamları hiç bakmamıştı demek. Gündüzden çok daha güzel görünüyordu. Onun evi ne yana düşüyordu acaba? Şimdi yatağında uyuyor olmalıydı. İki gündür mesaiye zamanında yetişemiyordu ki görsün. Özlemişti. Yıllardır tanırmış, severmiş gibi özlemişti. Özlemin içini sızlattığını hissetti. İnsan bir başkasına karşı bu kadar zayıf olabilir miydi? Her davranışından anlamlar çıkaracak kadar ilgili, her şeyini bilmek isteyecek kadar meraklı, her bakışından etkilenecek , acı çekecek, sevinçle dolacak, mutlu olacak kadar duyarlı? Kendine asla yakıştıramadığı bir duyguydu bu. Kadın dediğine bu kadar güç tanımamalıydı. Ama elinde değildi. Acaba elinde olamaması mıydı onu bu denli bir kadına akıtan?

Çay içme kararıyla su ısıtıcısını çalıştırdı. Sallama çaya da razı olacaktı . Bardağı doldurup pencereyi kapattı. Binadaki varlığını duyurmak için bir girişimde daha bulunmak geldi aklına, sonra geçti gitti. Çok değil az önce denemişti. Her deneme onu biraz daha asabileştiriyordu. Asabiyetinden kendi korkuyordu. Koltuğunu pencereye döndürdü. Başka birini yan tarafına çekip ona da ayaklarını uzattı. Bir de sigara yakıp, sıcak çay eşliğinde şehre dalıp gitti. Uzaktan havlama sesleri geliyordu. Bir de sirenler. Gece gündüz eksik olmayan sirenler.

Dinledi dinledi. Şehrin sesleri ninni gibi geldi, uykuyu çağırdı. Gözleri kapandı.

Sıçradı. Nerede olduğunu anlayamadı önce. Saatine bakınca uyumuş olduğunu anladı. Bu saatten sonra güvenlikçileri bulmanın, bu sinirle onlara bir iki tokat patlatmanın, nöbetçi şoförün uyanmasını bekleyip eve gitmenin bir anlamı olacak mıydı ki? Kalktı pencereyi açtı, tuvalete gidip elini yüzünü yıkadı, ısıtıcıya su doldurdu. Oturup kaynamasını dinledi. Çayın yanına krakerlerden atıştırdı. Artık orada kaldığı, kimseye ulaşamadığı kafasına dank etti. Dank etmesiyle Sinir minir kalmadı. Başına geleni olağan bir durum gibi algılamasına şaşırdı. Sabahleyin oda arkadaşlarıyla ne kadar güleceklerini tasarladı. Kenan'la da Rasim'le de konuşmayacaktı ama.

Odadakilere de söylemese miydi acaba ? Ya dalga geçerlerse? Ya başka bir niyeti olup bilerek kaldığını düşünürlerse? En iyisi söylememek olacaktı. Başka şeye gülsünlerdi. Sabah onlardan önce gelmiş gibi yapar. Nazmiye Hanım'a akşam çalışırken acıkıp dolabındakilerini aldığını söylerdi.

Ahmet'in küçük televizyonunu açtı. Saçma sapan gece programları koymuşlardı. Kanal kanal dolaştı. O sevmediği kanalda açık oturum vardı. Entel dantel adamlardı yine. Oralara çıktın mı yumruğun inecekti masaya. Böyle yumuşak yumuşak konuştular mı uyuz oluyordu. Müzik olan bir yer arayıp buldu.

Dosyalara biraz baksa mıydı? Belki sabah eve gider, bir duş alıp biraz dinlenip öğlene geri dönerdi. Bu arada işi de kalmamış olurdu. Gidişini sabah mesai başlangıcına denk getirebilirse onu da görebilirdi. Sadece bakışları bakışlarına değsin diye yapıyordu her şeyi. O bir anlık bakıştan kalbine ılık bir şeyler aksın. İçine güneş doğsun. Dünya temizlensin.

En üstteki dosyayı aldı. Müsteşarlık bilgi istiyordu yine. Bir not karaladı, formatı biliyorlardı gerisini bürodakiler hallederdi. Bir başkasını bir başkasını daha aldı. Az ders çalışmamıştı şu dosyalardakileri öğrenebilmek için. O günlerden kalmaydı akşamları geç çıkma alışkanlığı. Kimse görmeden öğrenebilmek için. Bir de, "Biz geldik. Buradayız" demek için. Onlar da bunu kavramalıydı.

Tan ağarıyordu. Bir çay daha içsem mi acaba diye düşünüyordu ki eli farkında olmadan telefona gidip güvenliği çevirdi. "Alo" dedi karşıdaki ses. "Alo. Alo kimsiniz? Sen misin lan İsmet. Şaka yapmayı bırak da gel çabuk. Bak hemen gelmezsen hükmen yenik sayarız seni ona göre......" Telefonu kapattı. Hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Ciddiyet ve sükunetle yazmayı sürdürdü.

İşlerin tümüne yakınını bitirmişti. İki dosyayla ilgili görüşme yapmak gerekiyordu. Onları ayırdı. Birimlere gidecek olanlara kulak taktı. Dosyaları toplayıp kalktı. Pencereyi bir kez daha açtı. Şaşırdı. Şafak ne zaman sökmüş ne zaman ortalık aydınlanmıştı? Nasıl olmuş da fark etmemişti? Açık camdan sabah rüzgarının hafifliğini hissederken kuşların cıvıltılarını oldukça yakından duyuyordu. Buralarda güvercinden başka kuş bulunduğunu o zaman fark etti. Çocukluğundan beri duymadığı kanat seslerini duyunca duygulandı. Bu şehir sabahları böyle temiz kokabiliyordu demek.

Ne garip bir zaman dilimiydi yaşadığı. Şehir mi değişmişti? Kendisi mi? Kendini de bir garip hissediyordu.

Pencerenin pervazına dayanıp uyanan şehri izledi. Arabalar, insanlar, simitçi çocuklar, banliyö treni, hareket . Gürültü başlıyordu işte. Koca makine start vermiş. Şehir uyanmış, homurdanmaya başlamıştı.

Binada da sesler olmaya başlamıştı. Kapıların, asansörün, ayakkabıların, anahtarların, mırıldanan türkülerin, odalarda açılan radyoların sesi. Çıkmayacaktı. O sersem güvenlikçilere bulaşıp sinirini zıplatmayacaktı. Biraz da enayi yerine koyulmaktan çekiniyordu. Biliyordu ki burada alt personelin diline düşersen, onların sana taktığı sıfattan ömür boyu kurtulamazsın. Çıkmayıp bekleyecekti. Neyse ki erken uyanıp işe erken gelmeyi huy edinen memurlar vardı daha. Bugün onlar gibi davranacaktı.

Kravatını, yakasını düzeltip odadan yavaşça süzüldü. Koridorun sonundan, "Günaydın" diye seslendi Şevket. Elinde toz bezleri odalara girmeye hazırlanırken.
"Erkencisin başkanım. Çayı koydum . Az sonra getiririm" .

Daha başkan olmamıştı ama böyle seslenmelerinden hoşlanıyordu. İşleri yapan da zaten kendisiydi. Başkan, genel müdürü taklit ederek açılış törenlerini, kokteylleri, seminerleri dolaşıp, kendini gösterip, çevre edinip dururken o eşekler gibi çalışıyordu. Misyon adamıydı o. Aslında başkanlık onun hakkıydı ya neyse. Bu işlerde sabırlı olmak gerekliydi.

Karşı odalardan birine geçip pencereden dışarıyı seyrediyormuş gibi binanın girişini izlemeye başladı. Geliyordu işte. Tüm inceliğine karşın nasıl bu denli bir güçle doluydu. Nasıl umursamaz. Ve nasıl bu denli yumuşak? . Binaya girince o da odasına döndü.

Sesler çoğaldı. Önce Ahmet geldi sonra Nazmiye Hanım. Sabah çaylarını içtiler. Günün haberlerinden, işlerden konuştular. Biraz üst yöneticileri, biraz çalışanları çekiştirdiler. Oda arkadaşları, yorgunluğunu, pejmurdeliğini akşamdan kalmasına verdiler. O da sessiz kalarak bu yorumlarında haklı oldukları sonucuna varmalarına izin verdi. Nazmiye Hanımın ablalık damarı tutunca, bu kadar içmesine, parasını içkiye yatırmasına kızdı.

Kenan'ı , Rasim'i görünce dayanamayıp akşam için şakayla karışık kalayladı. Bir şey onu durdurdu, gece orada kaldığını onlara bile söylemedi. Masum olduklarına, çıkarken iki kez başına geldiklerine yemin billah ettiler. Hemen arkalarından geleceğini sanmışlar her zamanki birahaneye oturup beklemişlerdi. Ama o gelmeyip evinin yolunu tutmuştu. Zaten epeydir onları boşlamış gibiydi. Esas onlar kızmalıydı.

Öğlene doğru bitkinleşti. Kafası konuşulanları, okuduklarını almamaya başladı. Başkana, "Gidiyorum," deyip çıktı. Başkan ses etmedi. Her gün gitse yine ses etmezdi. İşin gücün farkında değildi ki adam. Oturduğu yerin sorumluluğunun farkında olsun. Hem bir şey söylese kaç yazardı ki. Sıkardı adamı.

Ana kapıdan çıkarken güvenlikçiler toparlanıp ayağa kalktı, ayaktakiler selama durdu. Hiçbirinin yüzüne bakmadı. O da biliyordu gündüz gelenle gece gelenlerin ayrı adamlar olduğunu ama içi selamlarını almayı kaldırmadı.

Eve gitti. Melek onun ender de olsa gündüz gelmelerine alışıktı. Furkan okuldaydı. Kezban uyuyordu. Yemekten önce yıkanmak istedi. Banyo sonrası tıraş oldu, karnını güzelce doyurup yattı. İnsanın kendi yatağı gibi yoktu.

Kezban'ın ağlamasına uyandı. Hava kararmış akşam olmuştu. Gerindi, "Getir getir uyandım" diye bağırdı. Kezban ürkek gülücüklerle babasına koştu. Paytak paytak koşuşunu seviyordu kızının. Furkan kapıya dayanmış onları izliyordu. "Gelsene oğlum, gel lan gel. Anneniz yemeği hazırlayıncaya kadar biraz boğuşalım bakalım babayı kim yenecek. " Furkan ok gibi atladı yatağa.

Sabah işe zamanında vardı. Tam onun geliş saatine. Köşeden görününce içeri girmeyip mesaiye gelenlerden biriyle konuşmaya başladı. Aslında konuştuğu adamı sevmezdi de . Ama kızın izlendiğini anlamsından ödü kopuyordu. Kimse anlamsındı.
 

Hele o hiç. Zaafını, zayıf yanını anlamasındı. İpini çekerdi valla. Cadıydı. Başkalarıyla konuşur onunla konuşmazdı. Anlamasındı da gözleri bir tesadüfmüş gibi o ipek bakışlara takılsaydı bir dem. Yalnızca bir dem yeterliydi günü aydınlatmaya. Geldi aydınlattı ve gitti. Farkındayım der gibi bakıp, başı önde, bakışları adımlarında geçti gitti.

Altı katı koşarak çıktı. Gün boyu gülüşerek, söyleşerek, şakalaşarak çalıştı çalıştırdı. Öğlen yemeğine de çıkmadı. Kebapçıya Ahmet ve Nazmiye Hanım için de sipariş verdi. Gün nasıl akşam oldu anlayamadı.

Mesai bitiminde Kenan ayrı geldi, Rasim ayrı. Bir akşam programı yapmak, bir yerlerde içmek istediler. Kabul etmeyince, aralarında tavırlı olduğunu konuşup birlikte bir yoklama daha çektiler o yanaşmadı. Yoğunluğa sığındı çıkmadı. Ne oturabiliyor ne seslerin kesildiği binadan çıkıp gidebiliyordu. İş de kalmamıştı yapılacak dosya da. Genel müdür, başkan, diğerleri aramadığına göre toplantı da yoktu. Yok muydu? Süleyman'ı aradı, toplantı olup olmayacağına ilişkin bir haber gelmemişti ama bir ihaleyi yetiştireceklerdi. O yüzden akşam buradaydılar. Özel kalemden Ruhi ile görüştü, "Yok abisi, hepsi çıkmıştı. Aman toplantı filan olmasındı. Akşama kadar iflahı kesiliyordu. Günler torbaya mı dolmuştu ki her akşam her akşam toplantı olsun. Toplantılardan bir halt çıktığı da yoktu. Ya birbirlerini yiyip oturuyor ya da onun bunun böbürlenmesini dinliyorlardı. Şuraya oturalı ne kadar olmuş doğru dürüst bir uygulama görmemişti. Ha bire konuşulup duruyorlardı. İcraat olmalıydı. İcraat. Millete ne sözler verilmiş neler yapılmıştı.Bir yeğeninin tayinini bile yapmamışlardı daha. Yorulmuştu. Bir imzaya bakardı geri dönmesi. Dönmeyi de ciddi ciddi düşünüyordu artık. Memleketini bağını bahçesini özlemişti. Bu işe daha fazla tahammül edemeyecekti artık. Makamları da mevkileri de kendilerinin olsundu. Yoktu toplantı. Kendisi de çıkmak üzereydi. Gidip bir güzel uyku çekecekti. O da gidip yatsındı. Bu adamlara bu kadar çalışmak bile çoktu."

Ruhi haklıydı. Çok haklıydı.

Peki ne vardı da çıkamıyordu?

Oturdu kaldı.
Oturdu.

Kaldı.

içindekiler












YARİM İSTANBUL


Harem.
Otobüsten inen herkes yorgun.
Ama daha bavullar alınacak, eşyalar indirilecek, bir vasıta bulunup çoklukla evlere, otele, belki hemşehri kahvelerine belki bir işyerine gidilecek. Karşılamaya gelenleri de kaçırmamak gerek.

Keriman otobüsten inerken huzursuz.

Şu İstanbul'un çoğu yanını bilse, uzun uzun sürelerde kalsa da bir güvenmezliği var bu şehre. Bir itmişliği, oturulacak, yaşanacak yer olarak kabullenmeyişi. O, kendi şehrinin insanı. Geniş avluların, ferah odaların, meyve ağaçlarının, sebze arklarının, mis kokulu çiçeklerin, eskiden içinde ayran, karpuz, üzüm soğutulan çeşme önü havuzların yer aldığı bahçelerin, sade yaşamların insanı Keriman.

Hah! İşte orada. El ederek geliyor Sıtkı. Terminalin kalabalığında, gürültüsünde beklemeyecek, bunalmayacak. Kız yok. Bir bahane bulmuştur yine.

- Hoş geldin abla.
- Hoş bulduk .
- Biraz acele edelim. Yasak yere park ettim. Ne var ne yok anlat bakalım. İyiler mi evdekiler ?
- İyiler. İyiler. Sen buradakilerden haber ver. Ne yapıyor benimki ?
- Bu hafta hep yurtta kalmış. Ders çalışacaklarmış. Bu akşam bizdesin yani. Seni yarın eve götürürüm.
- Kusuruma bakmazsan ben eve gideceğim. Pekmez tenekesini almayı unutma, arkalarda bir yere koymuştu muavin. Gelin de kusura kalmasın. Pazara siz çoluk çocuk gelirsiniz daha iyi olur.
- Yapma abla ya, boş evde ne yapacaksın şimdi ?
- Hadi hadi, dert ettiğin şeye bak.

Tartışa konuşa arabaya binip yola çıktılar. Eskilerden yenilerden, evlenmeler boşanmalardan, Keriman'ın ayaklarının şişmesinden, küçük oğlanın sünnet hazırlıklarından, doğumlardan ölümlerden bazen hüzün bazen neşeyle geçerek eve geldiler.

Ev ışıl ışıl. Neredeyse iki katın her odasının ışığı açık. ''Hani evde yoktu bu ? Yine ne haltlar karıştırıyordur kim bilir ?''

Sıtkı;
- Bak abla, sen geleceksin diye dönmüş kız. Bir de beğenmezsin.
Keriman yanıt vermiyor. Söyleyecek bir şey bulamıyor. ''Allah vere de, bir numara çeviriyorsa abisi anlamasa''

Sıtkı, arabadan eşyaları indirirken, Keriman zile basıyor. Kız kendini toplar diye umuyor, anahtarla açıp hoşlanmayacağı bir durumla karşılaşmaktan kendini korumayı da. Parmağını zilden ayırmıyor.
Usulca açılıyor kapı.
Sibel'in ürkek yüzü, Keriman'ın, ''Niye kim o demeden açıyorsun şu kapıyı?'' söylenmesi karşısında asılacağına rahatlıyor. Sevinçle atlıyor ablasının boynuna. Bir tuhaf oluyor Keriman. Böyle sıcak kucaklaşmayalı çok olmuş. ''Bir şey olmalı bu kızda?"
Sıtkı gelenleri taşıyor. Oğlanlar için getirilen erzakları yeniden arabaya koyuyor. Sibel'le şakalaşıp, çay kahve içmeye kalmadan gidiyor.
Başbaşalar şimdi.

Sibel, ablasına yiyecek bir şeyler hazırlarken Keriman banyoya giriyor.

Ev dağınık değil. Mutfak da öyle. O kara kara kotları, zincirleri, soluk bluzları yok üstünde. Saçları bile düzgün sayılır. Ama bir hal var.

Keriman banyodan sonra televizyonun karşısına, ayaklarını uzatıp oturuyor. Sibel habire, yemek, meyve ne bulursa tepsilerle getirme çabasında. Bu arada, bir yerleri de kırıp döküyor. Her dökülenin arkasından, Keriman gülerek, ''Unuttun değil mi? Bir servisi bile yapamıyorsun.''

Keriman İstanbul'da ilk kez mutlu gibi. Aralarına koca şehirler, fakülteler, kılıksız arkadaşlar, cevapsız sorular hiç girmemiş sanki. Onu, uzun saçlı oğlanla öpüşürken yakalamamış, eve gece yarıları gelmesine kızmamış, kızlı oğlanlı toplanmış içerken basmamış. Kafasını kimi gün kırmızı kimi gün mor, yeşil görüp dehşete kapılmamış. Evdekilerden, abilerinden bir şeyler gizlenmeye çalışılmamış.

- Abla, abla, uyuyorsun. Odana çıkmayacak mısın?
- Saat kaç ? Yukarı çıkmayayım hiç. Burası iyiymiş
- Rahat edemezsin. Hadi ben götüreyim seni. Uykun dağılmasın.

Sibel'in yardımıyla geceliğini giyinip yatağa zor atıyor kendini. Oh ! odası bile güzel görünüyor gözüne.

Uyanmak istiyor. Bu kadar derinlikteyken, ortalık zifiri karanlıkken uyanmaya çabalıyor. Ne oluyor? Evde ses var. Tanıdık, bildik olmayan bir şey. Yataktan fırlarcasına kalkıyor. Çıplak ayak merdivenlere. Başına örtü bile almamış koşarcasına iniyor.
Sanki ağır bir şey, bir yerlere çarparak taşınıyor.

Keriman son basamakta durup sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyor. ''Ne oluyor ?''
Salon boş, mutfağa yöneliyor. Yok. Arka oda olmalı. O karanlıkta, dar koridoru nasıl geçtiğini bilemiyor.
Sibel, fısıltıyla birileriyle konuşuyor. Gergin, korkulu bir fısıltıyla. Artık dayanamayacak. Karşılaşacağı ne olursa olsun. Kapıyı hızla açıp, can havliyle elektrik düğmesine basıyor. Donakalıyor.
Sibel'in anında ışığı söndürmesi sırasında algıladığı tek şey, elleri bağlı bir yabancı adamın ağzını bantladığı oluyor..
Sibel aceleyle, itercesine ablasını dışarıya çıkarıyor. Gelip salona oturuyorlar. Karanlık. Birbirlerinin yüzünü seçemiyorlar. Keriman soluk soluğa. Şaşkın. Şaşkınlığını atması , kontrolü eline alması gerek. O büyük. O abla. Bildiği ya da bilmediği her şeyden o sorumlu. Ama bu, bu rüyasında bile rastlamayacağı bir
şey.

- Sen ? Sen ne haltlar karıştırıyorsun ?
- O bir yanki
- Yanki ne kız ?
- Irak'ı işgal edenler, çocukları öldürenler.
- Siz şimdi bunu Irak'tan mı getirdiniz ?
- Kimse yok bu işte. Ben yalnız yaptım.
- Polise de böyle dersin artık. Abinler duysa polise de bırakmazlar ya.
- Her şeyi göze aldım ben abla.
- Abla deme bana. Abla deme. Ablan değilim senin. Ah kafam ah ! Akşamki durumundan anlamalıydım.

Konuşma burada bitti. Gün doğuncaya kadar sessizce, göremeyeceklerini bile bile birbirlerinin yüzüne bakmadan öylece oturdular.

Gün doğumuna yakın Keriman mutfağa geçip bir bardak su aldı. Bir yudum içip bıraktı. Döndüğünde Sibel'i bir battaniyeyle kanepeye kıvrılmış buldu. Oturduğu yerde kaykılıp kaykılıp gidiyordu da inadından yatmıyordu. ''Hırpalanmış bu. Çok hırpalanmış belli.'' Sessizce odasına çıktı.

Keriman bir başka dünyaya uyandı sanki. Uyudu uyandı mı onu da bilmiyor. Evde çıt yok. Üstünü giyindi, odayı havalandırdı, yatağını düzeltti, bavulları boşaltıp yerleştirdi. Ne yapacaktı ? İnse, adamı serbest bıraksa, adamın ne yapacağını bilmezsin. Kıza bağırsa çağırsa, onun yapacağı deliliği hesaplayamazsın. Ya adama bir şey yapamaya kalkarsa ? Gözlerinin önünde, kameralar, küçük odalarda yapılan sorgular, hapishane demirleriyle öldürülen Iraklı çocuklar aynı film karesindeymişcesine oynayıp duruyordu. Öylece yatağın üzerinde oturdu kaldı. Ne zaman getirmişti bu adamı ? Nasıl taşımıştı kız başına ? Nereden bulmuştu ?
Oda kapısı aralandı. Sibel,
-Kahvaltı hazır.

Bakmadı bile yüzüne. O gittikten epey sonra toparlanıp indi. Birbirleriyle konuşmadan yemeklerini yediler.

Keriman, Sıtkı'lara telefon etti. ''Bu pazar gelmeyin. Kızın sınavı önemliymiş. Ahmet'e de haber ver. Haftaya havalar düzelir. Mangal yakarım bahçede.'' Sözü fazla uzatmadı. Telefona gidişinden itibaren bütün hareketlerini dikkatle, tedirginlikle izleyen Sibel'in minnetle gülümseyişine yüz vermedi. Ne yapacağını bilmediğinden mutfağa gidip bulaşıklara başladı. Sibel, etrafında dolaşıp konuşmaya çalışıyordu. Çabalarının beyhude olduğunu ayrımsayınca o da vazgeçip adamı banyoya oradan da mutfağa getirip önüne bir tabak koydu.

Keriman yaptığı işten başını kaldırmadan, sert sert ''Bununla tuvaletin içine kadar girmiyorsun değil mi ? ''

- Saçmalama abla ya
- Belli olmaz senin işin

Adam yemeğini bitirince kız yine koluna girip odaya götürdü.

Keriman yıkadıklarını kuruladı, getirdiği erzakları kavanozlara boşaltıp dolaplara yerleştirdi, rafları düzenledi, yemekler yaptı. Sibel ara ara mutfağın kapısına kadar geliyor ne içeri girebiliyor ne bir şey söyleyebiliyor gerisin geriye salona dönüyordu.

Öğleni biraz geçmişti ki ''Ben acıktım'' diye geldi kız. Keriman bir sandalyeye çıkmış, üst dolaba bardakları diziyordu. Ocağın üzerindeki tencereleri işaret edip, ''Bana tabak koyma yemeyeceğim. Adama da götür. Acıkmıştır belki. ''

- Uyuyor
- Ne çok uyuyor bu adam. Sesi soluğu da çıkmıyor hiç.
- Senin ilacından verdim.

Elindeki bardak tam düşerken yakaladı. Geçen yıl geldiğinde, göründüğü doktorun verdiği. Bir tane içip de bütün gün başını yastıktan kaldıramadığı, dilini dolaştıran ilaç.

Sibel alelacele ''Ekmek kalmamış. Ben ekmek almaya gidiyorum'' deyip çıktı. Keriman, ağzında birikmiş sözcüklerle, sandalyede kalakaldı. Dış kapının kapandığını duyunca indi, doğru Sibel'in odasına. Bulursa, ne yapacağını bilemeyeceği bir silahı aramaya. Elbise dolabına, çekmecelere baktı rast gelmedi. Arka odaya adama bakmaya koşturdu. Fırsat yakalamışken esenliğinden emin olmak istedi. Dilinden anlamazdı ki aç mıdır, susuz mudur sorsun. Adam, başını sandalyenin köşesine dayamış, kendinden geçmişti. Ellerini çözerken uyanır gibi oldu. '' Şşşşşşşşşşş '' dedi Keriman. Adamı kaldırıp, yarı kucakladı yarı sürüttü, kanepeye boylu boyunca uzattı. Üzerine bir örtü örttü, ''Uyu uyu '' diyerek yeniden mutfağa.

Sibel nefes nefese döndü. Yemeğini yedi. Adama baktı geldi, sakin sakin çayını içen ablasına bir şey sormadı ama salona da gitmedi. Bir bardak çay da kendisi alıp masanın öbür tarafına yanlamasına oturdu. Ortalıkta bir tek çay kaşığının cam bardağa değen sesi vardı. İkisi de en önemli işleri çay yudumlamakmış gibi çaylarını içiyorlardı. Zilin çınlaması ikisini de sıçrattı. Keriman önce telefona seğirtti sonra anlayıp kapıya. Kız da peşinden. Keriman telaşlı bir fısıltıyla , '' Arayı kapat. Arayı. Çabuk . Çabuk ''

- Açma. Bekle açma

Kalbindeki uçuşmaya da kızın sözlerine de aldırmadan kapının arkasına vardı. Kapı deliğinden baktı. İki adam. Ciddi suratlı, takım elbiseli iki adam. Kız mutfak kapısını kapatmış yanına gelmişti, geri gitmesini işaret etti. Sibel omuzlarını silkti. Zile ikinci kez basıldığından, tartışamayıp açtı.

Orta yaşlı olan, kibarca ''İyi günler hanımefendi, Biz mahalle karakolundan geliyoruz. '' Kameralar yeniden çalışmaya başladı, parmaklıklar, dikenli teller ve yine çocuklar gözünün önünü kapatıp kapatıp durdu. '' İlerdeki ilköğretim okulunda başbakanımızın katılacağı bir tören var. Eğer uygunsanız güvenlik için iki görevlimizi sizin üst balkona çıkarabilir miyiz ? ''

- Hayır.

Sesinin keskinliğinden kendisi ürktü. Adamın gülümseyen bakışlarıyla karşılaşınca utandı.

'' Hastaneye gideceğiz. '' ''Kusura bakmayın. Randevumuz var. Gitmek zorundayız" Kız toparlanmıştı demek. Adamlar teşekkür edip iyi günler dilediler. Daha arkalarını dönüp iki adım atmışlardı ki , Sibel ablasını içeri çekip kapıyı hızla kapattı.


''Abla sen hemen gidiyorsun. Bakmaya geldi bunlar. Birazdan basarlar evi. Dün takip edildiğimden kuşkulanmıştım zaten. Hadi çabuk çabuk. Ben çantanı indiririm. Bir taksiye atla doğru Sıtkı abimlere. Eğer bir şey olmazsa akşama ben de gelirim. Sen hiçbir şey görmedin, duymadın tamam mı ?

Motor gibi konuşuyor motor gibi dolaşıyordu. Keriman merdivenlerde kavuşup, iki üç hamlede ancak yakalayabildi kolunu.

- Dur. Dur be çocuk. Bir şey olacağı yok.
- Sen nereden bileceksin? Ne anlarsın bu işlerden?
- Üf ! Tamam artık, otur şuraya

Zorla çekip otutturdu yanına. ''Kimsenin geleceği falan yok. Rahat ol'' İyice yanına çekip kolunun altına aldı.

''Rahatla. Ama adamı bırak. Onun da bekleyeni, çoluğu çocuğu vardır bir yerlerde. Yazık olur.''

Sibel eğreti oturtulduğu yerden fırladı. ''Sen beni ne sanıyorsun ya? Sen dün abimlerde kalsan ben çoktan halletmiştim. Televizyonlara, gazetelere haber verip sonra da serbest bırakacaktım.''

-Televizyonları boş ver. Git adamı çöz. Götürüp bir yerlerde bırakalım.
-Biz mi ? İkimiz mi ?
-Hadi git. Çantamı al da gel.
-Olmaz.
-Olur olur.

Yaptılar en sonunda.
Adamı çözdüler, üstünü başını düzelttiler. Sibel iki arada bir derede, ses çıkarırsa onu öldüreceğini söyledi adama. Bir taksiye binip karşıya geçtiler. Epey dolaştıktan sonra Beyoğlu'nda indiler. Adamı büyük bir mağazada bırakıp aceleyle çıktılar. Yine bir taksiye atladılar. Cağaloğlu'nda inip bir başkasına binerek ve yine dolaştırarak eve döndüler. Keriman bir casus filminde hissetti kendini. Acayip heyecanlandı. Döndüklerinde al al olmuştu ikisinin de yanakları.

Bir kaç gün, her kapı çalınışında huzursuz oldular.

Savaş bitti. Haftasına kalmadı unutuldu.

Onlar çocukları unutmadılar. Keriman'ın memleketten ilkokul arkadaşı olan hekimin vasıtasıyla ilaç ve yiyecek paketleri yolladılar.

Ertesi pazar gelen abiler, mangaldaki etin yanında içli köfte ve Galagoç'u görünce mest oldular.

Bir gün çarşıdan dönerken Sibel ablasına, adamı nasıl birlikte olacakları vaadiyle kandırıp, içirip eve getirdiğini anlattı. Keriman hemen, '' Bir şey yapmadın ama değil mi ? '' diye sorguladı. Sibel isyan etti. Keriman kahkahalarla güldü.

İstanbul'da , ''Yavukluya, sevgili '' dendiğini keşfeden Keriman, tıfıl bir oğlanın sevgili olduğunu fark edince eve gelip gitmesine ses çıkarmayı kesti.

Keriman, günler sonra, Sibel'in sıkıştırmasıyla, o gün bir şey olmayacağını nereden bildiğini anlattı. Kapıya gelenlerden onunla konuşanı, ''Bekar bekar bakmıştı. Kötü birşey yapacak adam öyle bakamazdı. Uzak uzak, sert sert, hesaplı hesaplı, boş boş bakardı da öyle bakmazdı.'' Geçenlerde karakolun yanındaki markette karşılaşıp selamlaştıklarını söylemedi.

Bir akşam arkadaşlarıyla gittiği bir barda, Sibel kaçırdığı adamı gördü. Adamın İrlandalı bir maceracı olduğunu anlayınca çok bozuldu. O da ablasına bundan söz etmedi. Televizyonları arayıp da rezil olmadığına şükretti.

Keriman İstanbul'a, artık severek gidip gelmeye başladı. Şehrin kimseye tepeden bakmadığına, buruşturup bir kenara atmaya niyeti olmadığına inandı. Eve yakın kıyıda, Kız Kulesi'ni gören bir bank bulup, boş zamanlarında oturup denizi izlemeye gider oldu. Her oturmaya gittiğinde, İstanbul'da genç olmanın, yaşamanın nasıl bir şey olduğunu biraz daha anladı. Pek itirazı da olmadı.

içindekiler












KALBİM DAHA NE KADAR KANAYACAKSIN GEÇMİŞ ZAMAN AŞKLARI İÇİN


Merhaba... Beni duyabiliyor musun? Ben Mavi... Ne yapacağız biz? Nasıl yapacağız? Ya ben? Ben ne yapacağım? Ne susturabiliyorum göğüs kafesimdeki kuşları, ne uçurabiliyorum Onlar da habire kanat vurup duruyorlar içimde. Örseleniyorlar.Örseleniyorum.
-"Uçun"
diyorum ama, beni dinlemiyorlar.

Uçsalar. Kendilerini böyle tutuklamasalar, beni böyle kahretmeseler ya. Uçmuyorlar bir türlü. Susmuyorlar da... İkisini de yapmayıp, beni hep Araf'da bırakıyorlar.

Birbirimizi tesadüfen bulup ayrılışımızdan bu yana çırpınıp duruyorlar içimde. "Durun," "Susun," "Yapmayın" diye yalvarmalarıma aldırmıyorlar. Sakinleşmiyorlar bir türlü. İlk kez sesimi duyuramıyorum onlara. Ulaşamıyorum... Ne oldu benim uysal kuşlarıma? Ruhuma ilaç olan mutlu cıvıltılarına ne oldu? Ne oldu da bana böyle tepkilenip yoldan çıktılar?

Ne güzel günler yaşardık eskiden. Unutmuş olamazlar. Durup dururken, ansızın, hep birden havalanıverirlerdi. Ben de yanlarında. Hoşnutlukla katılırdım bu sürprize. İçimde bir pır pır, geniş çayırları, uzun nehirleri, karlı dağ tepeleriyle, kendi efsanelerinde uyuyan gölleri dolanırdık. İnadına konardık korkuluklara. En ışıltılı pınarın suyunda oynaşırdık. Kendi özgürlüklerine uçmalarına, kendi geleceklerini aramalarına, gökyüzü sevdalarına hayran olurdum. Kendini bulma yarışında birinci olmaya uğraşırdık, tek rakibimizin kendimiz olduğunu bilerek. Deli gibi olurduk coşkudan.

Ah! Susmasını, durmasını da iyi bilirdi benimkiler. Özellikle karmaşalara düşmüşken ben. Derviş sabrıyla beklerlerdi fırtınanın geçmesini. Anlayışlıydılar. Beni bana bırakırlardı. Ya günler getirirdi yaşamıma yeni dengeyi, ya ben yanlış da olsa bir çıkış yolu bulurdum kendime. Bilirlerdi geçeceğini. Yaşam konusunda benden deneyimliydiler ve benden iyi tanıyorlardı beni. Yıllarla değil, dönemeçlerle büyüyüp olgunlaşıyordum. Yaşadığım topraklar da fırtınalı dönemeçlerin en bereketli ülkelerinden biriydi işte.

Seninle karşılaştığımda da çok büyük bir fırtınanın ortasında, kuşlarımın barınağındaydım... Korkuyordum. ülkem kapkara bir haritaya dönüşüyordu önümde. Artık benimle konuşmuyor, kucaklamıyordu beni. Dilsiz duvarlar örülüyordu habire çevremize. Geleni hem iyi tanıyor, hem yeterince tanımlayamıyordum.
Korkuyordum.

Tüm düşleri parçalanmış geceler yaşıyordum. Tek tip zevksizlik her gün hayatımızda bir temiz yeri daha kirleterek ilerliyordu. Kurutulup çölleştiriliyordu ömürlerimiz. Yoksulluğunu onuruyla yamayan insanlarımız, yanlarındaki insanların üzerine yürüyen öfkeli kalabalığa dönüştürülüyordu. Haçlı seferlerinin intikamı en yakınındaki, en savunmasız insandan alınmaya çalışılıyordu. Taşralılık dayatılıyordu tüm yaşantımıza.
Korkuyordum.

Tanıdık bildiğim her şey hızla koparken benden, avuçlarımdaki su, ayaklarımın altındaki kum gibi kayarken, tükenirken nasıl korunabileceğimi, nasıl koruyabileceğimi bilmiyordum. Siyah peçelerle kapatılıyordu ufkumuz. Namluları kuşlara çevrili silahlar dağıtılıyordu. Aksine azaldıkça azalıyordu söz söyleme özgürlüğüm. Panikliyordum.

Bizi karşılaştıracak yolculuğa bu koşullarda çıkarılmıştım. Emirlere hep itirazı olan ben, hatır gönül işi olunca kuzu kuzu boyun eğmiştim.

Ve herkes dururken sen, tüm uzaklığıma, tüm gizleme çabalarıma karşın, yüzüme bakınca anladın yaşadıklarımı. Gizliyordum çünkü o yolculuğa çıkıncaya dek kimseye derdimi anlatamamıştım. Olacakları söylediğimde, kimse inanmamıştı. Hep başkaları suçlanmıştı olanlardan. Kendimizi sorgulatamamıştım. Günlük küçük cilaları bile kazıtamamıştım. Altından çıkacak olanla yüz yüze gelme cesareti taşıyamamıştım. Kayıplarının farkında olmak istemiyordu hiç kimse... Küskün değildim ama artık konuşamayacaktım, huzur kaçırmayacaktım. Nişangâh olacakların görmezden geldiklerini başkalarına ne diye anlatacak, nasıl savunacaktım ki? Anlamıştım artık konuşmayacaktım... Ama içimin renkli küçük kuşlarını da kimse için şahinlere yem yapmayacaktım. Çocukluğumun tek mirasıydı kuşlarım. Bir sabah içimde bulduğum hayattı, ışıktı, tattı. Sahip çıkacaktım. Duymak, bilmek istemeyenler bilsinler diye zarar görmelerine izin vermeyecektim. Kendimi o eski üç beş arkadaşımın dışında kimseyle paylaşmayacaktım. Canım çok acıyacaktı ama ben susacaktım. Kimseyle göz göze gelmeyecektim.

Kedileri kısırlaştırıp, kuşları tutsak kılıp, çiçekleri koparıp öldürerek ve ancak kendilerine aitse sevebilen insanlarla inatlaştığı için, kendini ıssız karanlıklarla cezalandırmış çocuğu gördün kirpiklerimde. Olmayacak duayı olur kılıp amini bana bıraktın, başım döndü.

Bir insanın ismini, yaşantısını, alışkanlıklarını, huylarını bilmediği birini ilk görüşte, tüm çıplaklığıyla anlayabileceğimi anladım ben de. Ve sanki kaderim yeniden yazıldı.

Anladın ve tek bir şey sormadın. Bunun için teşekkür borçluyum sana. ima etmeden, yüzüme vurmadan yardım etmeye çalıştın yalnızca. Koşullarımı, benden önce rastladıklarından dolayı iyi biliyordun anlaşılan. Bırakmamın doğru olduğuna inandığın için olsa gerek dilimi bilen, benim ülkemden olan tüm arkadaşlarının yoluyla kalmamı istedin. Kalırsam bana iş, bana ev bulunacağını, bulacağını söylettin. Merak etmememi vurgulattın sık sık. Merak etmiyordum zaten. Hiç merak etmedim. Arkadaşlarıma benziyordun. Ben arkadaşlarıma güvenirim, o yüzden de kuşkuya düşmedim.

Düşündüğüm, aklımın takılıp kaldığı şey başkaydı. Sen, "Kalmalı" diyordun. Bense, "Dünyaya barışı nasıl getireceğiz?" diye soruyordum. "Kalmalısın," diye yanıtlıyordun yalnızca. İçimin kuşlarını ayaklandırdın.

Belki kalmak isterdim ama, kalamazdım... Doğruydu endişeliydim, ürkütülmüştüm, korkuluydum şimdi daha çok korkuluyum ama, olmazdı işte. Kalamazdım. Büyüdüğüm evler, elma çaldığım bahçeler, oynadığım sokaklar, konuştuğum ağaçlar, kavgalarım, okullarım, gecekondular, yollar... Yüksel Caddesi'nde 8 Martları kutlama uğraşılarımıza tanıklık eden heykel, bir kadeh içip şiirden sarhoş olduğumuz akşamlar, babaannemin yayık küpü, köydeki evin kiler kokusu, eski mahalle kuytuluklarına gizlenmiş tarihi konaklar, annemin masalları, aktarlar, sahaflar, el kulakla yanağa yaslanarak çekilen uzun havalar, anneannem ve tespihi, uçsuz bucaksız yolları uykusuz bekleyen çeşmeler, çığırtkanlı pazar yerleri... Ben biraz da bunların toplamıyım. Kendimi nasıl bırakabilirdim?

Sana göre, hazır gelmişken kalmalıydım. Sonra çok zor olabilirdi ellerinden almak beni. Toz duman arasında ulaşmak olanaksızlaşabilirdi. Belki haber bile alınamazdı bir daha...

Biliyorum, dışarıdan durum çok zorlu görünüyordu. Gerçekten de zordu. Hala zor. Gün geçtikçe kötüleşebilir. Ama dayanabilirim gibi geliyor bana. Belki bir ay, bir gün, bir saat sonra dayanamayacağım. Elimde değil, o saati bile burada geçirmek istiyorum, Aklım kalmasın geride. "Keşke" duygusunu yaşamayayım. Belki kalmadığını için, "Keşke" diyeceğim. Pişmanlık hissedeceğim... Bilmiyorum.. Ama bırakamıyorum. Elimde değil. Bırakamıyorum, bırakamazdım. Yarına olan ihtiyacını, inancını nasıl bırakır bir insan? Umudu bırakır mı? Bırakamazdım.

Sizin özgürlüğünüz, bizimkinden çok. Çarpıyor insanı ilk başta. Çocuklarını kurtlar kapmıyor. Anneler yitik yavrularını aramıyorlar. Ama ben biraz daha fazlasını değil, eksiksiz ve yanılgısız olanını tüm insanlarla birlikte yaşamak istiyorum. Dünyada barış olmazsa kalbimde, kalbimde olmazsa dünyada ve burada olamayacağını iyi biliyorum. Tek başına, başkalarına rağmen yaşanabilecek bir şey değil ki benim kalbimdeki özgürlük. Kendine tapan, kendini ayıran değil, kendiyle birlikte başkalarını da seven bir özgürlük benimkisi.

Barışı nasıl oluşturacağız, insanlar kendileriyle bu denli kavgalı, bu denli küskünken? Yaşadıklarımıza bu denli tıkalıyken kulaklarımız? Acımasızken bu denli? Hayata kendimizi nasıl bağışlayacağız?.. Soyu tükenen hangi canlıdan özür dileme şansımız var, annelerin ak sütü bile kirlenirken? Sokakta ölen hangi çocuktan, şiddet kurbanı kadından, mimarisi yok edilen topluluklardan, hangisinden özür dileme şansımız var?

Hepimiz suçlusuyuz bu halin. Savaş suçlusuyuz. Açlık suçlusuyuz biz. Yanlışlıklarımızın suçlusuyuz. Ben en çok bunlardan korkuyordum. Bir türlü konuşulmayan ortak utanç ve suskunluğumuzdan.

Memleketimin şarkılarıyla söylemeye çalıştım tüm bunları sana. Kalmamı kabul etmedin, teşekkürlerimi de... Kayıp bir geleceğe barış düşleriyle yürüyen kör bir romantik miydim? Kimseye, "Kal," demediğinin farkında olmayan bir şımarık çocuk mu? Yoksa yaşanmamış bir öyküyü mü oynamıştı sana yüzüm?

Tek doğru yanıtı orada kalmam olan bir soruyla beni nasıl sınayabildin?
Beni kendine yabancıladın.

Ayrı ülkelerdendik, anadillerimiz ayrıydı, inançlarımız benzemiyordu birbirine ama bizden tanıdık kim vardı bu dünyada? Senle ben mi yabancıydık birbirimize? Bunu kendinle bana nasıl yaptın? Biz ki vahşi atların koşuşundaki dizginlenemez ruhtuk, çiçeklerine çiğ düşmüş bir ilkbahar sabahı, akşamın kızıllığına koşan martıların dansı, çocuk şarkılarının içindeki umuttuk. Bizi kendine yasakladın... Yoksa en korktuğun şey kalbin miydi? Tüm ömrünce ondan nasıl koruyabileceksin kendini? Kalplerimizin ne suçu vardı ki kalbini yabancıladın?... Avucunda hayatın büyüsünü gizlemekten niye çekindin?... Yüreğim gagalandı. çırpınıp duruyorlar işte içimde.

Anla beni. Bir insanın bir insanı anladığı gibi anla. Bütün suç o radyo istasyonunda. Ne vardı günün ortasında Lily Marlen'i çalacak? Üstelik de Marlen Dietrich'ten. Birden bir telefon kulübesinde seni ararken buldum kendimi. Şu kuşlara bir söylesen de uçsalar artık. Kalplerimizin ayrı attığını anlasınlar...,
Beni hatırladın mı?
Ben Mavi...

Kalbim! Kanama artık bu aşk için.

içindekiler












TERBİYELİ ŞEKSPİR


15 Temmuz 2003, saat 23 00

-Sezai.
-Efendim Orhan.
-Seni seviyorum biliyor musun?
-Biliyorum kardeşim.

Taze biçilmiş otların üzerine uzanmış yıldızları seyrediyorlardı. Belki de, kendilerine yıldızlı gökyüzü olarak görünen ruhlarını. Orhan ne zaman başını çevirse, karanlıkta iki yıldız gibi parlayan gözleri, çocuk, masum, güleç bakışlarıyla Sezai, dikkat kesiliyordu. Gözleri karşılaşınca da gülüyor gülüyorlardı.
Yarım saat önce birer bira bitirmişlerdi. Ama sadece biradan değildi bu hoşlukları. Biraları getirip, onlarla bir tane de kendisi deviren Ömer'den de sayılmasa olurdu.


Aynı günün sabah 7'si


Nimet, Orhan'ın dışında hepsinin evlenip gittiği bu evde, çocukların okul zamanından kalma bir alışkanlıkla, ses çıkarmadan sofra kuruyordu. Bir tek, ilk göz ağrısı kalmıştı ona. Aslında kalmamıştı da dokuz ay önce ansızın çıkıp gelerek dünyaları bağışlamıştı. Suskunluğu ve uzaklığıyla, bağışlananın bir kısmı uçup gitmişti. Tam bunu kabullenmişken, başına açtığı televizyon işinin, bakışlarına düşürdüğü keder, anne yüreğini biraz daha paralamıştı. Yine de yanındaydı güzel oğlu. Buna da şükür. Kara Dayı, inip masaya oturduğunda Nimet de cezveyi ocaktan alıyordu. Kocası kahveyle suyunu içti. Kendi kendine çalıp söyleyen televizyondan biraz haberlere baktı, biraz oyalandı, kalkarken dayanamadı,
-Bugün son muymuş?
-Son son. Sen de damatlar da rahat edersiniz artık.
-Damatlara ne oluyormuş? Herkes kendi işine baksın.
Kara Dayı'nın kükremesiyle, Nimet nasıl bir laf ettiğini anlamış oldu. Bugüne kadar ne bir söz söylemiş ne de oğlanı yüzlemişti.
-Ben gidiyorum.
-Hadi, güle güle.
Kocasını bahçe kapısına kadar geçirdi.
Döndüğünde Orhan salondaydı. Babasının gittiğini görüp, öyle çıkmıştı odasından. Dalgın, masaya bakıyordu. Nimet bir umut,
-Hadi, otur da bir şeyler ye.
Orhan başını salladı, neredeyse ürkmüş uçup gidecek bir kuş. Ilıttığı sütü uzattı. Birkaç yudum alıp bırakan oğlunun başını usulca okşadı. Orhan, umutsuzluk sinmiş bir gülümseme çabasıyla uzaklaştı. O da gitti.
Nimet, kimsenin el sürmediği masaya bakıp,
-Ben bu sofrayı niye kuruyorum ki?
diye söylenerek, toplamaya girişti.



Saat, 08 05

İmamoğulları'nın torunu Şükran giyinmiş, süslenmiş, tül gerisinden sokağı gözlüyordu. Başka tüllerin arkasında başka kızların olduğunu düşünmek onu sinirlendiriyordu. Sokaklarından rüyadaymış gibi geçip giden Orhan'ın, onun farkına varmamasına kızıyordu.

İşte, sokağın başındaydı, geliyordu. Geldi ve her zamanki gibi geçip gitti. Şükran hırsla perdeyi çekip, gidip salona kuruldu.
Annesi,
-Ne o, bugün Nevin'e gitmiyor musun?
-Gitmiyorum. Nevin Abla'ya da, başkasına da gitmiyorum işte.


08 15

Hadiye,bir türlü kahvaltısını bitiremeyen kocasının gözünün içine bakıyordu. Git be adam. Git artık be. Hayatta böyle tembel böyle aldırmaz bir adam daha görmedi. Herkes dükkanının başındadır şimdi çarşıda. Bu hala homini gırtlak tıkınıyor. Sabredemeyip boşalan tabakları toplamaya başladı.
-Ne acelen var kız? Bırak da doyunca yiyelim. Düşman malı değil kendi malımız.
-Hadi, kalk kalk, iki saattir yiyorsun yeter.
Kocası istemeye istemeye, yarım yumurtayla son peynir dilimini ağzına tıkıştırarak kalktı. Oh nihayet be. Git de işimize bakalım biraz. Bir dakikasını bile kaçırmak istemiyordu programın. İlkokuldan sınıf arkadaşı, sıra arkadaşının programıydı. Geçenlerde bir cesaret o da aramıştı. Tanımıştı onu Orhan. Kocasını çocuklarını sormuştu. Burnu büyümemişti, eski kibarlığıyla yerinde duruyordu arkadaşı. Hadiye hem çok memnun kalmıştı hem de altın günlerinde acayip havası artmıştı.


08 30

Orhan kostümünü giyinmiş, makyözün işini bitirmesini bekliyordu.
Karşısında kocaman bir ayna. O, bu aynada yüzünü değil, hafızasındaki bir zaman dilimini izliyordu. Ömer'i. Bir kara komedi repliğinden oluşan sahneyi.
"Gülme Orhan. Şerefsizim işler çok kötü. Eğer bu televizyon biterse ben de biterim. İtibarım gider. Atılım yapmamız gerek. Her şeyi ayarladık. Bir sabah kuşağı kaldı. Ne koyduysak izlemiyor bu kadınlar. Gel oyna şunu. Bir küçük rolü arkadaşına çok görme... Vermiyorlar işte. Oylarını vermeyen adamlar, otellerinin aşçılarını niye versinler? Burası da Bolu değil ki kardeşim, her önüne gelen aşçı çıksın. Hacer yemeği pişirir, Necati de görüntüyü kurtarır. Sen sadece yaparmış gibi yapacaksın. Onca yıllık tiyatrocusun oğlum niye korkuyorsun? Bir küçük rolle, ne paralar kazanacaksın aslanım."
Yenilginin beteri de varmış, o da böyle bir şey oluyormuş diye geçirmişti aklından. O kadar çalış, diret. Mücadele demiyordu artık. Direttiği şeyin adı mücadele olmaktan çıkmıştı. Hiçbir objektif koşul yokken, boş hayallerin peşinde kendini parçala, bu kasabadan farksız şehre tüm yenilmişliğinle geri dön. Kimseyle iletişim kurmaya gücün olmasın. Bu yaşta, harçlığını annenin vermesini hazmetmeye çalış. Şimdi de Ömer, her şeye tuz biber eken bu teklifle karşına çıksın. Sen bu teklifi çoktan hak ettin Orhan. Dibe batmanın sonu yokmuş anlaşılan. Ömer'e gülmüş, dışarı çıkınca, krize , tiyatroların kapanışına, inançlarının arkadaşlıkları gibi dağılışına verip veriştirmişti.
Sonra ne olmuştu peki? Önünden geçerken bir gün, kapısından içeriye girivermişti televizyon binasının. Dibin dibini mi merak etmişti? Canını daha ne kadar yakabileceğini mi görmek istemişti? Başkaları çok yaktı biraz da ben deneyeyim mi demişti?
-Orhan Bey yüzünüzü kastınız
-Affedersiniz.


08 45

Hafize Nine sağlık ocağında. Tansiyonunu ölçtürecek. Tansiyon bahane. Televizyonu iyi göstermiyor. Yirmi yıl önce okumaya, İstanbul'a gönderip de yitirdiği oğluna benzeyen Orhan'ı seyredecek. Hem doktor hanım da " Bırakın seyretsin, iyi gelir"demiş.


08 50

Kara Dayı mağazadaki bürosunda. Ruhu, programın bitiyor olmasının getirdiği rahatlama ile gelirken kendine sormuş bulunduğu, "Oğlanı bir kez olsa seyretsem mi acaba?" sorusunun ezikliği, adımları ise kapıyla duvar arasında gidip geliyordu.


Nihayet 9

Program başlıyor.
"Günaydın Hanımlar. Bugün sizlerle soya soslu nefis bir..........";
Bugün daha mı çok terliyordu ne? Eli ayağı daha mı çok titriyordu? Her zamanki gibi bunalmıştı. İki lafı bir araya getirirken zorlanıyordu yine. Her gün giderek çoğalan ama bugün hiç ara vermeden bağlanan telefonlardan, her çeşit renk, ton ve vurguyla tarif soran, ekleme yapan ve susmamacasına, "devam" diyen kadın seslerine yetişemedi. Nasıl bir yemek yapıldığını da bilemedi. Çekimi zar zor tamamlayıp, canını stüdyonun dışına dar attı yine. Yine ağlamaklı olmuştu ama bu kez daha çok yorgunluktan sayılabilirdi.


Saat halen 9

Nimet, pür dikkat televizyon karşısındaydı. Gözünü kırpmadan, ekrandaki oğluna bakıyordu. İlk gün, küçük gelin , " Anne televizyonu aç. Orhan Abim " diye, telefon ettiğinde, zor bela kanalı bulup, oğlunun gözlerindeki o korkuyla karşılaştığında ağlamış, damatlar arkasından ileri geri konuştuğunda kederlenmiş, fısıldaşmalardan alınıp birkaç gün konu komşudan ayağını kesmiş, kocasının tepkisinden çekinmiş ama oğlundan hiç utanmamış, hiçbir programını kaçırmamıştı. Sonraları Orhan'ın terbiyesinden, görgüsünden, yakışıklılığından da konuşulmuştu şehirde, sabah şekeri olmasından da. Aldırmamıştı Nimet.Yalvar yakar kardeşine hava durumu sunduran Halime'nin, orada burada, "Şekspir Usta","Terbiyeli Şekspir " demesine de aldırmıyordu. Küçük gelin, hem aldırıyor hem de kızıyordu.
Kim ne derse desin, Nimet, oğlunu da ekrana yansıyan mahcubiyetini de seviyordu.


Saat 10

Orhan stüdyodan çıkınca, on üç haftadır ilk kez, koşturmadan geçti koridorları. Soyunma odasının kapısını ilk kez çarpmadan, telaşsız sürgüledi. Kepini, önlüğünü, pantolonunu çıkarıp güzelce katladı, bir sandalyenin üzerine özenle bıraktı. Kendininkileri giyindi. Odanın içindeki banyoda, elini yüzünü yıkadı. Kapıyı tıklatıp;
" Çay içer misin " diye soran kadına ilk kez, " Olur Türkan Abla " dedi. Kadın, " Ay! İsmimi de biliyormuş, canım benim " şaşkınlığını yaşadı bir an. Koşarak getirdi. Orhan, çayını içip, odaya son kez baktı. Çıkarken, yeni bir çekimin hazırlıklarıyla uğraşan Necati'ye, " Eyvallah hocam. Yardımların için sağ ol " dedi. Necati'nin, arkasından uzun uzun bakıp, " Vay be, " demesini duymadan gitti.


Yine 10

Ömer, uzaktan kumandayla televizyonun sesini kıstı. Döner koltuğunu çevirip makam odasının penceresinden dışarıya, uzaklara, dağlara doğru baktı, daldı. Kendi kendine, "Ne yapacağız bakalım " diye mırıldandı. Tutmasına çok iyi tutmuştu program da bu kadar tutması neye alametti?
Zırlayıp durmasın diye kapattığı cep telefonunu açmaya niyetlendi. Vazgeçti. Şimdi onu da rahat bırakmazlardı. Hele o Şükran yellozu, hayatta rahat vermezdi. Masanın üzerindeki kablolulardan birinin ahizesini kaldırdı.
-Çok acil bir şey varsa bağla, Mehmet'e de söyle hazırlansın, çıkacağım.


10 15

Orhan yolda, başını önünden, bakışlarını yerden kaldırmadan, soluk soluğa geçiyordu arka sokaklardan yine. Yanıtlayamadığı sorularla kalbini dağlamıyordu bugün. Kabusun son perdesi bu sabah kapanmış. Kendine yönelik öfkesi şimdilik sinmiş. Yine de, her köşe başından biri çıkıp, " Nasıl yaparsın? " diye soracakmış gibi hızla yürüyor. Yine ilk hedefi parkın ve Sezai'nin ıssızlığına sığınmak.


10 20

Nimet telefona mutfaktan koşup yetişti. İmamoğulları'nın Şükrandı arayan. Geç bile kalmıştı.
-Nimet teyzeciğim Orhan Bey eve geldi mi?
-Gelmedi çocuğum.
-Belki bugün gelir diye düşünmüştüm.
-Bugün de gelmedi.
-Acaba siz de devam etmesini söyleyebilir misiniz? Çok yararlı oluyordu.
-Söylerim çocuğum....Sana da iyi günler. Ninene, annene selam söyle.

Aşk olsun şu kıza. Kara Dayının evini, Orhan'ın programı için aramaya bir o cesaret edebiliyordu. Ne de olsa koskoca sülalenin tek kız torunuydu. Şımartılmıştı. Nimet, Şükran'ın mağazayı da aradığını bilmiyordu.
 

10 25

Orhan sağ salim parka vardı. Şehrin büyük bir bölümünü kaplayan bu geniş ve tarihi yeşillikte, sokaklarda sabahlayan birkaç göçmen çocuk, karıları ya da gelinleri tarafından öğlene kadar gelmemeleri sıkı sıkı tembihlenerek evlerden kışkışlanmış birkaç ihtiyardan başka kimse yoktu. İlk kez kuşların neşeli şakımalarını duyar haldeydi. Sezai'ye bakındı. Ortalarda görünmüyordu. Kapısı her zaman açık olan kulübeden içeri girdi. Mutfak olarak kullanılan bölüme geçip ocağa çay suyu koydu. Kulübenin önündeki banka oturup beklemeye başladı. Üzerine bir yorgunluğun daha ötesi bir gevşemenin gelip oturduğunu fark ediyor gibiydi. Gözleri kapanıp kapanıp duruyordu. Direnemeyip banka uzandı. Sızdı kaldı.


10 30

Kara Dayı büroda Ömer'le oturuyordu. Günlerden sonra yüzü tutabilmiş de gelebilmiş Ömer. Kara Dayı, kızsın mı sevsin mi bilemiyordu. Şeytan tüyü çoktu bu oğlanda. Yine, ne numarası vardı acaba? Ömer çayını höpürdeterek, "Haklısın dayıcım " dedi, " Ben de pek münasip bulmuyorum Orhan'ın yemek programı yapmasını" dedi, "tiyatro" dedi,"ücret" dedi, "reyting" dedi. Kara Dayı denileni duyuyor ama algılayamıyordu. Bir tek Ömer'in giderken söylediğini çok net anladı " Kayıtların hepsi duruyor ne zaman istersen gel birlikte izleyelim"


10 40

Sezai, çarşı esnafının her sabah yaptığı gibi kendisi için hazırladıkları poşetleri toplamış gelmişti. Bir dolu yeşillik, kaynatılmış yumurta ve sıcak bir somunla Orhan'ın başına geldi. Uyuduğunu görünce içeri girdi. Yeşillikleri yıkadı. Kaynaya kaynaya suyu bir parmak kalmış olan çaydanlığa su ekledi. Sebzeleri doğradı. Bardakları, peyniri, reçeli çıkarıp hepsini büyükçe bir tepsiye dizdi. Dışarıya çıktı bir iskemleye ilişti ve Orhan'ı seyretmeye koyuldu.


11 30

Sezai, Ömer ve Orhan parkta kahvaltı masasındaydı. Hepsi suskundu. Ömer yermiş gibi yapmayı da bırakmış Orhan'ı seyrediyordu. Farklı bir yanı vardı sahiden bu oğlanın. Muhallebi çocukluğu değildi onunkisi. Paraya pula önem vermeyen haliyle başka bir medeniyetten gelmiş gibiydi. O yüzden miydi bu kadar kadının ilgisi? Arkadaşının yüzünde, bu güne kadar görmediği bir dinginlik sezdi. Bir daha baktı. Doğruydu. Yan yana geçirdikleri hiçbir çağında olmayan bir ifade. Bir barış ifadesi. Bir anlayış, kavrayış. Tam o zamanda kendisi kavradı. Bu oğlan bir şeylerin eşiğini geçmişti. İyileşiyordu. Bu iyileşmeyi de, yakıştırmak istemiyordu ama bu şehrin kadınları sağlamış, onlar sarmıştı yaralarını. Güldü. Kime anlatsa, asla inandıramayacağı bu sonuca kahkahalarla güldü. Orhan'la Sezai merakla yüzüne baktılar. Ömer fırladı kalktı.
-Akşama beni bekleyin. Geleceğim. Ve sen de televizyonda ne program istiyorsan onu yapacaksın. İtiraz istemiyorum tamam mı? Tiyatro diyorsan tiyatro olsun. Lan Şekspir, öyle bir teklifle geleceğim ki sen bile şaşıracaksın.
Dedi ve çok acelesi varmış gibi koşarak gitti.

içindekiler







 

 

EY ŞAİRLER! İÇİMİN FIRTINA KUŞLARI


Şiddet ayaktaydı.
Kanlı olanı bizden uzak sayılırdı.
İşimiz, ücret karşılığı şiddetle uğraşmaktı. Ama ne yazık ki bize de bulaşmıştı.
Böyle bir deli zamandı.

"İş" dediğimde anlatabiliyorum değil mi? İnsanları iyileştirmek, evler, yollar, su kanalları yapmak, yiyecek üretmek, çocukların hayatı öğrenmesine rehberlik etmek, adaleti sağlamak gibi bir şeydir nihayetinde. Bir görev. Bizimki de şiddeti söndürmekti ve kimileri için iyi bir maaş karşılığıydı.

Mezuniyetimden on iki yıl sonra, sadece içtenliksiz bulduğum için uzak durmaya çalıştığım bu alana, Sosyal Hakları Kullanma ve Ötekileri Koruma Kurumu'na geri dönmüştüm. Kurum dışından gelen yeni genel başkanın, sosyal barışçı olmasından etkilenmiştim. Şiddetle baş etme uzmanı kadrosu olmayan yerlerde, mesleğimi yapacağım diye düşük ücretle çalışmaktan bıkmıştım. Ama geldiğimin birinci ayı, karşılaştıklarımdan gerçekten ürkmüştüm. Başkaları bir yana kendimi koruyamayacağım endişesine kapılmıştım.

Bugün asla şaşırtıcı gelmeyen, o günlerde çok şaşırtıcıydı benim için. Merkez ve bağlı organlarının bu denli ters işletilmesi kızdırıcıydı. Şiddetin kendisiyle değil de görüntüsüyle uğraşılması hatta üstünün örtülmeye çalışılması sinir bozucuydu. Prizma şeklinde oluşturulmuş örgütlenme yapısında yukarıda yer almak, konumunu korumak, ya da sadece öfke boşaltmak için şiddete bulaşılması kahrediciydi. Böyle davranılarak yaygınlaştırılan ve bir gündelik hayat alışkanlığı haline getirilen şiddetin kaçınılmaz kurbanları olunacağının ayrımına varılamaması sabır taşırıcıydı. Tüm bunların da ister bireysel ister sosyal, karşıt eğitim almış insanlar tarafından yapılması, umut kapılarımın kapanışıydı.

Gerekli gördüğünde şiddet kullanabilen veya kullanılışına göz yumabilen insanların güçlü olabildiği bir yapı oluşmuştu. Tabi ki pasif şiddet kullanıyorlardı ve bunu en zarif en şık en anlayışlı halleriyle yapıyorlardı. Öyle oluyordu ki bazen genel başkanı bile kandırabiliyorlardı. O da bir olumsuzluk hissettiği an kılıcını kuşanıp, kendinin ya da en yakınındakilerden birinin canına okuyordu. Tuval boyayan bir kadının yönlendirmesiyle darbelerden biri de beni hedefleyip bulmuştu. Kötü yaralanmıştım. Ağlayışlarımı eve saklayıp, dilimi tutmuştum...Kime ne diyecektim? Hatalı olan bendim. İktidarın başındaki birine nasıl güvenebilmiştim? Onun bile bu ortamdan mağdur olabileceğini nasıl hesaplayamamıştım? Yeni bir başkanla, işlerin sihirli bir değnek dokunmuşcasına hemen düzelebileceğini nasıl umabilmiştim? Karanlık bir köşe bulup sığınmıştım. Canımın acısına teslim olup oturmuştum.

Tam o aralar, geldiğim yerin büyük başkanının, geri dönmemi istediğini öğrenmiştim. Bunu, sıkıntılarımı çözmek kadar genel başkana karşı bir koz elde etmek için yaptığını da anlamıştım. Dönmek, bu cehennemden kurtulmak demekti. Ben talep etmiştim. Ama genel başkana karşı, ufak da olsa bir utanç ruhumun derinliklerinde bir yerde, sürekli kendini anımsatmayacak mıydı? Karanlığıma razı olup gitmemiştim.

Yine aynı sıralar, genel başkanın beni çok özel bir grupla zaman dışı bir göreve göndermeye karar verdiği fısıldanmıştı kulağıma. Oraya da gitmeyecektim. Emeğimin sonucu olmayan bir büyük ödülle mi gönlümü ferahlatacaktım? Şiddet karşıtı olan genel başkan, bana ayrımcı davranarak mı yönetimde hakkaniyetli olacaktı? Gitmeyecektim işte. Bu kez gerçekten fena basılmıştı damarıma. Kızgınlığım ve yaralanmışlığım anlaşılmasın diye sürekli kaçıp saklanan ben, gidip başkanla görüşmüştüm. Başka çıkışım olmadığından da, onu öfkelendirerek gitmemeyi başarmıştım. Ertesi gün yeniden gidip, bu imtiyazı neden kendime yakıştıramadığımı anlatmıştım. İkna olmuş görünmüştü. Artık böyle görevlerde adım geçmez diye düşünmüştüm. Aradan altı ay bile geçmeden, başka bir zaman dışı göreve, elli yıl ötesine seçildiğimi yine başkalarından öğrenmiştim. Bu kez grup daha sıradanmış, daha kalabalıkmış, görev alanımla ilgili gönderiliyormuşum ve itiraz istenmiyormuş.

Bir anlamda bu yolculuğa mecbur edilmiştim. Yorulmuştum artık. Kızdırmayı da hırpalanmayı da göze alamıyordum. Konuyu büyütüp, genel başkanın yıpratılmasına da neden olmak istemiyordum. Huysuz da olsa iyi bir adamdı. Yapılacak tek şey, geziyi kabullenmekti. Yakın çevresindekilere şakayla karışık, gidip bir daha dönmeyeceğimi söyledim. Zaman kaçağı olacaktım. Görürdüler o zaman beni zorla gönderenler.

Gittim paşa paşa, Küresel İletişim ve Güvenlik Dairesinden, görevli geçiş belgesini aldım. Diğer evraklarımı hazırladım, işlemlerimi tamamladım. Her ihtimale karşı en kalın giysilerimi koydum bavula. İleriki yılların yiyeceklerini bilmediğimden, el çantamı annemin kurabiyeler ve konserve kutularıyla doldurdum. Yolculuk günü gelip çattı.

Kız kardeşim, üsse giden araçların kalkacağı yere kadar geçirdi. Daha ötesini istemedim. Bu yolculuktan korkuyordum. Ne kadar saklamaya çalışsam o kadar çok anlıyordu. Onu kucaklayıp, alelacele araca bindim. Üsde grupla buluştum. Herkesde bir heyecan bir heyecan. Bu yolculuk, çoğumuz için ilk. Çeşitli güvenlik kapılarından geçirilip, zeplinlere benzeyen büyük bir kapsüle bindirildik. İçerisi dar, basık ve kalabalıktı. Bizi oturtup koltuklarımıza bağladılar, başlıklar taktılar ve hareket etmememizi söylediler. Kapsül öyle bir hareket etti ki, göğe mi yükseldik yerin altına mı girdik anlayamadım. Dar yerlerde bunalır, soluk alma güçlüğü çekerim. Üstüne üstlük kulaklarım tıkandı. Kalkışın sarsıntısı geçip belli bir rotaya girildiğinde de sürdü şikayetlerim. Aleminyum döşemeden, plastik yelek ve eşyalardan, kapalı kalmaktan boğuluyordum. Bitmesini sabırla bekliyordum.

Sonunda vardık. Kapsül yuvasına oturdu. Kilitlerimiz açıldı, başlıklarımız çıkarıldı, inme hazırlıklarına giriştik. Çıkışın önünde üç üniformalı tarafından durdurulduk. Buz gibi bir ifadeyle evraklarımızı inceliyorlardı. Belgelerimizde, kendi zamanlarının çağrısıyla geldiğimiz yazılıydı. Okumalarına rağmen direniyorlardı. Davetli, izinli, kaçak ne olursa olsun bazılarının başka zamanlardan gelenleri istemediklerini duymuştuk. Onlardan olmalıydılar, ayrımcılardan. Alttan almadık, ama kapsülden de kaçarcasına indik.

Üsdeki hız, hareket, kalabalık ve ışık baş döndürücüydü. Mevsim kıştı. Teknolojik gelişimle açık alanlar bile ısıtılmıştı. Buna rağmen üşüyordum. Yürüyen yollar, yürüyen merdivenler, yürüyen mağazalar ve başka hiçbir şeyin olmadığı kadar yürüme hızları önemli olan insanlar. Bir an durup, bütün bu hareketliliğe bakmamızdan rahatsız, eski zamandan gelme olduğumuzu anladıklarından uzak, çevremizden akıp gidiyorlardı. Rehberlerimiz tam dakikasında geldiler. Biri kadın, üç kişiydiler. İvedilikle tanışıp ivedilikle aracın bizi beklediği yere götürüldük. Her şey ne kadar yapay ve hızlıydı. 2043 böyleyse, bu yılı hiç anlamamıştım.
Hayata dair ne vardı ki burada?

Hayata dair olanları da gördüm sonra. Rehberlerimiz her gün bir yere götürdüler bizi. İnsanları şiddetten korumak için oluşturulmuş mekanizmaları tanıma gezileriydi bunlar. Kimi 2043'le ilk yüz yüze geldiğimiz anki kadar mekanik, mesafeli ve ifadesizdi. Ama bir kısmında sıcaklık vardı. Bilgi, birikim, cesaret ve çaba vardı. Kendi zamanım için, "Keşke yapabilsek," dediğim bir çok şeyi gerçekleştirmişlerdi. Küçük yapılardı belki, etki düzeyi sınırlı duyarlılık gruplarıydı ama yaygındılar ve oturmuşlardı. Kendilerini dezavantajlı olanlardan ayırıp yüceltmek yerine birlikte, özgürlüğü eşitlikle yaşayan bireyler olmaya çalışıyorlardı. Benim hayattan anladığım da bunlardı işte.

İleri zamanın her şeyini, dört göz dört kulak izliyor, dinliyor, kokluyordum. Anlatılan her şeyi kana kana içiyordum. Çarşılarına da gittik, eğlence yerlerine de. İçkilerinden içtik, yemeklerinden tattık. Sokaklarında avare dolaştık, şarkılarını dinledik, alış-veriş yaptık. Bu yıllar, insanlığın daha rahat yaşadığı yıllar gibiydi. Yaşam biçimlerine, şehirlerine, evlerine sahip çıkan bir halleri ve bu sahip çıkmaya bir vurguları vardı. Katıydılar. Kalıpları dışında bir davranış, giysi, renk rahatsız olmalarına yetiyordu. İleri zamanları onaylarken, kendi zamanlarından olanların bir kısmını da eskilerden gelmişler kadar itebiliyordu. Bazıları en azından, "yokmuş gibi" tavır takınabiliyorlardı. Ne zaman böyle bir izlenim edinsem, geleceğe yönelik umudum da kırılıyordu... Neyse ki çok geçmeden inancı ayrı, tarzı, anlayışı ayrı insanlarla karşılaşıyorduk. Bu karşılaşma rahatlıktan, konfordan, pırıltıdan çok daha iyileştirici oluyordu benim için.

İleri zamanda kalış süremiz hızla tükeniyordu. Günde iki-üç yere inceleme ziyaretine gittiğimiz oluyordu. Akşamları bile boş durmuyorduk. Bir akşam da yemeğimizi yedikten epey sonra çıktık. Zamanın araçlarına, araçların hızına alışmıştık artık. Ama bu kez biraz farklıydı. Aracımız değişmiş, oturduğumuz yerlere başlıklar konmuştu. Kontrollü bir biçimde yerleştirildik. Her gün başka yerlere, başka biçimlerde gittiğimizden genel havamızla çıktık yola. Neşeli ve meraklıydık. Gece yarısı gidilebilen bir yer görecektik. Rehberlerimiz biraz gergin gibiydi. Üzerinde durmadık. Aralarındaki ilişkiler bazen gerilebiliyordu.

Diğer gezilerimizden çok daha hızlı gidiyorduk. Uzun bir yoldu anlaşılan. Aracın hızı da habire habire artıyordu. Karanlık bir tünelde giderken bir ateş topunun içine düşmüş gibi olduk. Işıktan gözlerim kör olacak sandım. Tadı kaçmıştı herkesin. Kimse konuşmuyordu. Bir başka gidişti bu. Bir başka boyut sanki. Ansızın bir duruş, karanlık ve sessizlik.

Rehberlerimiz inişte fısıltıyla, acele etmemizi ve sessiz olmamızı söylediler. Yalnızca onları takip etmeliydik. Gecenin ayazından mıdır, havadaki gerilimden midir bilinmez, titriyorduk. Sık ağaçlı bir ormanın içindeydik, içlere daha içlere götürülüyorduk. Derinden derine silah sesleri ve havlamalarla izleniyor gibiydik. Rehberlerimiz sürekli hızımızı artırmamızı işaret ediyordu. Ne oluyordu?...Grup hiç de böyle bir gezi beklentisinde değildi. Olumlu ve yumuşak gezilere alıştırılmıştık. Anlayamıyorduk. Yoğun bir sis tabakasının içinde, tek sıra halinde koştururcasına sürükleniyorduk. Bir yanıp bir sönecek olduğu bildirilen feneri arıyorduk. Düdük sesleri geliyordu kulağımıza. Artık gözetleme kulelerinin, askerlerin ve dikenli tellerin çok uzakta olmadığı gibi bir duygu yükseliyordu içimde. Bir çatışmanın içine düşmüş kovalanıyor gibiydik.
Aman Allahım! Sanki ayağım kaydı ve birden toparlandım.

1943'de, savaşın ortasındaydık.

Şalım başımdan kaymış, mantomun önü açılmış ama yanıyordum. Eldivenlerimse, ellerimi bırakıp ceplerime yerleşmişti çoktan. Kalın tabanlı botlarımın altında kuru dallar çıtırdıyordu. İçime baktım, korkunun zerresi yoktu. Felaket bir merak bir heyecan zorluyordu kalbimi. Ben bu savaşı göreceğimi biliyordum.

Feneri bulduk sonunda. Yönümüzü ona çevirip ilerledik. Soluk soluğa kalmıştık hepimiz. Karanlığın içinden, kara kasketli kara giysili bir adamla bir kadın çıkageldi. Onların yanında yürümeye başladık. Yüksek ağaçların arasına gizlenmiş iki binayı ancak burnumuzun ucuna gelince fark edebildik.

Geniş bir salona aldık hemen. Bizi getiren iki kılavuzla birlikte beş kişiydiler. Bakışlarındaki ışıltılı gülümseyiş, içimle birlikte salonu da ısıtıp aydınlatıyordu. Yoksa mum ışığı loşluğundaydı tüm bina. Paltolarımızı çıkarmamız ve rahat etmemiz söylendi. Kocaman bir masanın etrafına oturtulduk. Çörek ve çay servisi yapıldı. Herkes ferah bir nefes aldı. Rutin toplantı düzenine kavuşulmuştu nihayet.

Çevreme baktım. Buraları biliyor gibiydim. İçerisi, döşenişi, insanları, sadelikleri...Gerçekten çok iyi bildiğim bir yerdi burası. Belki izlediğim filmlerden, okuduklarımdan, belki hayallerimden. Biliyordum işte...Zaman kaçakları kampıydı burası. Şiddetin tüm dünyayı ırkçılık üniformasıyla yakıp yıktığı bir dönemde, bir avuç gözüpek insanın kurduğu bir yerdi. Her zamandan her dilden her coğrafyadan her kimlikten insanın da sığınabildiği bir yer. Bu görev gezisinden asla böyle bir sürpriz beklemiyordum. Olağanüstü bir deneyimdi.

Boğazıma bir şey tıkanıyor, yüzüme ateş basıyordu. Kara kasketli adamla göz göze geldim. Ruhumdaki tüm fırtınayı izlemişti. Başımı eğdim ve toparlanmaya çalıştım. Akabinde resmi görüşmeler başladı. İnsanları zulümden ve zulüm korkusundan korumaya çalışan grubun üyesi olmalıydı ki kampı kasketli adam anlatıyordu. Ne yapıyorlar nasıl yapıyorlar aktarıyordu. Uzak denizlere açılan gemi kaptanlarına, içimde kıyametler yaratan dizelerin şairlerine benziyordu. Soluksuz dinliyordum. Grup birkaç soru sordu yanıtlarını aldı. Diğer binaya geçmek için paltolarımızı giyindik.

Bahçede kaptanla yan yana düştüm. Sormayı istediğim her şeyi anlatıyordu. Tüm zamanlardan zulmü ayıklamaya çalışıyordu. Anladım, karşımda duran adam bir zaman asisiydi. Zaman tanımaz, sınır tanımaz sadece onur tanır bir adam.
Diğer binada değişik zamanlardan kaçanların tanıklıklarını, zorlu yaşam öykülerini dinledikten sonra rehberlerimiz, gitme saatinin geldiğini bildirdi. Kampın her yerini görmek, her kaçağı tanımak istiyordum. Ama bir program vardı. Grubun her üyesi bu ziyaretten benim kadar etkilenmemişti. Hiç memnun olmayan bile vardı. Aklımı orada bırakıyordum. Cesur insanlardan mı, yerlerinden yurtlarından edilip onlara sığınanlardan mı olduğumu bilemeden yola çıkarıldım. Kendimden ayrılmış gibi oldum.

2043'de üç gün daha kaldık, bir-iki yer daha gördük. 1943'de bıraktığım hiçbir şeyi geri getiremiyor, bir türlü dikkatimi toplayamıyordum. Buna da çok aldırmıyordum. Orayı gördükten sonra her şey solgun gelmeye başlamıştı. Solan bir şey yoktu oysa. Kampın rengi çok canlıydı sadece. Ruhumu allak bullak edecek kadar canlıydı.

Döneceğimizden bir gün önce, gidip tanıştığımız, konuşup bilgi aldığımız insanların bir kısmı veda partisine geldi. Kaptanla arkadaşları da gelmişti. Danslar edildi, şarkılar söylendi, yenildi, içildi...

O akşam zaman; geniş, derin, sonsuzdan gelip sonsuza giden bir nehirdi benim için. Zaman kuşaktan kuşağa akarken, insanlar da akışlarda oluşan damlalar gibi bir oluşup bir yok oluyordu. Nehrin uzak, farklı kıvrımlarındaki bizler, bir akış değişiminde, bir anlık bir araya gelmişiz gibi hissediyordum. Bu birliktelikten, inanılmaz bir coşku duyarken, anlık bile olmamasının kederini de bastıramıyordum.

Kaptan benimle konuşmak istedi, ben de çok istiyordum. 2043'de kalmamı öneriyordu. Zamanımın şiddetinden korkuyordu benim için.İstersem, kendisi gibi 1943'e, zaman kaçakları kampına da yerleşebilirdim. Korunacağımı söylüyordu. Bana bir kapı açmaya uğraşıyordu...Ne fark edecekti ki?...Şiddet hep kendine en cazip söylemleri kalkan edinip, az ya da çok, pasif ya da kanlı tüm zamanlarda yer alacak olduktan sonra ne fark edecekti?.. En iyi bildiğim yerde ve zamanda aramalıydım ne arıyorsam. Anlaşılamamanın kırıklığıyla ayrıldık birbirimizden.

Dönüş, gidişten daha zor oldu benim için. Başlıklara, bağlanmaya, yeleklere tahammül edemiyordum. Hiçbir şeye tahammül edemiyordum. Midemin bulantısına bir bardak içki iyi geliyordu da hüznüme ilaç bulamıyordum. Bu kalp sızısıyla uzun süre yaşamaya alışmam gerekiyordu.

Döndükten birkaç ay sonra, ortalık iyice karıştı. Genel başkan, bırakıp gitti şiddetimizin koynuna bizi.

Birkaç yıl kederle, umutsuzlukla, güceniklikle sustum. Sonra yavaş yavaş, sindire sindire anlattı bana hayat.

Kimse işimizi doğru dürüst tanımlamamıştı bize. Okul yıllarında; mevzuat, teknik, tarihçe anlatılmıştı da şiddete değinilmemişti. Diğer okullardan gelen az sayıda bazı hocalar ayrı, kadrolu hocalarımız şiddetle yüzleşememişlerdi ki bizi de yüzleştirebilsinler.

İş yerimizse, bizi işimizden daha uzağa düşürmeye yönelik bir yapıya dönüştürülmüştü. Özel statüsünü, şiddetin kutsandığı bir zaman diliminde, yüksek makamların izniyle elde edebilmişti.

Özel yapımızın dışında genel yapıda da kimse işinin ne olduğunu bilmez hale gelmişti. Yoksa; mutfaklarla arka odalar kadınları, evler, sınıflar, sokaklar çocukları, geceler gençleri, şairleri, düşleri, kentler yoksulları bu denli sessizce yok edebilir miydi? Haber yerine tencere, tava verebilir miydi gazeteler? Gece kapısı çalınan, çalanın sütçü olmadığından, bu denli emin olabilir miydi? Herkes işini yapsa, bize bu denli ihtiyaç olabilir miydi?

Çok uzak bir yıldıza bakmışım ben. Ömrümün görmeye asla yetmeyeceği bir zamana. Her canlının, bir başkasına zarar vermeden, istediği her şeyi yapabildiği, yaşayabildiği, kimsenin öteki olmadığı bir yer istemişim. Ve hepsini bugün istemişim

Yine şiddet var, bir deli zamandayız işte.

Ama ben varım. Dizeler var.

Su çürümedi daha.

içindekiler












BİR AĞUSTOS HİKAYESİ


Bu Ağustos geceleri eskiden de böyle miydi? Bu kadar ıslak, sıcak mı oluyordu? İnsanın nefesini tıkayacak kadar ağır. Amaaaan! gençken ne ıslağı ne sıcağı hissediyordun. Her şeyle baş edecek bir coşku, enerji yıllarıydı onlar. Şimdi öyle mi ya? Sıcaktan, soğuktan, nemden, rüzgardan, her şeyden etkileniyordu vücut. Hele hormonlarında azalma başladıysa, iyice berbat oluyordun.

Saat on buçuk on bir civarı olmalıydı. Annesi, yemekten sonra ilacını içip hemen yatmıştı. Tansiyonu akşama doğru biraz yükselmişti. Yükseleceğini adı gibi biliyordu. Konserve yapacağım diye tutturmuş, pazara gitmiş, getirdikleriyle uğraşmış kendini hırpalamıştı. O da, ben söylemiştim dememek için kendini baskılayıp annesine yardımcı olmaya çalışınca yemek de bu saate kalmıştı tabi ki. Masayı toplamadan önce bir sigara içmeye mutfak balkonuna çıkmıştı. Sırtını balkonun duvarına dayayıp kibriti çaktı. Sigarayı yaktıktan sonra alevi seyretti, parmaklarını yakacak noktaya gelmeden üfleyip söndürdü.

Oh! Şu sigara da bu saatte ne iyi gidiyor. Yanına şöyle köpüklü bir kahve de yapsa mıydı acaba? Neyse, işler bitince çok yorgun olmazsa kendine bir güzellik yapardı belki. Ha şöyle es biraz be, es biraz daha. Bak, sokak ne güzel olmuş. Ay yollara vurmuş. İnsanlar çekirdek çitleyecek kadar koşuşturmadan sıyrılıp sakinleşmiş. Çocuklar yaladıkları dondurmalar kadar yumuşamış, tatlılaşmış. Balkonlarda çay sohbetleri başlamış. Bangır bangır müziğin yerini insanın kulağını hafifçe okşayan alaturka almış. Biraz daha es hadi. Kahveden vazgeçip çay mı koysa yoksa? Ya da bir çılgınlık yapıp, Kadriye'lerin evine taşınmış olanların yaptığı gibi, bir çilingir sofrası mı kursa?

Kendisiyle baş başa kalabildiği ender saatlerdi bunlar. Bir aya yakındır evine gitmemişti. Buradayken de akşama kadar gelen giden, komşu, örgü örnekleri, televizyondaki yemek programları, diziler, çayın yanına kekler, börekler, mevsim ucuzlukları, şehir söylentileri. Aslında annesinin ona gereksinimi yoktu. Biraz unutkanlık biraz tansiyon azıcık romatizma. Çağırmamıştı da kadıncağız. Kendiliğinden çıkıp gelmişti. Babası son gidişinde Almanya'dan dönmemeye karar verince, annesinin yalnız kalamayacağı gibi bir fikre kapılmıştı. Kendinden küçük üç erkek kardeşi evli ve çocuklu olduğundan bu işi o üstlenmişti. Dul ve çocuksuz olan kendisiydi. Emekli olan da. Aile içinde kimseyle konuşmadan böyle bir kararı alıp uygulamıştı. Oysa araştırma dosyası evinde, yarısı yemek masasının üzerinde yarısı bilgisayarda, tamlanmak için onu bekliyordu.

Ne çabuk bittin öyle? Daha yeni tüttürmüştük şunun şurasında. Neyse, hadi kızım Roza, dedenin gençliğinde tutulduğu Rum kızına benzediğin için on beş yaşında taktığı isimle Beyaz Roza, git topla şu bulaşıkları. Topla da rahat otur.

Elinde dalgın dalgın oynadığı sönmüş izmariti çöp kovasına atmak için eğilip de bitişik balkonda, karanlıkta parlayan bir çift gözle burun buruna gelince ne yaptığını bilmeden içeri kaçtı. Karanlıkta masaya çarpıp üzerindeki tabak çanağın gürültüyle birbirine girmesine neden olunca daha bir telaşlandı. İlk işi vestiyere koşup bakkala, kasaba giderken elbiselerin üzerine aldığı şalı kapıp çıplak omuzlarına sarmak oldu.

Kedi değildi, kedi değildi, kedi değildi. Şu lanet olası toka hangi cehenneme kayboldu? Yemin ederim kedi değildi. Ya içeri girerse. Kapıyı kilitlemeliyim. Annem uyandı mı ki? korkmasa bari. Allah kahretsin, nereye koydum şu tokayı. Az önce başımdaydı daha. Polisi arasam mı acaba? Gülten'in kocasına mı haber versem? Çoktan üçüncü uykuya geçmiştir o hımbıl. Hiç korkuları yok adamların. Bu vakitte hırsızlığa mı çıkılır? Ama niye atletliydi? Böyle soyunuk mu çıkıyorlar bu işe? Ah be Roza. Sen yanıyorsun da onlar donuyor mu sanki. Başka dünyaların insanları mısınız? Hırsızlar da sıcaklayabiliyor. Niye oturmuş da senin kadar keyifli sigara içiyordu peki? Bu kadar dingin bekleyebilirler mi uyumanı? Başka bir evi mi dikizliyordu yoksa?

Gürültü etmemeye çalışarak annesinin odasına gitti. Neyse ki uyanmamıştı. Uyanık olsa daha iyi olur muydu? İki çift laf ederlerdi hiç değilse. Evin içinde boş boş dolaştı. Tüm pencereleri kapattı, açtı. Üçüncü katta, duvarda yürüyecek hali yoktu ya adamın, hele ışıklar yanıyorken ve kendisi ayaktayken. Gündüz o balkonda olduğunu anımsayınca içi bir tuhaf oldu. Arada bir duvar, bir demir parmaklık falan da yoktu ki? Annesiyle, rahmetli Aliye Anne evler ilk alındığında kaldırtmışlardı aradaki her neyse onu. Yerine saksılar çiçekler koymuşlardı. Kocaları gurbette olan iki gencecik kadın, güvenlik ihtiyacı kadar yalnızlıklarına da çare olarak yapmışlardı bunu her halde. Onların da işine gelmişti. Çocukluklarını gençliklerini iki ayrı evde iki ayrı anneyle geçirmişlerdi. Birinden sıkılınca. bir adımda diğerine geçiverirlerdi.

El alemin hırsızı gelip de zulalansın diye mi o cehennem sıcağında yıkandı, paklandı o balkon? Pis adam, şimdi külü de izmariti de atmıştır ortalığa. Hizmetçin var sanki. Aman Allahım, ya adam sapıksa? Bir de seni seyrettiyse, gör gününü. Dağılmış topuzun ve açık saçık geceliğinle tam fantezi objesi gibi görünmüşsündür gözüne.

Salonun ortasında dikeliyor, mutfağa geçemiyordu bir türlü. Lanet tokayı bulmuş saçlarını toparlamış üşüyormuş gibi şala sarılmış duruyordu. Adamın sapık olma olasılığını düşünmek hırsız olmasını düşünmekten daha çok sinirlerini uyardığından hırsla mutfağa doğru birkaç adım attı. Oradaysa, kesinlikle polisi arayacak, onca gürültü patırtıyı, annesinin uyanmasını, çevredekilerin merakını göze alıp canına okutacaktı. Kendisi çevreden görülmemek için mutfağın da balkonun da ışığını yakmadan, balkona hep çekinerek çıksın, adam burnunun dibine kadar sokulup onu seyretsin. Var mı öyle iş? Namussuz herif. Işıkları yakmasa da karşı pencerelerden vuran aydınlıkla çamaşırlarını bile görmüş olabilirdi. Yok be ya, tüm ürkütücülüğüne karşın sapıkça değildi sanki bakışları. Korkmuş bile sayılabilirdi.

Korkmak mı? Yok o kadar da abartma Rozacım. Kim korkar orta yaşlı, paçoz bir kadından? Hem bunlar korkmaz ki. Çekip çekip öyle çıkıyorlar bu işlere. Kendilerinde bile olamıyorlar.

Mutfağın kapısına gelip durdu. Adamın kafasının bulanık olma ihtimalini düşünmek ürkütmüştü biraz. Balkon Kapısını kilitlemişti ama nihayetinde üst tarafı camdandı. Küçük bir darbeyle tuz buz olacak bir ince cam. Yan tarafı da pencere. Farkında olmadan tezgahın üzerindeki bıçağı aldı, usul usul yanaştı. Heyecanlanmıştı. Tülün gerisinden önce kendi önündeki alanı iyice bir kontrol etti. Eğer oralarda bir yere sindiyse hazırlıksız yakalanmak istemiyordu. Balkonun bıraktığı gibi olduğuna kanaat getirince diğer tarafa baktı. Açıyı doğru ayarlayamamıştı. Göremiyordu. Masa engel
 

oluyordu. Kenara çekmeye kalksa, adam kaçıp gitmediyse dikkatini çekerim korkusuyla masaya iyice abandı. İşte oradaydı. Hiçbir şey olmamış gibi rahat oturuyordu. Hiçbir şeyi sallamadan sigarasını tüttürüyordu. Elinde bir bardak da vardı. Çay mı içiyordu şimdi? Bu rehavet nereden geliyordu bu adama? Başını çevirip kendini görebilirmiş gibi yana çekildi ve geri geri salona kadar gitti.

Kimsin be adam? Nereden çıkıp geldin? Babanın çiftliği mi burası yayılıyorsun. Sen korkmuyorsan ben hiç korkmam hıyar. Aklın sıra beni korkutacaksan hiç önermem. Manyak da olsan sapık da olsan vız gelir. Görürsün sen, bak görürsün. Seni kaçırtmazsam bana da Roza demesinler. Yaptığına pişman edeceğim seni.

Geçici olarak yeniden düzenlediği eski odasına girdi, bulduğu bir pantolonla bol bir tişörtü aceleyle sırtına geçirdi. Vazgeçti soyundu. Geceliğini giyindi. Bir pisliğe mi pabuç bırakacaktı? Ondan mı korkacaktı. O korksun Roza'dan. Şalı alacaktı her ihtimale karşılık. Mutfağa geldi. Işığı inadına yaktı. Ortalığı üstün körü toplayıp, hepsini bulaşık makinesine tıkıştırdı. Taşıra taşıra bir kahve yaptı. Keyif kahvesi olmayacaktı artık bu. Fincanı lavabonun içine foş diye doldurup aynı telaşla kaptığı gibi kendini balkona attı.

Otursam mı acaba? Oturursan bu adam saldırınca ne yapacaksın kız Roza? Bir dakika, kalkayım da öyle boğuşalım mı diyeceksin. Ayakta da kahve mi içilir ? Kim inanır ayakta kahve içip keyif yaptığına. Işığı da yaktın ayna gibi. Karşı balkonlardaki adamlar anatomini mi görsün akşam akşam. Otur Roza, otur. Adam bir şey yapacaksa bile şimdi yapmaya niyetli değil. Baksana kılı bile kımıldamıyor. Hem basarsın çığlığı, karşıdakiler ne güne duruyor? Bir insanlık yaparlar herhalde.

Tabureyi çekip oturduğunda yorulmuş olduğunu anladı. Bayağı yorulmuştu. Keşke kahveyi biraz daha özenli yapmış olsaydı. Biraz daha şekerli. Çıt çıkmıyordu adamdan. Onun arkasındaki mutfağın ışığı da yanıyordu. Ne hakla Aliye Annenin evine girmişti bu adam? Ne hakla mutfaklarını, balkonu kullanıyordu? Evin anahtarı da onlardaydı. Kapıyı mı zorlayıp girmişti ? Boş olduğunu anlayıp da yerleşmeye kalkan serserilerden miydi yoksa? Sesini bulup da, bir türlü içinden geçenleri soramadı. Adamın ara ara dönüp bakmasına da bir şey diyemedi.

Korkak Roza, korkak Roza.

İkinci sigarasını yakıyordu ki adamın toparlandığını anlayıp göz ucuyla süzdü. Adam bardağını, küllüğünü, çakmağı ve paketi koyduğu tepsiyle doğrulup içeri girdi. Kapıyı kapattı.

Ay! Haspam. Gir, gir. Kendi evine girer gibi gir. Neredeyse bana soracak adam burada ne yapıyorsan diye? Çıldıracağım ya. Ah be Roza, benzetemedin şunu bir. Füsun olacaktı da görecekti gününü .

Sadece burada, bu mahallede Roza oluyordu Füsun. Burada, çocukluk mahallesinde, çocukluk evinde, Roza'dan başka bir şey de olamıyordu zaten. Bu mahalle Roza'yı biliyordu yalnızca, Füsun'u değil. Roza olunca da on beş yaşına dönüyordu sanki. O yaşındaki kadar neşeli ve parlak olamasa da, atak. Füsun sertti, kararlı , başarılı. Tuttuğu işi koparan. Kalıpçı. Roza öyle miydi ya? Sevecen sıcak tatlı. Gülen, gülümseyen, güldüren. Aslında, belki de, gençlikle, orta yaşlılık arasındaki farktı Füsun ile Roza arasındaki.

Kalk yat Rozacığım. Kalk yat.

Mutfak kapısını sıkı sıkı kilitleyip, arkasına da kilitle, kapıyla oynanırsa ses olup kendini uyarsın diye boş su damacasını yerleştirdi. Yattı ama sabaha kadar bir dalıp bir uyanıp durdu. Her seste uyandı. Her sessizlikte yeniden uyudu

Sabah ilk işi, balkona çıkıp bakmak oldu. Her şey normal görünüyordu. Annesine de, yürüyüş dönüşü uğrayıp onlara kahvaltıda yarenlik eden Gülten'e de bir şey söylemedi. İnsanları huzursuz etmenin alemi yoktu. Sağ olsun televizyonlar o işi her gün yapıyorlardı zaten. Kadınlar da izlediklerini bire bin katarak anlatıp, birbirlerini korkutmaktan zevk alıyorlardı sanki. Gülten bile öyle olmuştu.

Bu kız niye gitmedi ki buralardan? Kadriyeler bile gitti en sonunda da o gitmedi.
Aramızda da en iyi okuyan o oldu. Sen iktisadı dereceyle bitir. Fakülte, hocalar ısrarla istesin, bankalar istesin, bunlara kulak asmayıp koşa koşa belediye müfettişliğine gir. Gidemedi belki de. Annesiyle babasının, Hollanda'dan, o kadar ayrılık yıllarından sonra ona gel bile demeden, doğrudan köye yerleşmelerini anlayamadı. Nenesiyle kendisine ana baba sevgisi, ilgisi niyetiyle alınmış evi bırakamadı belki. Belki hayatta onu en çok sevdiğini bildiği nenesini bırakamadı. Belki babası gurbette olan ailelerin yoğunlukta olduğu mahalleyi. Esma Nine ölüp gittiğinde bile bırakamadı. Mustafa Salih, Gülteni ne kadar sevmişti oysa. Sırf evinden ayrılmamak için koca bir aşkı yıktın gittin be kızım. Gidip bu uyuzu buldun.

Gülten kalkınca, annesi sofrayı toplarken o da elektrik süpürgesini çalıştırdı. Gün boyu balkona her çıktığında adamı hatırladı ama akşamki varlığına ait pek bir şey bulamadı. Belleğinin oynadığı bir oyun olamazdı. Ama cesaret edip de ne diğer yana geçebildi ne perdeden içeri bakabildi. İçerdeyse ve onu görürse mahcup olacağını biliyordu.

Aptal Roza, o mahcup olsun. Kibarlığından başınıza bir şey gelirse görürsün o zaman.

Balkonun sadece kendilerine ait bölümü - ki ilk kez bu balkonu bizim yan onların yan diye bir kavramla düşünüyordu - alelacele yıkadı. Alış verişe kapıcıyı gönderdi. Annesi yıkandı. Kendisi banyoya girerken annesine çaktırmadan mutfak kapısını kilitleyip çıkınca açtı. Diğer zamanlarda balkon kapısını açık tutmasına karşın sigaralarını dışarıda değil mutfakta içti. Buna da sinirlendi.

Bu mahalleyi bile bozdular ya, aşk olsun şu yönetenlere. Bu kadar yoksulluk olursa hırsızı da sapığı da katili de oluyor işte. Şu araştırmanın sonuçlarını bir değerlendirip basamadın gitti kızım be. Dizüstünü buraya mı getirseydim? Ne olacak? Boş kalınca biraz bakardım bari. Çok uzaklaştım her şeyden. Çok. Koptum. Özgür olayım diye emekli oldun. Al sana özgürlük. Bir iki arkadaşın iki üç öğrencinden başka arayanın soranın bile yok. Maillere de baktığım yok kaç zamandır. Kapatmasalar bari.

Akşamüzeri Rasim'le karısı gelip, amcasının mangal partisine götürdü. Giyinmiş bekliyorlardı zaten. Halit Amca, yılda bir kez tüm sülalesini, çiftliğinin bahçesinde toplardı böyle. Akrabalarına düşkündü adamcağız. Normal zamanda kimsenin kimseye ziyarete gitmeyeceğini bildiğinden eğlenceli bahanelerle bir araya getirirdi onları. Füsun'un iyi içici olduğunu bildiğinden de arabasıyla gelmesine fırsat vermez, mutlaka oğlanı gönderirdi. Çıkarlarken her yanı sıkı sıkı kilitledi. Annesi bu davranışını çok beğendi. Aferim kızım. Bak, içim daha rahat gidiyorum şimdi. Dünya hali bu. Hırlısı var hırsızı var. Kapını kilitle komşunu hırsız tutma. Tedbirli olmakta fayda var.

Anacığım biliyor mu yoksa? Anlayıp da bana çaktırmamış olabilir mi? Yok canım, her zamanki hali. Her yan kilitlensin her yan demirlensin istiyor. Kendinden çok benim için endişeleniyor kadın. Kaç yaşında olursan ol, gözlerinde hiç büyümüyorsun.

Dönüşte, Rasimler yukarı çıkıp bir şey içmek istemedi. Onlar da anladılar. Çağla, arabada uyumuş kalmıştı çocuk.

Eve girince her yanı açtı. Annesi, yıkanmak istemeyip odasına gitti. İki gündür geç yatıyordu kadıncağız. Ama o, bir duş almadan yapamayacaktı. Hem terlemişti hem mangalın kokusu üzerine sinmişti sanki. Bunalmıştı. Duştan sonra kendini balkona dar attı. Tam oturmuştu ki, varlığını hissetti. Hani eve gelir gelmez, adamın orada olup olmadığını kontrol edecekti? İçki, kafasını fena bulandırmış olmalıydı. Gafil avlanmış, onu unutup, her zamanki gibi ışığı yakmadan çıkmıştı bir de. Adamın olduğu tarafın da mutfağın da yanmıyordu. Karanlıkta şüpheli bir adamla nerdeyse baş başa oturuyordu? Bir an nefesini sıkıştı. Olamazdı ya? Bu kadar salak olabilir miydi? Tamam, Roza pek korkak sayılmazdı ama annesini riske sokuyordu. Füsun, asla böyle bir riske girmezdi. Roza olmak, onu aldırmaz yapmış olmalıydı.

Yaşlı bu be? Bayağı yaşlı? Saçı başı dökülmüş bunun. Boşuna tedirgin oluyorum ama kim bu yahu? Şekerim, bir de görgülü davranıp gömlek pantolonla çıkmış. Hiç heveslenme canım. Burası benim balkonum ve istediğim gibi çıkarım. Sen kim oluyorsun ki seni ciddiye alıp da çekineyim? Ne bakıyorsun? Açıkta bir şey mi var? Ay bunun gömleği da fosforlu mu ne? Komik adam. Nasıl bunalıyordur onun içinde şimdi? Oh olsun sana , daha beter ol inşallah.

Dün akşamki kızgınlığı pek kalmamıştı. Adam sanki kırk yıldır orada otururmuş gibi aldırmaz görünerek, sodasını yudum yudum içti. Kapıyı, her zaman kapatırmış gibi kapatıp gidip yattı. Herkesle çok rahat iletişim kurma becerisine özenilen biri olarak, neden ağzını açıp da, "Sen kimsin? Burada ne arıyorsun?" gibi iki basit soruyu soramadığını anlayamamasıyla bir parça huzursuz uyudu ama uyudu. Sabah annesinden erken kalktı.

Tamam, kaynatalım. Ama iki gün dinlen de öyle. Yorgunluğun geçsin, tansiyonun düzelsin. Şeftalinin zamanı öyle çabuk geçmez ki. Peki. Bari bu sıcakta çıkma da ben gidip alayım. Vallahi iyisini alırım. Bak yemin ediyorum. Beğenmezsen gidip değiştireceğim. Söz. Ya anne, bu yaşımda bana böyle davranıyorsun ya, aşk olsun sana.

Manava giderken yolun karşısına geçip evin olduğu cepheye, uzaktan şöyle bir baktı. Perdeleri çekiliydi. Beyefendi uyuyordu daha. İşi gücü olan biri miydi ki, bu saatte ayakta olsun.

Çok mu müdahale ediyorum ben bu kadının hayatına? Onu sıkıyor muyum acaba? Kendine göre oluşturduğu düzenini mi bozuyorum? Canım annem. Hiç ses çıkarmaz ki evlatlarına.

Bütün sabah reçelle, yemekle, evle uğraştılar. Bir ara hırsla, kararlılıkla çıkıp balkonları yıkadı. Perdeler açılmıştı ama içeride hayat belirtisi yoktu. İnsan gündüz daha cesaretli oluyordu. Kapının koluna asıldı. Kilitliydi. Kudurdu.

Adama bak ya. Kimin malını kimden koruyorsun sen.? Aptal şey. Aptal. Salak. Akşam sorarım ben sana. Akşam balkonda ol da bak?

Akşam üstü, halası çıktı geldi. Bu kadının da başı çocuklarıyla hiç hoş olmamıştı. Hepsi evlenip gitmişler, çoluk çocuğa karışmışlar, sana ne nasıl yaşadıklarından? Yazlığı neden Güneyde değil de Ege'de almışlarmış? Ege pahalıymış. Bir ara annesinin bile bunaldığını hissetti. Neyse ki erken yattılar. Dırdır dırdır bitkin düşüyordu tabi. Annesini de yormuştu. Kalan her işi özenle tamamladı. Altını kapatmadığı çaydanlıktan doldurduğu bir bardak çayla paketi alıp balkona çıktı. Oradaydı hazretleri. Utanmadan demleniyordu da.

Oh sefanız olsun. Rakı iyi gidiyor olmalı. Yarasın. Dansöz de çağıralım İsterseniz? Fasıl da fena olmazdı bu ortama. Hey be, alemin kralı buradaymış da haberimiz yokmuş. Oh. İç iç ,buzlu buzlu iyi gidiyor olmalı. Şu çayım bitsin de gör sen. Bak polisten laf açınca nasıl bozacağım façanı. Yüzünün alacağı rengi görmek isterdim.

- Bir bardak ister misiniz?

Bana mı diyor bu? Bana mı dedi?

- Özür dilerim bayan, size bir bardak ikram edebilir miyim ?

Beyni tamamen durmuştu. Ne o yana doğru bakıyor ne adama onu duyduğunu hissettiriyordu? İçi tamamen boşalmıştı sanki. Donup kalmıştı. Adamın, yarı dolu bir tabakla, sulandırılmış bir bardak rakıyı zeminden önüne doğru itmesini de yabancı bir şeymiş gibi seyretti. Kendinin, bir başkasıymış gibi boş çay bardağını yere koyup rakıya uzandığını görünce tüm kontrolünü kaybettiğini anladı. Ne şaşırdı ne telaşa kapıldı. Olduğu gibi kabullendi ama yaşarmış gibi değil de izlermiş gibi kabullendi. Bir yudum aldı. Uzatılan çatalla peçeteye de itiraz etmedi. Öylesine tabağın kenarına yerleştirdi. Aklını başına toplamaya çalışması gerekiyordu. Uzaklara bakar gibi görünüp içini tarayan gözleri, içinde kocaman ve sessiz boşluktan başka bir şeye rastlamıyordu. Bir yudum daha içti. Bir koca yudum daha. Bir daha

Roza, Roza, Roza kaç.

Ayağa fırladı. Adam da doğruldu. Karanlıkta karşı karşıya duruyorlardı. Adamın, yanağına doğru uzanan elini, ağır çekim izliyordu. El yüzüne ulaştı, dokundu ve gözünden akan yaşı yumuşakça sildi. Hava sıcaktı, eli sıcaktı, o üşüyordu. Şalı aradı. Bir türlü omzundaki şalın iki ucunu bir araya getiremeden içeri girip, kapıyı incitmeden kapattı. Ağır adımlarla odasına gitti. Örtünün üzerine uzandı.

Sersem sepelek uyandı. Kahvaltıdan sonra Gülten'le çarşıya çıkıp indirimli satışlardan, annesiyle kendisine birkaç bir şey aldı. Halasını eksik bırakmayıp ona da bir eşarp sardırdı. Yeni çıkan kitaplara baktılar. Otoparkçıyla tartıştılar. Bir kebapçıdan evdekilere de yaptırıp döndüler. Halayla anne, hasta bir akrabalarını ziyarete gidince o da salondaki kanepeye uzanıp kitaplara şöyle bir baktı. Bakarken kestirdi. Zilin çalmasıyla uyandı. Hala orada kalmış, annesini de evin kızı bırakmıştı. İkisinin de karnı tok gibiydi. Meyve yiyip kalktılar. Annesinin başucuna süt bıraktı. Gelip televizyonun karşısına kuruldu. Filmi beğenmezse okuyacak bir şeyler vardı. Bir iki arkadaşına telefon etti. Çerez ve kahkahalar eşliğinde filmi bitirdi. Vakit gece yarısını geçmişti. Yatakta birkaç sayfa okurdu belki. Kapısını örtmeye mutfağa gitti.

Yok. Gitmiş midir? Boşuna mı içerilere tıktım kendimi?

Ertesi gün laf arasında, annesinin ağzını aradı. Aliye Annenin evine gelen giden oluyor muydu hiç? Böyle boş boş duracak mıydı ev? Hulusi Amca, ona çocuk veremeyen karısına hiç dönmemişti de evi de mi gözden çıkarmıştı? Cevabını aldı. Kader işte. Hulusi Bey hiç gelmemişti de daha ilk gittiği yılda bir Alman kadından yaptığı oğlu evvelki yıl çıkıp gelmişti. Arada bir de gelip kalıyordu. O da üniversite hocasıydı. İyi çocuktu Reşat. Kendi halindeydi. Kimseye bir zararı olmuyordu. Biraz çekingendi. Türkçe'yi de bizim gibi konuşuyordu.

Aptal Roza. Hiç aklına gelmedi değil mi? Ay! ne kötü davrandın adama. Görgüsüz, terbiyesiz Roza. Paranoyak kadın. Ya yaptıklarına alınıp gittiyse adamcağız? Ne ayıp ya. Annene yaptıklarını söyleyip de üzme kadını bari. Tüh ya.

Gitmiştir bu. Gitmiştir. Boşuna balkonu temizleyip de kendini bağışlatmaya çalışma. Gitmiş işte.

Öf! Bu sıcak da insanı öldürecek yani. Güneş batalı kaç zaman oldu bana mısın demiyor. Esmiyor bir türlü esmiyor. Çay da ferahlatmıyor. Yağacak mı acaba? Bulutlar dolmuş. Yıldızlar görünmüyor.

-İyi akşamlar.

- İyi akşamlar.

- Ne sıcak var değil mi?

- Acayip bir hava var. Çay içer misiniz? İyi geliyor. İnsanı serinletiyor.

içindekiler
 

 









O GÜZEL BAŞINI GÖĞSÜME YASLA*

"Bu öykü, gerçekleşmesinden korktuğum bir hayalin ürünüdür"


O günün akşama dönüşünde bile bir tuhaflık olduğunu hiç anlamamışım. Ben anlamasam Fellini anlardı. Ne de olsa sosyoloji okumuştu. O da anlamadı. Anlasak, yapacak bir şeyimiz olur muydu bilemiyorum? Ama anlayamadık işte.

O gün hiç gelen olmamıştı. Anlamalıydık.
Babil Fahişesi gün dönerken yolun başından görünmemişti. Anlamalıydım.
Süzüle süzüle önümüzden geçmemişti. Herkese göstere göstere, yüzüme uzun uzun bakıp beni ayaz gecelerin koynuna tek başıma terk edip gitmemişti.

Güneş, kızıl ışıklarını kısa bir müddet için bırakarak kendini gizledi ve ansızın çekip gitti. Şaşırdık. Günün kesat olarak sonlanışıyla birdenbire yüz yüze gelmekten irkildik. Ve ben, onu görmeden kapanan bir günü günden saymadığımdan, kederin gelip de sıkıntıma eklenmesine itiraz edemedim.

Akşam olmuştu işte.
Seçilemediğimiz günlerin sık yaşanan korkulu düşü.
İlk kez, hiç gelen olmadığı için bir büyük kabus gerçek olmuştu.

İstemeye istemeye toparlanmaya başladık. Kimsenin gitmeye cesareti yoktu. "Ya bir gelen olursa," umudu değildi bizi bekleten. Hava karardıktan sonra buraya girmeye kimsenin façasının sıkmayacağını bal gibi biliyorduk. Günü, böyle eli boş, omuzları düşük sonlandırmaktı içimizi sinsi sinsi kanatan. Öylesine ince bir pamuk ipliği bağlıyordu ki çoğumuzu hayata, sabah, "Bir intihar daha, " duyurusuyla uyanmak istemiyordum.

Bu günlerde de, kadınlar, gençler bir yana daha çok çocuklar bu yola başvuruyordu ? Ya bir yerlerde kendilerini bıçaklatıyor ya kendi aralarında kavgalarda parçalatıyorlardı. Hiçbir şey bulamazlarsa atıveriyorlardı aşağıya çok katlı metruk binaların birinden. Her şeyi kanıksadığımız gibi bunu da kanıksar mıydık ki? Buna alışmak istemiyordum. Ne yapacağımı da bilemiyordum? Son günlerde yaşananları düşündükçe keşke annem yanımda olsaydı da sorabilseydim bile diyemiyordum... İşte olan olmuş, en sonunda hiç iş olmadan da kapatabilmiştik.

Oyalanacak bir şeyler arardık. Kimi bir sigara yaktı kimi inanırmış, umut varmış gibi yeni kurulan partinin genç, atak, dinamik patronundan söz açmaya çalıştı, kimi zaten üç beş tane kalmış olan ve kullanılamadığı için kirlenmeyen iş malzemelerini temizlermiş gibi yaptı. Kimi ise bir geleni olacakmış gibi bekleme pozlarına girdi. Ama tüm çabaları beyhude kılan bir şey vardı havada. Bu da, son zamanlarda çok sık oluyordu.

Sahiden o gün de hiç gelen olmamıştı. Tek kişi bile gelememişti. Tek kişi bile, bir günlüğüne hatta birkaç saatliğine bir işe gidememişti. Nerede, eskinin bir gelişte otuz kırk demeden, en az on günlüğüne adam götürdüğü işler? Ondan önceki takım elbiseli, günlük tıraşlı, kravatlı, şık makam odalı, fabrikalı, iş makineli, sosyal güvenceli işleri anımsamayı ben bile göze alamıyordum artık. Anımsamanın, kendine acıma ve suçlanmanın dışında bir yararı olmuyordu. Sadece bize değil başka yerlerdekilere, iyi durumda görünenlere de yararı yoktu.

Güvenlik şirketi elemanlarınca, mekan dışına çıkıp iş beklemeye izin verilmeyen merkezlere gitmeyenlerdik biz. Eski terminal binasının çevresindeki terkedilmiş mahalleye iskan edilenler olarak, terminal binasını da işgal ederek kendi köle pazarımızı kendimiz oluşturmuştuk. İnadına tüm hırpaniliğimiz ve ürkütücülüğümüzle dışarıda ve dolanarak bekliyorduk. Bu nedenledir ki organlarımıza sahip çıkabiliyor, uyuşturucu satmamız için dövülerek ikna edilmekten paçayı sıyırıyor, kobay olarak kullanılmaya karşı koyabiliyorduk. Tüm bunları eski bir sendikacı olan Nina sayesinde gerçekleştirebilmiştik. Bana kalsa çok daha fazlasını da yapabilirdik ama Nina, "Büyük Sosyal Korku" sınırlarını çok zorlamamamız gerektiğini düşünüyordu. Deneyimliydi. Onun dediği yerde kaldık. Çok soğuk ve sıcaklarda terminal binasına sığınıp nöbetleşe korunuyorduk. Şimdilik bunlar da bize yetiyordu. Burada üç öğün servis veren aşevi, ayda bir değişen çarşaflar, altı ayda bir verilen çamaşır, pijama, kırk yılda bir verilen duş hakkı ve düzenli sayılabilecek işler yoktu ama hayvan gibi saldıran özel güvenlikçiler, aşağılayan yoklama görevlileri de yoktu. Hayatımızı onlarsız da sürdürebiliyorduk. Çoğumuz, akşamları karton barakalardan da olsa evlerimize dönebiliyorduk. Bir kısmımız da yandaki kullanılmayan stadyumda kalıyordu. Bu yüzden bizim gibiler için koskoca bir hapishaneye dönüştürülen yeryüzünde bir parça özgür sayılırdık. Rahat bir hücreyi değil de salaş bir koğuşu tercih edenlerin yeriydi bizimkisi. En itilmişlerin yeri olduğundan da şimdilik kimse karışmıyordu. Belki de umutsuzluğumuzdan çekinip, üzerimize gelmiyorlardı.

Eskiden, kolluk güçleri kamunun elindeyken, özelleşmemişken komiser olan Kemal Abi, kendi pazarlarına katabileceğini söylüyordu . Annemin arkadaşıydı. Ara ara gelir bana giysi, yiyecek, kitap falan getirirdi. Buralara yakıştıramazdı beni. Onların pazarda, eğitimime uygun iş fırsatı bulabileceğime inanıyordu. Kimine göre güçlülerin kimine göre sosyetik esirlerin pazarına. Ama ben yaşadıklarımdan sonra kontrollü yaşama katlanamıyor, yaz kış kapalı yerde duramıyordum artık. O işler belki daha düzenli, daha az riskli işlerdi de ben, o işlere uygun bekleme modunda olamıyordum. Bir de Babil'lilere benzettiğim bir kıza kalp çarpıntım vardı.

Sonya ile Kerem yola koyuldu. Recep, ocak niyetine kullandığı küçük tüple tezgahı topladı el arabasına yükledi. Birinin kadını yanındaydı biri de bizden aldığı içecek ve yiyecek paralarıyla bizden iyi geçiniyordu. Onlar da gittiğine göre oyalanmak için bir bahanemiz kalmıyordu. Ya bir daha hiç gelen olmazsa? Ya Babil'in güzeli bir daha görünmezse? Ağır bir sessizlikle toparlandık.

Tam dağılırken kırmızı bir cip gelip önümüzde durdu. Ne biçim bir arabaydı böyle. Acayip bir şey. Pırıl pırıl. Öyle fiyakalısına hiç rastlamadığımız için biraz seyredelim istedik. Zaten kimsenin ne acelesi ne bekleyeni vardı. Arabadan ineni görünce ne olduğunu anlar gibi oldum biraz. Göbels Efendi. Bari onu görünce anlasaydık. Anlayamadık. Onu buraya başka hangi neden getirebilirdi ki? Pis işlerin derin adamı. Geçen yıl da birkaç kez gelmişti bu zibidi. Bir-iki işine ben de gitmiştim. Çaresizliğimizi iyi bilir ve para karşılığı istediği ne iş varsa yaptırırdı. İyi paralar da öderdi gerçekten. Ama iş dönüşü kendini öyle kötü hissederdin ki açlığa da susuzluğa da lanet ederdin.

Göbels, Rıfat'ın yanına geldi. Rıfat tanınmış, hatırlanmış olmaktan mest, coşkuyla karşıladı. Hemen etraflarına kümelendik. Göbels Efendi,
-Hepinizi istiyorum. Yalnız iş sabaha kadar ona göre. Ücret var, yemek var, bahşişler de dolgun, yaşadınız yine. Hadi bakalım. Acele edelim.

Rıfat ve avanesinin alkışlarıyla kesildi sesi. O, birilerine telefon açıp, "İş tamam minibüsleri yollayın" talimatı verdi. Boyumuza bosumuza, dişlerimize, elimizin ayağımızın düzgün olup olmamasına bakmaksızın hepimizi istiyordu. Nefret edilen adam birden kahraman muamelesi görmeye başlamıştı.

O saate kadar yeteri kadar genç insan kalmamasından dolayı kendini biraz mahcup hissetse de yaşlıların ve engellilerin çoğunluğuyla durumu eşitleme ferahlığıyla ortamı dengelemiş oldu Rıfat. Tüm yağcılığıyla dolanıyordu adamın çevresinde. Fellini'ye baktım. O da bana bakıyordu. Çoktan atmış olmalıydık bu Rıfat'ı aramızdan.

Çocukların ortalıkta görünmemesine sevinmiştim. Çocuklar için gelen turistlere yönelik çok numarasını duyuyorduk Göbels'in. Anneme benziyordum. Çocuklara kıyamıyordum. Masumiyet adına ne kalmıştı ki elimizde?

Göbels'e yanaşıp işin ne olduğunu sordum. Bu saatten sonra rezil bir işse, peşine düşmeyecek, kederime sarılıp uyumaya gidecektim. Antik Yunan kostümleri giyip, sırtımızda tepsiler, her masanın çevresinde yürüyen servis masası görevi mi yapacaktık ? yoksa Adem baba kılığında çamur güreşi mi?

-Önce hamama girip bir güzel yıkanacaksınız
dedi, "Sonrasını çıkışta görürsünüz"

Hamam, hayal bile edemiyordum. Üç aydır yıkanmıyordum. Artık benim için para almadan da gidilebilecek bir işti. Belki de işin kendisiydi hamam. Birilerini mi yıkatacaktı acaba? Yoksa yıkanırken halimizi mi seyrettirecekti? Bu yıkanabilme ihtimali çoğumuzu etkilemiş olmalı ki ıslıklar, melodili mırıltılarla doldu ortalık. Yine de gelmeyen üç beş kişimiz oldu. Kimi yıkanmayı sevmezdi, kimi Göbels'i. Ama bu gidişle Göbels'e razı olacaktık.

İki minibüs geldi. Doluştuk. Şehrin eski mahallelerinin birinde, eski bir hamamın önünde durduk. Ne kadar zaman olmuştu bu taraflara gelmeyeli. Her gelebildiğimde ise, bir çok şeyin değişmiş olduğunu görüyordum. Geleneksel yapısını koruyan bir hamam olmalıydı ki kadınları ve bizi ayrı bölmelere koydular. Tatü, kadınlarla gitmeyi tercih etti. Kimseyi bilmiyorum ama ben, çamur gibi aksa da suyu bulunca deli gibi oldum. Bıraksalar sabaha kadar kalırdım suyun altına. Bir tren kazasında kolunu kaybetmiş olan Muammer'e yardım ettim. Onu da bir güzel yıkadım. Çıktığımızda, giysileri birer torbaya koydurup peştemallarımızla yine minibüslere doldurulduk. Kimsede macera beklentisi yoktu. Yıkanmanın keyfi geçmiş, iş bulmanın şevki tükenmiş, tadımız tuzumuz kalmamış gidiyorduk.

Şu açılışını bakanların yaptığı muhteşem otele götürüp servis kapısından soktular. Üç kat aşağıya indirip sığınak gibi penceresiz, soğuk ve boş bir salona aldılar bizi. Giysi poşetlerimizi bir köşeye yığdılar. bir gün öncesinin artığı et ve sebzelerden yapılmış, ekmeği bol kumanyalarımızı boyalı, şekerli ama tadını alamadığımız bir içecekle dağıttılar. Su isteyenimiz oldu vermediler. İçme suyu başkalarına satıldığı için onlar zor buluyorlardı. Niye bize versinler?

Yedikten sonra, vücutlarımızı baştan aşağıya boyayıp, eski Mısır Hanedanlığının, halkının ve kölelerin kıyafetlerini giydirdiler. Fellini'ye göre bundan daha kötü bir taklit olamazdı. Bir bilenlere sorsalardı bari. Fellini'nin, bu imaj devrini anlamaması da beni şaşırtıyordu. Sanki sanat yapma derdindeydi adamlar?

Göbels Efendi yanımıza gelip, "Aristokrat İngilizce'n iyi mi hala?" diye sordu. Bir an anlayamadım. Bu adam bizlerle ilgili bu kadar şeyi nasıl bilebiliyordu. Başımı salladım. Annemin sokak savaşlarını bıraktığını, babamın İngiltere'ye döndüğünü de biliyor olmalıydı? Hatta annemin koruyucu annem olduğunu da. Bu, diğerlerinden daha farklı bir iş olacaktı anlaşılan da İngilizce'yi ne yapacaklardı. Hele saraylı olanını? Yok muydu bu koca otelin animatörleri? Bu kez Fellini bana güldü. "Animatörlerin kabul edeceği bir iş olsa bize niye düşsün ki bu adamlar?" Onun da en son bulabildiği düzenli işin animatörlük olduğunu anımsayınca ben de güldüm. İnşallah rezil bir iş istemezlerdi bizden. Keşke iyice anlaşmadan gelmeseydik. Gelmeseydik ne yapacaktık? Bu gece de aç kalacaktık. Nina, Abdül, Müşerref ayrı ayrı gidip Göbels'e işin ne olduğunu sordular. Aldıkları yanıt uzata uzata söylediği "Sürpriz, Sürpriz" den başka bir şey olmuyordu.

Hepimize tek tek makyaj yaptılar. Bir tek ben Babil'li olmuştum. Fellini hemen adımı koydu, Kral Nabukadnesar. Benim Babil'lim neredeydi peki? Neden görünmemişti?

Onu ilk kez, Göbels'in götürdüğü işlerden birinde görmüştüm. Biz Adem baba kılığında salonda dolaşırken o sahnede Babil Fahişelerine benzer bir kostüm ve makyajla dans ediyordu. Değişik bir dansı vardı. Vücuduyla birlikte ruhu da dans ediyordu sanki. Hissedebiliyordum. Başına buyruk, asi, öfkeli ama bir o kadar da kıvrak, kışkırtıcı ve çağrılıydı. Alkışlara yüz vermeyen , tezahüratlara kulak asmayan biri. Buna karşın insanın halinden anlayan bir bakışı da vardı. Ateşli ve bilge. Bizden epey üst katmandan olmalıydı. Sanatçı bile sayılabilirdi. Tok satıcıydı. Yoksa gösteri sonunda saçılan savrulan paralara aldırmadan sahneden inip gider miydi? Paraları bizim grup canhıraş bir boğuşmayla kapışmaya çalışmıştı. Güvenlikçiler durur mu? Hemen saldırıp uzaklaştırmışlardı. Seyirciler bunu da gösterinin bir parçası sanıp ne kadar bozuk paraları varsa havaya fırlatıp ve kapışılmasını çılgınca alkışlayınca güvenlikçiler yakamızı bırakmak zorunda kalmışlardı. O gece herkes iyi para kazanmıştı. Ama benim gözüm onda kalmıştı. Yanımdan geçerken göz göze gelmiş ve ben tüm geçmişimden, kimliklerimden ve kişiliğimden vareste kalmıştım. Acımasızca çırılçıplak. Bizimkiler sonradan anlattı. Çok az insana bakar, baktığını da böyle yaparmış.

O günden sonra da onu aklımdan çıkaramadım.

Dediklerine göre, o da bana taktı.
 


Her akşam bizim olduğumuz yere yakın olduğunu sandığım bir evden çıkar, salına salına gelir, geçer ve az ilerden bir arabaya binip giderdi. Beklerdim. Öylesine beklerdim. Hiçbir hayale cesaretim yoktu onunla ilgili, ama gelip, önümüzden, öylece, bir tanrıça gibi salınarak geçmeden günü bitirmezdim. O gelir gözlerimin içine içine bakar, ben kızarır, yüzümü saklardım. O gelip geçerdi. İçimdeki saat, o saniyede durur, iş bulup bulamadığım, karnımın aç olup olmadığının, üşüyüp üşümediğimin farkına bile varmazdım.

O gün fahişemi görememiştim ve güneş de bir garip batmıştı. Belki durup dinlemeye vaktim olsaydı o gün hiçbir şey yapmaz, acayipliğin bu kadar bağıra bağıra geldiğini görebilecek durumda olabilirdim. Ama Göbels çıkıp geldi ve iki ayağımızı bir pabuca sokarak bizi şovunun parçası için koşturdu.


Yüzümdeki boyalarla garip bir kral olmuştum. Yaşlı, çelimsiz ve güçsüz bir Nabukadnesar. Karikatür gibi. Ama Göbels halime bakmadan beni tahta oturtacaktı ve bu gece için özel getirilmiş bir İngiliz şovmeni asiste ettirecekti. Esprilerin dil bilmeyenlerce anlaşılmasını umursamıyordu. Diğerlerinin güldüğüne onlar da gülerdi nasılsa. Bilenlerse, konuşmamdan "Oha" olacaklardı ki, onun beklediği de oydu.

Göbels bizi sahnemsi bir şeyin arkasına toplayıp, yapacaklarımızı bir daha anlattı. Beklediğim kadar pis bir iş gibi görünmedi. Acayip striptiz numaraları yok muydu yani? Hayvanlarla gösteriler? Geçen yıl sokaktan topladıkları köpeklerle yaptırdığı gösteride, başka gruptan bir kadın ısırılmış ve kudurarak ölmüştü. O konuşurken perdeyi aralayıp içeri baktım. Çok büyük bir salondu ve oldukça doluydu. Şık hanımlar, kibar beyler oturmuş sakin sakin muhteşem yemeklerini didikliyorlardı. Bizleri aratacak kadar aç girişenler de yok değildi yemeklere.

Göbels, tüm ışıklar söndürülüp , ortalık zifiri karartılınca, " Şov başlıyor, acele edelim, hadi hadi, hadi, " diyerek bizi bir kapıya doğru sürükledi. Hızla sokulduğumuz kapıdan girdiğimiz yer, seyircilerle aynı platformda bir geniş sahneydi . Kırmızı kurdelelerden bir güvenlik şeridi çekilmişti sahnenin çevresine. Giren, söylendiği gibi bir öncekinden sonra uzanıp yatıyordu. Bir tek ben sahnenin ortasına konmuş tahta yöneldim. Ne olursa olsun, onlar söylemeden kimse yerinden kalkmayacaktı. Herkes yattıktan sonra yatanların üzerinden yapılan hafif ışık gösterisiyle birlikte bir müzik başladı . Bizimkiler müziğin ritmine göre uzandıkları yerde, bir et parçası gibi bir sağa bir sola dönüp durmaya başladılar. Yanar döner, renkli, loş ışıklar ve sis bulutları arasında nasıl görünüyorsak çılgın bir alkış sesiyle karşılandık. Koca koca insanlar gösteride ne buldularsa, çocuk gibi sevinmiş, ayakta izliyorlardı.

Müzik kıvama gelince, büyüleyici bir ses, eski bir şarkıya, muhteşem bir yorumla başladı. Biz bile etkilenmiştik. Hanedan kostümü giydirilmiş şarkıcı da çıplak ayakları ile yatanların üzerine basarak sahnenin ortalarına doğru ilerliyordu. Sağ yanımdan geliyordu. Baktım, baktım, baktım. Bu oydu. Babil'in güzel fahişesi. İnanamıyordum. Onu görme umudumu kaybettiğim bir anda karşılaşmak mı? Yoksa onu benimle aynı sahnede görmek mi beni daha çok şaşırttı? Bilmiyordum. Gözümü üzerinden alamıyordum. O ise uzaklara, sanki salonun dışında bir yerlere bakıyordu. Ne kadar tatlı görünüyordu. Ne kadar güzeldi. Adımları yaklaşıyordu. Az sonra tam önümde olacaktı. Beni fark eder miydi ki? Kalbim çarpıyordu. Müziğin ritmi de kalbim kadar hızlanmıştı. Aynı hızla geldi, eğildi yanağımdan öptü ve gitti. Tüy gibi dokunmuş ve dönmüştü. Görüşüm bulanıklaşıyor ve kulaklarım zonkluyordu. Dikkat kesilmiş, yeniden gelecek mi diye bekliyordum ki şarkı bitti.

Ortalık alkıştan kırılıyordu. Sahnede yatanlara bir işaret verilmediği için dönüşlerini sürdürüyorlardı. Onu gözden kaybetmiştim. İçimde keskin bir acı oldu. Elimi kalbime götürsem kanımın bulaşacağından emindim. İnsanların soyunarak, çığlık atarak bizimkilerin aralarına katıldığını ve birlikte ritmik olarak dönmeye başladıklarını fark ettim. Orkestra da onlara uymuş, darbuka, davul, bateri ne buldularsa ritme katılmışlardı. Masalarda oturan kalmamıştı. Gösterinin başı sonu kalmazdı artık. Kalksam, onu arasam, anlayan olur muydu acaba? Göbels ve adamları görürlerse, paramı vermezlerdi. Aslında bu saatten sonra hiç umurumda olmazdı. Onu göremiyordum. Nereye bakacaktım bulmak için? Bulsam ne olacaktı ki? İzleyenlerin aralarına katılması bizimkilerden bazılarının da hoşuna gitmiş, çığlıklara onlar da katılmıştı. Bir yandan rastlarım umuduyla, salonun dört yanını radar gibi tararken olacakları da merakla bekliyordum. Ya yorgunluktan bayılana kadar böyle dönülecek ve böğürülecek ya da bir yerde Göbels, eline mikrofonu alıp programa uyulmasını isteyecekti.

Rutin hareketlerden sıkılmış olan konuklar kalkmaya, çırılçıplak kalıncaya kadar soyunmaya, üzerlerine şampanya dökmeye, dans etmeye başladılar. Böylesini pek görmemiştim. Bu işin sonu iyi görünmüyordu. Çılgın gibiydi herkes. Göbels terlemiş, elindeki mikrofonla spontan gelişen akışa egemen olmaya çabalıyordu. Bizlerden kalkıp dans etmemizi istedi. Kim ne biliyorsa onu yapacaktı artık. Halaya bile razıydı. Yeter ki farklı olsun, dikkati çeksin. Konukları bir organize eğlencenin içine çekebilsindi. Ama geç kalmıştı. İlk kez onun gözlerinde de endişe fark ettim. Bir çakmak ya da kibritin marifeti, ortalığı alevlendirmişti bile.

Çılgın gibiydim. Hayatım elimden gidiyordu. Nereye baktıysam göremiyordum. Peçeteler, garson ceketleri, kendilerinin dünya para verip aldıkları giysiler, üzerimizden parçalarcasına çıkarıp attıkları kostümler ne bulurlarsa tutuşturmaya başlamışlardı.

Salonu dört dönüyor yine onu bulamıyordum. Ona bir şey olacak diye korkuyordum. Bir kadın giysimin ucundan tutmuş çıkarmaya çabalıyordu.

Acı bir çığlıkla arkama döndüm. Yakılan peçetelerden düşen parçalar Lulu'nun şampanya dökülmüş saçlarını tutuşmuştu. Koştum. Masalardan birinden çektiğim örtü ve bir şişe suyla koştum. Gözüm suda kala kala koştum. Doğal su içmeyeli o kadar uzun bir süre olmuştu ki. Garsonlardan birinin yardımıyla söndürmeye çalışırken bu kez bir müşteri göz göre göre kendini tutuşturmaya kalktı. Çıkışsız olan sadece biz değildik anlaşılan.

Göbels şaşkındı. Güvenlikçiler düdükleri ve kimin neresine gelirse insafsızca indirdikleri golf sopaları ile ortalığı yatıştırmaya çalışıyorlardı. Kapıları kapatmış salondan müşterileri bile çıkarmıyorlardı. Ya kimin müşteri kimin bizden olduğunu anlayamadıkları için ya da otelin diğer salonlarındakilerin bu durumu anlamamaları için kimseyi çıkarmıyorlardı. Adamın biri bir yandan , "Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?" diye bağırıyor, ardından saatini çıkarmış rüşvet olarak uzatıyordu. Özel güvenlikçiler saati aldılar ama adamı kapıya yanaştırmıyorlardı. Dumandan nefesimiz sıkışıyor, gözlerimiz yanıyordu.. Nereye gitmişti benim güzelim? Bir kenara sığınmış olanları seyrediyordum artık. Duman öyle yoğunlaşmıştı ki göz gözü görmez olmuştu. Artık nefes alamaz olmuştuk. Bir iki kişi yere serilmiş sanki can çekişiyordu. Biri gelip elimi tuttu. Döndüm. O. Kalbim ağzımdaydı. Yüzüne bakamıyordum. O da benim yüzüme bakmıyordu. Sırtımızı duvara dayamış öylece bakıyorduk.

-Kapıya, kapıya yüklenin

Bu ses benden mi çıkmıştı?

Salondakiler can havliyle öyle bir yüklendiler ki güvenlikçiler çiğnendi ve kapılar kırıldı.
"Gel," dedi "Gel gidelim."

O önde ben arkada, kalabalıktan sıyrılıp geçtik. Koridorun diğer ucundan vahşi çığlıklar, cam, ahşap kırılma sesleri geliyordu. N'oluyordu? Hem gidiyor hem de orada olanları, Fellini'yi, Nina'yı, Muammer'i merak ediyordum. Yine de peşinden gittim. Otelin başka bir kapısına çıktık. Ortalık ana baba günüydü. Koskoca otelin bütün müşterileri sanki dışarı çıkmıştı. Bizimkiler de aralarındaydı. Camlar, kapılar kırılıyor, insanlar birbirine vuruyor, sarılıyor, ağlıyor, gülüyorlardı. Kalabalık gittikçe büyüyor ve çılgınlaşıyordu. Çılgınlık caddeye sokaklara taşmış ne bulursa tahrip ediyordu. Bir adam kendi mersedesini levyeyle dövüyordu. Bileklerini jiletletiyordu bir genç kız. Sirenler, beynimizin içine seslerini yükselerek yaklaşıyordu. Güzelim, elimden çekip duruyordu. Fellini uzaktan, "Git, git," diye işaret ediyordu.

Oraya,nasıl, ne zaman geldiğini bilemediğim Komiser kemal Abi ile sendikacı Nina .bize, "Kaçın. Kaçın çabuk," diye bağırıyorlardı.

Operasyon başladığında, kaybedenlerle kazananları ayırmadan üzerimize ateş ettiler.

Bir taksi bizden haberliymiş, zulada bekliyormuş gibi sönük far, boş vites ve büyük bir cesaretle yanaştı. Babil'lim çekti elimden. Beni dinlemeyip, kolumdan tutup, arabanın kapısını açtı. Biner binmez hareket etti. Şoför sormadı nereye gideceğimizi. Yarı çıplak halimizi garipsemedi. Kornaya sonuna kadar basıp, tekerleklerin asfaltta cayırtılar çıkarmasını sağlayarak koşanların birbirini ezdiği, tüm lambaları kırılmış sokağa daldı. Girebildiği caddede son hızla kayıp gidiyordu. Tanıdığım, yaşadığım semtlere yaklaşıyorduk. Bahçe içinde iki katlı bir evin önünde durdu. İndik. Kapıdaki bir adam taksiye yönelirken o beni evden içeri soktu. Yıkandık, yemek yedik.

Konuştuk, konuştuk, konuştuk. Konuştukça anlatılacak ne çok şeyim olduğunu dehşetle fark ediyordum. Dinleyecek sabrımın olduğunu da. Hayata dair hayallerimiz bile varmış bizim. Hayata dair umutlar.

Gece sabaha dönmeden gelip aldılar bizi.

O gün anlasaydım bugün, hangi kıtada hangi ülkede hangi şehirde olduğunu bilmediğim bu hapishanede olmazdım gibi geliyor. Olmaz mıydım?

Bir gün çıkacağım nasıl olsa. Bir gün çıkacağım.

 

*Öykünün başlığı; Güftesi Şerafettin Aydınlık, bestesi Alaaddin Yavaşca'ya ait, aynı ismli şarkıdan alınmıştır.

içindekiler
 

 

 

 

 

MAVİ ELBİSE



Nisan ayında bir akşamüstü işten çıkışta, yaz için mavi bir elbise istediğini fark etti. Kaç yıl vardı ki mavi bir şey giymiyordu. Oysa beş on yıl önce neredeyse tüm giysileri maviydi. Ve mavi onun tenine en yakışan renkti. Bir ışıltı verirdi yüzüne. Ela gözleri parlak yeşile dönerdi. Klasik bir yapıdaydı. Elbise giymeyi severdi. Evet mavi bir elbise iyi olacaktı. Ama fark ettiği tüm istekleri gibi bu da, daha eve varmadan silindi gitti.

O hafta sonu ailenin diğer genç kadınlarının tercihiyle gittiği lüks kuaförde, saç modelleri dergisine bakarken dünyaca ünlü yabancı bir sinema oyuncusunun üzerinde gördüğü model, ona mavi elbiseyi anımsattı. Büst çekimi olduğundan elbise mi bluz mu olduğunu anlayamadığı modeli çok beğendi. Aklından, bir ara gidip sayfanın fotokopisini çektirmek geçti ama sıkılganlığından böyle bir şeyi isteyemedi.

Bir iki hafta sonra yine aynı grupla çıktığı çarşıda, Emine'ye kumaş almaya bir mağazaya girdiler. Kumaşcılar bir bir kapandığından kumaşlarda bir hayli ucuzluk vardı. Üzerinde durulan bir mavi onun da gönlünü fethetti. Emine takımlık, Fatma eteklik kendisi de elbiselik kestirdi.

Doğru Fatma'nın terzisine gittiler. Modeli anlattılar. Terzi anlamaya çalıştı. Benzerinde anlaştılar. Astar istemedi. Naylondan üretilen astarlar yazın çok terletiyordu. Penye bir kombinezonla giyecekti. Bazı düzeltmeleri provaya bıraktılar. Provaya tek başına gitti. Göğüs altından geçen bandın kalınlığı, aşağı doğru verilen evazelik, etek boyu ayarlandı. Vücuda çok oturmamalıydı. Hatları çok belli olmamalıydı. Öyle de yapıldı. Ay başında da gidip dikiş ücretini ödeyip aldı.

Elbiseyi getirdiğinde giyindi. Evdekiler biraz çocuksu bulsalar da beğendiler. Çıkardı astı. Yazlık mavi bir elbisesi olmuştu işte. Ay, Mayısa dönmüştü. Ama havalar bozuk gidiyordu. Kırkikindi yağmurları bu aya sarkmıştı. Elbisesini güneşli güzel günler için kaldırdı.

Mayıs öyle kapalı havalarla geçti ki ne tam yazlıklar ne tam kışlıklar giyilebildi. Caddelerde yağmurluklu insanlar da dolaşıyordu askılı giyinmiş insanlar da. Sandaletle dolaşan da vardı çizmeyle, botla dolaşan da. Uzun, yorucu, bunaltıcı bir kış geçtiğinden o yazlıklarını giyinse de elbisesine kıyamadığından giyemedi.

Bozkırın kavurucu sıcakları Haziran'ın başında, kapalı havayı bıçak gibi kesip kendini tüm haşmetiyle gösterdi. Eskiden, alınmış, örülmüş, dikilmiş ne varsa ertesi gün takan, sırtına geçiren kendisi değilmiş gibi, mevsimi tam gelmiş olmasına karşın elbiseyi giymede anlayamadığı bir isteksizlik yaşıyordu. Son birkaç yıldır başına çok sık gelir olmuştu bu isteksizlik. Yeniyi isteyip de hazmedememek. Bir Pazartesi sabahı katılacağı toplantı için eteği, pantolonu, takımı deneyip de geciktiğini fark edince mecburen elbiseyi askıdan indirdi. Düşünmeye fırsat vermeden giyindi. Aynada kendine uzun uzun bakmaya zaman kalmamasını şans bildi ve evden hızla çıktı.

Hüznün ve masumiyetin rengi. Yolda dönüp bakanlar oldu. Bu ülkede kadına bakarlar. Bir parça sıra dışıysa daha çok bakarlar. Onun ruhu sıra dışıydı. Bu yeterliydi ona. Ama o gün elbisesi, dalgalı, kızıl, uzun saçları, beyaz sandaleti, beyaz küçük çantası bakılmasına neden oluyordu. Bir şeyin altının çok çizilmesinden, vurgulanmasından sıkılırdı. Hele kendi bedeniyse söz konusu olan. Toplantıda şıklığı üzerine edilen içtenlikli sözlerden de sıkıldı. Mahcup oldu. Geçiştirdi.

Toplantı bitimi yemeğe gidildi. Oradan işyerine döndü. Arkadaşlarının iltifatlarını savuşturup bilgisayarın başına toplantının raporunu yazmaya oturdu. Bir yandan yazarken bir yandan "Keşke saçlarımı sarmasaydım, çok iddialı oldu" diye bilinçsizce düşünüyordu.

Rapor bitti. Çıktısını aldı. Okurken kendine su ısıttı. Son aylarda sadece yazmak zorunda olduğu raporları okuyordu. Okumak değildi aslında yaptığı. Bir yanlışlık olmasın diye bakmaktı. Ne gazete okumaya istek vardı içinde ne kitap. Televizyon izlemeyi de bırakmıştı bir süredir. Özellikle haberleri. Haberleri, palavraları, yalanları istemiyordu. "Bünye kabul etmiyordu." O da üzerinde durmuyordu.

Bardağına bitki çayı koydu. Şeker aradı. Bulamadı. Herkes zayıflama derdine düştüğünden odada ne çay vardı doğru dürüst ne şeker. Dert etmeyip ılıyan çaydan yudumlar alarak okumasını tamamladı. Olmuştu. İmzalayıp yukarıya evraka yolladı. Bu günlük işi bitmişti. Odadakilerin sohbetine katıldı. Yan odadaki Kemal Bey emekli olacaktı . Ona aldıkları yazı takımı, hediye paketine sarıldı.

Akşamüstü haber verdiklerinde, toplu olarak Kemal Beyin odasına geçildi. Pastalar kesildi, çaylar içildi. İncelikli konuşmalar yapıldı. Duygulu bir veda ile Kemal Bey yolculandı. Mesai bitimine az kalmıştı. Herkes bir telaşla ortalığı toplamaya girişti. Tepsiye koymaya çalıştığı bardaklardan biri masanın kenarına çarptı ve kırıldı. Hemen üstüne elbisesine baktı, sıçrayan bir şey olmamıştı. İçlerinden biri, kırılanları süpürmesi için yardımcıya seslendi. Kalanlar toparlandı. Çantalarını alıp, imzalarını atıp çıktılar. Güzel bir akşamüstüydü.

Dolmuş duraklarının oraya doğru yürürken hafifçe esen rüzgara bıraktı kendini. Yoğun bir gün olmuştu. Yorulmuştu. Yaşadığı şehrin buradan görünüşünü severdi. Rüzgara ve kent siluetine dayanarak geldi durağa. Dolmuşa bindi. Parayı uzattı. Cüzdanını çantasına koyarken eteğindeki kan lekesini gördü. Sağ dizinden hemen yukarıda bir damlanın oluşturacağı büyüklükte bir leke. Eline baktı. Serçe parmağının yanı kırılan bardaktan olsa gerek kanamış kurumuştu. Canı sıkıldı.

Dolmuştan inince hızlı adımlarla yürüdü eve. Elbiseyi hemen çıkardı. Öylece oturup lekeye baktı. Silse, ya çıkmazdı ya da gölge bırakırdı. Yıkasa kumaş çekebilirdi.

Cumartesi sabah ilk iş, elbiseyi kuru temizlemeciye götürdü. Sokağın köşesindeki Yıldırım Kuru Temizleme'ye. Onlar ilkokuldayken, babasının oğlunun adıyla açtığı, yaşlanınca da oğluna bıraktığı dükkana. Yıldırım'a. Aynı mahallede ancak rastlantıların karşılaştırdığı, yaşantıları birbiriyle kesişmeden orta yaş sınırına geldiklerinden olan Yıldırım'a. Sevmediğinden saymadığından değil hayatın; eğitim, geçen zaman, konum, iş, çevre gibi ayrımlarla birbirine yabancılaştırdığı oyun arkadaşlarından, okul arkadaşlarından birine. Büyümek kadar uzayı, uzay gemilerini merak eden, kovboyculuk kadar barışcılık oyunu icat edip bu oyunu tüm sokağa sevdiren arkadaşına. Belki de mahallesinden hiç çıkmamış olduğu için bu yaşta bile temiz bu çağda bile saf kalabilen Yıldırım'a.


Dükkanın ön kısmında kimse yoktu. Masada bir bardak çay duruyordu. Usulca, "Yıldırım " diye seslendi. Yıldırım ara kapı olarak kullanılan perdeyi açıp geldi.
-Oooo ! Sosyete Hanım gelmiş. Hoş geldin. Şeref verdin.
-Ne sosyetesi ya. Dalga geçme sabah sabah.
-Öyle işte. Bizleri beğenip de gelmiyorsun.
-Aşk olsun sana. İş güç herkes koşturup duruyor işte. Neyse bırakalım bunları da, şu elbiseme bir bak bakalım çıkabilecek mi?
Yıldırım, onun poşetten çıkarıp uzattığı elbiseyi aldı, inceledi. Halledeceğini söyledi. Çay ikram etti. O da kırmadı, oturdu içti. Aynı mahalleden aldığı karısı Cemile'yi, çocukların okulunu sordu. Yıldırım da onun işlerini. Annesiyle babasını görüyordu zaten , onlar ara ara uğruyorlardı. Onları sormadı. Daha geçen ay babası, kırmızı mantosunu getirmişti. Onu da bir güzel temizleyip, ütüleyip göndermişti. Beğenmiş miydi temizliğini? Tabi ki beğenmişti. Neden beğenmesin? Kalkarken, "Çarşamba akşamı gel al " dedi. O da teşekkür edip ayrıldı.

Eve döndü. Temizlik ve ütü vardı. Fatma işlere girişmişti bile. Balkonu yıkıyordu. Aynı mahallede oturan Emine'yi ve anne babalarını aradı. Emine öğlen yemeğine bekliyordu. Fatma balkondan duyup, "Olur. Oradan da çarşıya gideriz " diye seslendi. İşleri bitince öyle yaptılar. Emine'ye giderken alt caddeye uğrayıp annelerini de aldılar.

Yıldırım elbiseyi makineye atılacakların yanına ayrı bir yere koydu. Arkadaşının elbisesine özen göstermek istiyordu. Yeniden de yeni verecekti elbiseyi. Güzel kızdı. Güzel güzel giyinip gezmeliydi. Mavisi de ne hoştu. Denizi çağıran bir mavi.

Pazartesi işe gittiğinde tatsız bir haberle başladı gün. Daire başkanları yine değişmişti. Yeni geleni biliyordu. Eskiler neyse de bu kurnaz ve hırslı bir adamdı. Ne kadar artmıştı bu tür adamlar. Kendisinden çok yaptıkları iş açısından endişeleniyordu. Hizmet verdikleri alanla ilgiliydi kaygıları. Ellerinde olsa her şeyi gözünü kırpmadan satacak insanları yönetici yapıyorlardı. Başka çaresi yoktu. Direnebildiği ölçüde direnecekti. Ama tadı kaçmıştı.

Yıldırım, boşalmış makinenin önünde, mavi elbise elinde düşünüyordu. Onu ayrı yıkayacaktı. Acaba makineye atmadan bir leke çıkarıcı sürse miydi? Ya kumaş zedelenirse? Birinci yıkama çıkmazsa ikinci yıkama da zedeleyebilirdi kumaşı. Endişelendi Yıldırım. Kendine olan güveni uçtu gitti. Lime lime olmuş elbise görüntüsü zihnine takılıp kaldı. Sanki bu koca makineye arkadaşını atacak da o limelenecekmiş gibi korktu.

Yeni daire başkanı toplantı filan yapmadı. İşlerle ilgili değildi zaten. O kadar yıl okumalarının o kadar yıl çalışmalarının bir değeri yoktu. Yeni gelenler her şeyi biliyor havalarındaydılar. Sistemi değiştireceklerdi. Var olan sıkıntıları biliyormuş gibi davranıyor çok daha kötüsünü getireceklerini anlayamıyorlardı. Cahilliklerini ezberlenmiş birkaç cümleyle kapatıyorlardı. Eskiler de, " O ne demiş bu ne demiş?" derdindeydiler. Bu hale gelmelerinde ne kadar katkıları olduğunun farkında bile değillerdi. Yalnız olduğunu çoktandır biliyordu. Sadece işyerinde değil her yerde yalnız. Kendisi tercih etmişti.

Yıldırım sabahları dükkana geliyor, elbiseyi eline alıyor düşüncelere dalıyordu. Başka hiçbir işe bakmıyordu. Bazı müşteriler gelip elleri boş geri dönüyordu. Öğlenleri karısının gönderdiği yemekleri masaya serdiği gazetenin üzerine diziyor şöylesine bir atıştırıp kalkıyordu. Çay demlediği de yoktu. Tüm derdi elbisenin lekesinin tamamen çıkmasıydı. Ama bunun için bir çaba da gösterdiği söylenemezdi. Oysa ne lekeleri çıkarmıştı gözünü bile kırpmadan. Ara sokakta bir temizlemeci dükkanı olmasına karşın ayakta kalabilmesinin, başka semtlerden müşteri tutunabilmesinin gerisinde cesareti yatan Yıldırım, bu kez korkudan makineye bile yaklaşamıyordu.

Çarşamba akşamı işten çıkıp kuru temizlemeye dükkanının önünde dolmuştan indi. Sıkıntılıydı. Elbisesini temiz görmek ona iyi gelecekti. Yıldırım yine arka taraftaydı. Seslendi. Yorgun yüzüyle perdenin arasından göründü.
-Merhaba, ben geldim.
-Hoş geldin ama boş geldin.
-Dalga geçmeyi bırak şimdi, hazırsa alayım.
-Onu diyorum ya. Çok iş vardı kusura bakma. Acele miydi?
-Acelesi yok. Sen Çarşamba dediğin için geldim.
-Yarın söz.
-Önemli değil. Sıkışacaksan daha sonra geleyim.
-Yok yok, yarın akşam gel al.

Yıldırım o akşam eve gitmedi telefon etti, kapıyı içerden kilitledi. Makinenin başında dolandı durdu. Kapağı açıyor tam elbiseyi atacakken vazgeçip uzaklaşıyordu. Leke çıkarıcı olan katı, sıvı ne bulursa eline alıyor yeniden bırakıyordu. Bir daha deniyor, hiç görmemiş gibi içeriklerini ve etkilerini okuyor aynı bilmezlikle yerine koyuyordu. Öyle bunaldı ki oturup ağladı. Ağlaya ağlaya koltukta sızdı kaldı.

İşe sıkıntıyla gitti. Her şeyden sıkılıyordu artık. Ne yeni daire başkanına verdiği keskin yanıtlar ne eskilerin tavırsızlığına yönelik tepki onu rahatlatıyordu. Ne kitaplar ne sinemalar ne sergiler. Kapanan sinema, zor durumdaki tiyatro artık nasıl canını yakmıyorsa, izlediği filmin güzelliği de o kadar zevk vermiyordu.Yaşadığı duygunun adı sadece sıkıntıydı. Kızgınlık, kırgınlık, çaresizlik değil sadece sıkıntı. Öğleni zor etti. Çantasını alıp çekti gitti işten. Çarşıları dolaştı biraz. Vitrin baktı. Bir kafeteryada oturup karnını doyurdu çay içti. Gelip geçenleri, her geçen gün artan sokak satıcılarını, dilenenleri, yüzleri, ifadeleri inceledi.

Yıldırım dükkanı sabah da açmadı. İçerde kaldı. Karısıyla oğlu geldi, vitrin camını tıklattı. Eliyle gitmelerini işaret etti. Cemile ısrarcı davrandı. Yıldırım arka tarafa geçip kayboldu. Ellerindeki yemek taslarıyla geri döndüler.

Çarşıdan da sıkıldı. Eve dönmeye karar verip bir taksiye atladı. Tam köşede indi. Cemile dükkanın önünde dikiliyordu. Dükkanın kapısı kapalıydı.
-Kapalı mısınız bugün?
-Yok değiliz. İçerde . Ne çıkıyor ne bizi alıyor. Seni görünce belki çıkar. Şuna bir şeyler söylesene.
İkisi birden burunlarını vitrin camına dayayıp içeri baktılar
-Ne oldu ki?
-Ne bileyim ben, dünden beri burada
-Yok mu anahtarın açsana şu kapıyı.
-Açsak mı ?
-Ne duruyorsun?

Kapıyı açıp birlikte içeri girdiler. Ön tarafta yoktu. Dükkanda olağan sayılmayacak bir dağınıklık var gibiydi. Cemile koluna sarıldı. O da tedirgin olmuştu. Ama belli olmasın diye çaba gösteriyordu. Cesaretini toplayıp perdeyi araladı. Loşluğa alışmaya çalışan gözlerine yardım etmek için birkaç kez açtı kapattı. Yıldırım yere oturmuş, başı önünde, kucağına serdiği bir giysiyle uğraşıyordu. Geldiklerinin farkında değildi. Gayretli gayretli bir işi yetiştirmeye çalışıyordu sanki. Neyle uğraştığına baktı. İnanamadı. Bu onun elbisesiydi. Maviliği kızıla dönmüştü. Yıldırımın üstü başı da öyle. Hele elleri, kolları. Ne yapıyordu bu adam? Çıldırmış mıydı? Bir bıçakla parmaklarını deliyor, akan kanı elbiseye damlatıyordu. İkisi de soluklarını tuttular. Sesinin olağan çıkmasına çalışarak,
-Yıldırım, Yıldırım.
Yıldırım şaşırdı. Hemen fırlayıp doğrulmaya çalıştı ama kalkamadı. Mahcubiyetle,
-Böyle leke kalmaz. Akşama verecektim. Bak, az bir işi kaldı. Tamamladım mı doğru yıkanmaya. Her yanı kan olursa hepsi birden uçar gider. Hepsi gider. Hiç leke kalmaz.
-Bırak şimdi bunu. Bırak.
-Öyle temizleyeceğim ki mağazadan yeni almış gibi olacaksın.
-Tamam tamam Yıldırım. Sonra yaparsın. Hadi kalk gidelim.

Yıldırım yorgun, uykusuz, takatsiz. İkisi kollarına girerek zorla kaldırabildiler. Cemile kocasının başını omzuna dayamış, "Yavaş, yavaş, yorma kendini," diye fısıldıyordu şevkatle. Kapıya çıktıklarında karşı dükkandan onları gören camcı Murtaza koşup Yıldırım'ı kucakladı. Cemile'yi o uyarmıştı zaten, "Bunun hali hal değil yine" diye. Babayiğit adamdı, sırtlayıp taşıdı. Eve o da gitti. Hastaneye mi götürselerdi acaba? Cemile koşturarak gelenleri oturtuyor, yatağı yapıyor, yeni pijama çıkarıyor, çocukları oksijenli su, tentürtiyot ve sargı bezi almaya yolluyor, çay hazırlıyordu. Komşular içkiyle ilgili yorumlar yapıyor, anlaşmışlar gibi iki kadından da tık çıkmıyordu. Cemile, koşturma arasında onu bir köşede sinmiş, sersemlemiş görünce,
-Korktun sen, hadi git de dinlen.
-Bir şey olursa ?
-Korkma. Onun böyle halleri olur bazen. Ama iyi adamdır kız. Ona kızma. Kimseye zararı dokunmaz. Karıncayı bile incitemez.
-Saçmalama ya. Niye kızayım ki?
-İyi o halde, hadi güle güle.

Tüm tasasına, arkadaşına ilişkin endişesine karşın istekle çıktı.

Bir düşte bir hayalin içinde gibiydi. Uyanmaya çabalıyordu. Sakin, sessiz Yıldırım'ın, bu hallerini anlayamıyordu. Yıldırım'ın bir haftadır her gün serip üzerinde yemeğini yedikten sonra kaldırdığı gazete parçasının ona bakan yönünde, Amerikalı askerlerin işkence yaptığı Iraklı esirlerin son fotoğrafları ile boğazı kesilen mühendisin fotoğrafının yan yana olduğunu bilmiyordu. Yıldırım'ın bilinci de bilmiyordu. Kocasının hallerini tanıyan Cemile de. Cemile tüm dikkatine, özenine karşın Yıldırım'ın hallerinin; savaş görüntüleri, çocuk ölümleri, araba kazaları ve yardım kuyruklarından sonra oluştuğunu bilmiyordu.

Hepsinin bildiği tek şey o mavi elbisenin bir daha giyilmeyeceğiydi.

(Bu da, hiçbiri için dünyanın sonu değildi. Bu dünyanın sonu gelmemiş miydi ki gelsin?)

içindekiler












KAFDAĞI'NIN MASALI


Bu İbrahim.
Başka kim olur şafak vakti buralarda?
Tırmanmış Kafdağı'nın yamacına, kulağını rüzgara vermiş oturmuş. Uzaklara dalmış, sanki bir masalı bekliyor, uysal çocuklar gibi.

Güneş; mor, kızıl, kavuniçi, sarı hüzmelerle geceyi, sıra sıra doruklardan iteleyerek İbrahim'e doğru salına salına geliyor. Dağları; yükseklerinde kar, eteklerinde bir deli baharla uyandırıyor. Her birini, kendinden alçak olanın üzerinde ağır, karanlık bir gölgeye dönüştürüp ardından adım adım ışıtıyor. Mayıs güneşi bu, sarıçiçeklerin, kardelenlerin, dağ lalelerinin, beyaz dağ güllerinin, çiğdemler, ballıbabalar, kekikler ve üçgüllerin çiğ düşmüş yapraklarını, bir peri dokunuşuyla usulca açtırarak geliyor. Kuşları da uyandırıp şakıtıyor ve çiçek kokusu, su şırıltısı gibi ötüşleri de manzaranın sabit bir parçası haline getiriyor. Sonunda bir ışık seli olup İbrahim'in yüzüne ağıyor. Alnında ve gözbebeklerinde her an değişen bir renk tayfı olarak oynaşıp, cilveleşip, eğleniyor. Bu oynaşmayı iyi biliyor İbrahim. Beklediği bu. Bunun için tırmandı kör karanlıkta buralara. Uykusuz, dinlenmesiz geçen üç günlük yolculuk bitimi, yatağa değil buraya koştu.
Ama yorgun.
Çok yorgun.
Çok.

Öylesine bitkin ki, yorgunluğa teslim olup uyusa, düşüverecek yardan aşağıya, kedere teslim olsa yine uçurum diplerini boylayacak. O da sermiş güneşe içindeki son parça dinginliği, oturuyor.

İbrahim'in ayağının tozuyla, geceden tırmanıp oturduğu bu yer yüzü dilimi ıssız. Üçüncü bin yılın başında, kentlerin kalabalığından şikayetçi, metrekareye düşen insan sayısı oranında mutsuz, bir o kadar kendinden uzak, sınıflaştırılmış, sayılaştırılmış ortalama her insanın kanını donduracak bir ıssızlık. Kendi kendine kalmanın en dolaysız ve en ürkütücü yolu. Ne yana baksan, çok uzaklarda flu bir ufuk çizebiliyorsun. Çizebildiğin bu uçsuz bucaksız coğrafya bu ürkütücü çığlıkların doğanın bir parçası olmasının yarattığı sessizlik, senin ta kendin, benliğin ve derinlerin.

İbrahim, hem ilk insanmışçasına bu ıssız yeryüzünün bir parçası hem yabancısı. Tüm varlığıyla buraya ait olmaya çabalasa da yabancısı. Oysa dedeleri de bastı mı efkar yüreklerini, buraya çıkıp otururdu büyük ihtimalle, dedelerinin dedeleri de. Ama bir şeyler olmuş. Kuşaklar birbirine bir daha değmemecesine kopmuş sanki. İbrahim son saldırının tam başlangıcına doğmuş. Bu acayip zamana. Doğal yaşamla birlikte nice dillerin nice kültürlerin yağmalandığı, silinip süpürüldüğü bu zamana.

İşte bu yüzden burada ama buradan değil. İlk insan kadar geçmişin içinde ilk insan kadar geçmişine yabancı. O, geçmiş dünyasından geri dönüşsüz kovulmuş. İçten içe bunun da farkında burada olmaya duyduğu yaşamsal ihtiyacın da. İmkansızlığının da. Yine de tepeden tırnağa sükunet kesmiş oturuyor. Yapacak hiçbir şeyi kalmamış insanlar kadar sakin. O artık ne endişe ne farkındalılık ne keder ne isyan ne çaresizlik ne kaybediş ne korku ne tükenmişlik ne de umut. Tüm duygularından arınmış tüm istilalardan sıyrılmış. Beklentilerden de.
O, sadece bakış


Çocukluğundan bu yana, ne dünyada dönenleri tam anlayabilmiş İbrahim ne ülkesinde, çevresinde olanları. Herkesin aynı durumda olduğundan da haberi yokmuş. "Hür Dünya" adına, her şey öylesine ayrımında olunamadan değiştiriliyormuş ki başına gelenleri çok sonradan anlar gibi olabiliyormuş insan. Dostlarının, arkadaşlarının, akrabalarının umutla sarıldıkları artık onu huzursuz ediyormuş. Onun umutlandığına ise çevresi karşı çıkıyormuş. Belki yenilikleri, teknolojik ilerlemeyi, hızı, televizyon kanallarının çokluğunu, bankamatiklerin pratikliğini, bilgisayarın işlem kapasitelerinin genişliğini tam kavrayamıyor olabilirmiş. ama hayatın tüm bu kolaylıklarına rağmen hep daha kötüye sürüklendiğini kavrayabiliyormuş Çünkü her geçen gün kendini daha yetersiz hissediyormuş. Daha kötüye gitmesinin nedenini bilemiyormuş ama insana, yapmadığı şeylerin suçluluğunun yüklenilmesini de çözemiyormuş. İnsanın, anlayamadığı bir dünyada kendisi olma şansı olabilir miymiş?

Beyninin yıllardır çözemediği bilmeceyi kalbi çözünce o da kalbinin sesine kulak vermiş. Bu sesi dinlemekle ne büyük bir suç işlemiş İbrahim? Ne büyük günahlara girmiş? İnsanların açlığın tam ortasında kala kaldıkları bir dönemde kimsenin artık bulmayı bile hayal edemediği bir işi bir mesleği bırakmış önce. Polisliği. Kimse inanamamış. Karıştırılmış, bulandırılmış, savrulmuş topluluklarda, tutunacak bir şeyleri kalmamış yüzlerce, binlerce insana yemek, elbise, çocukların eğitimi, başını sokacak bir ev, kullanabilirsen araba, tatil, güzel kadınlar, içki ve itibar sağlayan bir olanağı bırakabilmiş. Bu çağın tanrısı olan paraya ve iktidara sırtını dönmüş, burun kıvırmış.

Bu da yetmezmiş gibi, kendine bir kader yazma sevdasına düşmüş. Bir hayal kurmuş, bir hayat kurgulamaya kalkışmış.

Aslında gücü gücüne yetenin kazandığı bir zamanda, gücü kullanmak zorunda bırakılmaktan usanmış. Kanuna dayanan gücün yalnızca sıradan olaylar için kullanılmasından tükenmiş . Büyük suçları görüp, anlayıp çözememekten utanmış. Kanun gücünün suçu yönlendirmesini hazmedememiş. Yaşadıklarını isimlendiremese de huzursuzluğu iyi tanımış.

Bir gece kalbi ona, yaşamak için dağların sertliğine, ağacın doğruluğuna, suyun berraklığına, toprağın sağlamlığına, hayvanın dostluğuna, vahşetin çağrısına ihtiyacı olduğunu fısıldamış. Kirli bir medeniyete tahammülü kalmadığını fark ettirmiş. O da kalbinden, geçmişin sade, serbest, yerleşik yaşamından bir parça dilemiş. O yaşama sığınabileceğini ummuş. Belki İlkel, ama alabildiğine insancıl ve doğal bir hayat kurulabileceğine inanmış. Kaderinin ardına düşmüş.

Kalbinin peşinden gitmekle herkesi çok kızdırmış. Yönetenler, kendilerine başkaldırı olarak algıladıkları bu tavra izin vermemek için kuşanmışlar. Büyük beklentilerin kucağında gün be gün köleleşen insan kardeşleriyse hayallerine gülmüşler, dalga geçmişler. Kuşananlarsa elini attığı her işte karşısına çıkmış. Rahat vermemiş soluk aldırmamışlar. Ya teslim olup vazgeçecekmiş ya da ensesinden ayrılmayıp yaşama hakkı bile tanımayacaklarmış. Öyle de yapmışlar.

İşte bu yüzden bırakmış her şeyin yakasını, oturmuş bir uçurumun kenarına, başka yaşamların başka zamanların düşünü kurmaya çabalıyor.

Elinde olsa tüm geçmişi Ademle Havva'dan bu yana yeniden yazacak. Halkaların birbirinden koparılmasına izin vermeyecek. İnsanı geçmişine yabancılaştırmayacak. Geçmiş dünyasından kovdurmayacak. Varsın çok katlı iş merkezleri de olsun, lüks bürolar, acayip mağazalar da. Onunki temiz bir dünya olacak. Ama olmuyor. Bu yorgunluğa masal da hayal de gelmiyor.

Yüzlerce yıldır ilk yaratıldıkları halleriyle kalabilen dağların, güneşe en yakın doruklarında oturuyor ama gönlü bir türlü açılmıyor. Dağlar ses vermiyor. Kimse bir masalı anlatmıyor.

İbrahim, artık sadece bir bakış değil. Endişe ve umutsuzluk omuz başına gelip yerleşmiş

Bu son postada öyle çok zorlanmışlar ki çaresizliğin sınırına gelip dayanmış İbrahim. Başladığından bu yana geçen her yıl her mevsim biraz daha biraz daha zorlaşıyormuş kafileyi getirip götürmek. Bu yıl en fazla üzerine gelinen yıl olmuş. Her posta yolculuğun yorucu geçmesi bir yana bu gelişte dayanabilme noktasını aşmış. Yorgunlukların birikmesi midir? Karşılaşılan engellerin çokluğu mudur? Bilmiyor. Bu sonuncuda iyice yıpranmış. Umutları kırılmış. Binlerce yıllık kendilerine ait göç yolları asfaltlanıp, trafiğe açılıp, işgal ediliyormuş ha bire. Arabalar, asfaltlanan her yolu sahiplenip, başka geçişlere yaşam hakkı tanımıyormuş. Konaklama yerleri daralıyormuş sürekli. Besbelli bir iki yıla kalmadan büyük rantlar karşılığı tümüyle iskana açılıp yok edilecekmiş. Bir dahaki bahar gelebilecek miymiş acaba?

Bugün buralara varmakla rahatlamışlar. İleriyi dert etmezse, Eylül'e kadar sürecek bir rahatlıkmış bu. Ama ilk karın yağışıyla dönmek zorundalarmış. Yolun sıkıntısından geçmiş dönüşte nelerle karşılaşacaklarmış? Dönecek yerleri olacak mıymış? Yüzlerce yıldır atalarına dedelerine ait olup, onlardan da kendine kalan arazilerini, çiftliğini de elinden almaya çalışıyorlarmış. Bir gün arazisine sokmuyorlarmış onu bir gün ekinleri çiğniyorlarmış bir gün olmadık bir şeyden ceza kesiyorlarmış. Hak hukuk dinlemiyorlarmış. Zaten dinlemelerini de beklemiyormuş. Hem polisliği sırasında hem ayrılışından sonra hep yüz yüze yaşamış bunu. Burnu sürtüle sürtüle yaşamış. Yeni hükümdarların yasa dinlemeyeceğini çoktan öğrenmiş de bu kadar aleni olmasını kaldıramıyormuş. Çünkü onun yıprana yıprana eprimiş bir giysiye dönüştürülen hukuktan başka gücü , güveneceği hiç bir dalı yokmuş.
 


Sahiden, üst mahkemeyi kaybeder de çiftliği kaptırırsa, nereye dönecek ? Nereye sığdıracak? Neyle besleyecek? Kışı nerede, nasıl geçirtecek.? Bilmiyor. Bilemiyor. İş buraya geldi mi kafası bulanıyor. Kederleniyor. Düşüveriyor omuzları. Artık ne güneşin farkında oluyor ne zirvelerin fısıldadıklarının. Karşılarda bir yerlere bakıyor ama baktığı hiç bir şeyi görmüyor.

Ne oluyor da bu kadar çabuk bozulabiliyor yaptıkları? Her gün her gün de kurgulanmaz ki bir hayat. Buza yazılan, buharlanmış camlara çizilen simgeler mi bir ömür uğraştığımız? İnsanın kendisi gibi yaşaması bu kadar mı imkansız bu zamanda? Sığınacak hiç mi bir köşe kalmamış bu koskoca dünyada?

Tüm suçu kendine yüklemeye çok yakın bir noktada İbrahim.

Gurur bu, izin vermiyor. Başını eğmiyor. Bakışlarını ufuktan ayırmıyor.

Sırt çantasından termosu, bardağı, sandviçiyle iki elma çıkarıyor.
Karnı açıkmış, sıcak çay içini ısıtıyor.
Biraz daha oturup inecek.
Bir sesle dikkati dışa kayıyor.
Bir kişneme.
Aşağıya bakıyor.
Atlar.
Gün doğumuyla atları bırakmış olmalılar.
Sis içinde bir görünüp bir kaybolan başları, ayakları, vücutları ile atlar.
Atları.
İbrahim'in kardeşleri, ataları, kadim dostları, kardeşleri. Kafdağı'nın kanatları. Dağların kralları. Ona göre dünyanın en güzel canlıları. Karayel, Rüzgar, Rüzgar Gülü, Özgür Tay, Kanatlı Tay, Kafkas Prensi.

Sürüye, gece birlikte geldiği Deli Kır, Poyraz, Yağız da karışmış . Yürüyüşlerinden yorgun oldukları anlaşılmıyor. Onlar dayanıklı, çabuk toparlanıyorlar. Asfaltlanmış yolların incittiği ayaklarını onarmış, göç yollarını ellerinden alan arabaların ürkütmelerini unutmuş , bir arabanın çarpıp öldürdüğü arkadaşlarını yüreklerine sığdırmış yürüyorlar. Eylül ve dönüş onlar için çok uzak. Şimdi sabahın, geniş otlakların, buz gibi suların, kendilerine ait toprakların ve güneşin tadına varma vakti. Sisin içinde kimi eriyen karların oluşturduğu dere yatağına kimi taze otlara doğru zarafetle yürüyor. Acelesi yok hiç birinin. Ağustos'a kadar birlikteler. Ağustos' da aygırlarla kısraklar ayrı bir yere alınıncaya kadar hepsi birlikte olacaklar. Geniş, ferah yaylalara dağılmışlar, birbirine dokunmadan ama birbirinin varlığından olabildiğine mutlu, güvenli, rahvan geziniyorlar. Artık kendi ülkelerindeler. Özgürlüklerinin ülkesinde.

İbrahim'in masalı bu olmalı. Bundan daha güzeli olur mu?

Aşağıda, yüksek yaylalarda onlarca safkan Kabardey. Kısrakları, aygırları, hırslarına gem vurulamayan genç atları, ağırbaşlı, vakur baba atları, ince, güçsüz bacaklarına bakmadan annelerinden uzakta kalmak için koşturan tayları ile Kabardeyler. Güneş sanki derilerinin altından doğuyormuşcasına pırıl pırıl parlıyorlar. Her kasları ayrı ışıldıyor. Koyu doru, doru ve siyah renkleri altın rengine dönüşüyor. Salınarak dolaşıp, havayı koklayıp geziniyorlar. Güneşi, dağları, havayı, parça parça dağılan sisi selamlıyorlar sanki. Sanki hayatı selamlıyorlar.

Birine bir coşku kelebek kılığında geliyor. Onunki de diğerlerine.

Kişneyerek, şahlanarak dörtnala oynaşıyorlar. Sürü içgüdüsü bu olmalı. Güçlü toynakları yeri dövüyor.Yeleleri, Kakülleri, kuyrukları havalanmış. Burunlarından yaldızlı buhar bulutları salarak rüzgarla yarışıyorlar. Parlak gri, beyaz sis parçalarının içinden, bulutların arasından sanki gökyüzüne yükseliyorlar.


İbrahim ürperiyor.

Dört nala bir geçmiş canlanıyor güneşin oynaştığı gözlerinde. Atlar birken yüz oluyor. Yüzken bin.
Zaman duruyor. Zaman eriyor. Zaman geriye gidiyor.
İbrahim büyük dedeleriyle, büyük amcalarıyla, büyük dayılarıyla, atalarıyla sürünün arasına dalmış coşuyor. Atlarla koşup eğleniyorlar. Coşkunun ifadesi atta da insanda da farklı değil burada. Herkes mutlu herkes buradan.

Özgürlüklerinin peşinde, neredeyse kanatlanıp uçacak halleriyle İbrahim kendini, ne atalarından ne kardeşleri olan atlardan ayırabiliyor. Yorgunluk, umutsuzluk, endişe nereye gitmiş? Takmış gurur ve azim kanatlarını, coşkuyla koşuyor. Bağırdığının farkında değil. Sesindeki başkaldırının da.

İbrahim bir ata dönüşüyor önce, sonra yeleye, kanada, rüzgara, azgın akan bir nehre dönüşüyor.

Koşuyor, esiyor, yağıyor.
Uçuyor, uçuyor, uçuyor.
Deli gibi olmuş coşkudan.
Uçuyor ve bağırıyor.

Bir masal değil bu. Başka bir şey sanki.

İbrahim'in, nasıl olduğunu anlamadığı dönüşümü, nasıl olduğunu anlamadığı bir biçimde dağa, taşa, toprağa evriliyor. O ise hem düşte gibi hem tüm olanların bilincinde. Sonra derin bir boşluğa, yoğun bir ıssızlığa teslim oluyor. Boşalıyor içi, hava kadar hafif kalıyor. Tüm o dağlar, kayalar, toprak, güneş, dere içindeyken bu kadar hafif olmasına inanamıyor.

Sonra yine usulca kendiliğinden insana.

Tir tir titreyerek uyanıyor. Gözleri açık mıydı yeni mi açtı, işte bunu bilmiyor. Ayakta mıydı yeni mi kalktı, bunu da bilemiyor. Ayaklarının ucunda, uçurumdan düşecek halde olduğunu fark ediyor. Usulca geriye kaykılıp oturuyor.

Terlemiş. İç gömleğine kadar ıslak her şeyi.
Oşhamaho'ya koşarak tırmanıp inmiş gibi soluk soluğa.
Her solukta ruhu temizleniyor.
Tazelenmiş.

Güneş yükselmiş. Tepeleri aşmış. Sis tümüyle dağılmış.

İbrahim, soluk alıp verişi sakinleyinceye kadar oturup, öyle inecek dağdan. Yavaş yavaş. Sindire sindire. İnatla, inançla, şevkle.
Başka bir dünya mümkün.

O dağdan indiğinde bir duş alıp dişlerini fırçalayıp bir güzel uyuyacak.

Ben onun, Elbruz Dağlarına atlarıyla yaptığı zorlu göçü televizyonda izlemiş uykumu kaçırmışım.

O akşam, "Kamuda Yeniden Yapılanma" adı altında coğrafyamızı, dağlarımızı, suyumuzu, dedelerimizden, nenelerimizden kalan masallarımızı, aşklarımızı şirketlere peşkeş çeken yasa tasarısına karşı düzenlenen eylemden yorgun argın dönmüştüm eve.
Ayağımı uzatıp televizyonun karşısına oturmuşum.
Bir kanalda İbrahim'e, insan kardeşime rastlamışım. Kendime benzetmişim bir parça.
Atları görüp hayran kalmışım.
Hayalleriyle büyülenmiş dayatılanlara üzülmüşüm.
Uykumu da huzurumu da kaçırmışım.

Olsun be. Masallar olduğu sürece uyku da kaçarsa kaçsın.

içindekiler












 

HAYAT HAKİKAT HİKAYAT


''Ankara vurulmuş bileklerime
Dumanlı hava, kurt kapanı, ciğerparem''
Arkadaş Z. Özger



Ne çok hayal kurdurdu bize hayat. Ne çok hayalimizi kırdı.
Bir kadın sesi gibi kırıldı gün. Gençtik, en çok biz kırıldık.
Kopan bir inci kolye misali tane tane dağıldık. Bütündük, parçalandık.
Daha, ''Ne oldum'' demeye kalmadan, koşar adım geçen yıllarla ömrümüz ortalandı. Şaşırdık.
Büyüdük. Kırılganlığımızı bastırdığımızı bilmeden büyüdük. Kimimiz öldü. Kalanlardan kimini hayat gailesi bastı, kimini ayakta kalabilme tasası. Kimi, hakları için hapis yattığı işçilerin sigortasını yatırmayarak işlerini oturttu, kimi ondan beslenerek. Kimi, karşı durduğu için yitirdiklerini onu en iyi pazarlayarak geri aldı, kimi duruşunu sürdürüp, kendine yine bir iktidar yaratarak. Kiminin başka bir çaresi yoktu, kiminin seçeneği çoktu.
İşte tam burada durdu zaman. Sesi ve zembereği boşaldı saatlerin.
Büyüklüğümüzle kalakaldık ortalıkta. Ne yapıyor olursak, hangi role soyunmuş, hangi maskeyi takmış, hangi koltuğa oturmuş olursak olalım yetişkinliğin o tatsız-tuzsuz, mutsuz, yorgun yıllarına takılıp kaldık.

Böyle başladı bu hikaye.

Samanpazarı'nı dolanıp, arada bir kuledeki suskun saate bakarak Koyunpazarı'na doğru tırmanmaya başladım.
Ne kadar uzun süredir yapıyordum bunu. Yapıyordum ve vazgeçmiyordum. Koskoca Ankara'ya, geniş caddelere, parklara sığamıyor bu dar sokaklara, irili ufaklı eşyalarla tıklım tıklım dolu bu dar dükkanlara, dar avlulara sığınıyordum. Beni buralara çeken şeyin ne olduğunu bilemiyordum. İçimde de dışımda da arayıp bulamıyordum. Annemle, eskiden burada yaşamışlıklarıyla bir ilgisi olup olmadığı konusunu çözemiyordum. Anneme baktığımda, pijama, nevresim, sonbaharda çıkılan bakliyat alış-verişinin dışında buralara yönelik bir özel ilgi göremiyordum.

Annemlerin Hisar'la ilişkisi, II.Dünya Savaşı sonlarında başlamış. Ondan öncesini o da bilmiyor. Dedem, Devlet Demiryolları'nda memurmuş. Malatya'dan tayinle gelmişler. Ekmeğin, şekerin, gazın karneyle verildiği yıllar. Annem daha çocuk. Bir gün, ekmek almaya yollanmış evden. Yolda genç irisi bir oğlan, karne koçanını almaya çalışmış elinden. Annem bu, yaşına bakmadan yakasına yapışıp basmış çığlığı. Tüm mahalleyi başına toplamış. Kaptırmamış elindekini

Yirmi yıl sonra yine Hisar. Malatya'ya, Arapkir'e, Cücügen'e gidilmiş, çok şey yaşanmış, dönülmüş. Bu kez biz de varız. Gönül yedi yaşında, Mustafa yeni doğmuş, ben de ortalarda bir yerdeyim. Dedem artık yok. Dayım fakültede okuyacak. Anneannemlere misafirliğe gelmişiz. Babama iş umudu olursa kalacağız. O zamanlardan aklımda, Hisar değil de, karşıdan gördüğüm Altındağ'ın küçük evlerinin mücevher parıltılı teneke çatıları kalmış.

Bir otuz beş yıl daha atıyor zaman. Şimdi sadece ben. Oturmuyorum, yakın bir yerde çalışıyorum. Hisar'ın adı çoktan Kale olmuş. Restore edilmiş binalarda lüks restoranlar açılmış. Bakırcılar, çömlekçiler, hasırcılar, halıcılar antikacı olmuş. Tezgahını antikacıya dönüştürmeyen, dönüştüremeyen geleneksel esnaf, varolma savaşına düşmüş. Civarda oturan, orta sınıf gitmiş. Her bölümü ayrı kiralanan yıkık konaklara, arka sokaklara en itilmişler yerleşmiş.

Geleni gideni de farklılaşmış Kale'nin. Restoranların, hızlı arabalarıyla varıp dönen zengin müşterileri, olağanüstü güvenlik önlemleriyle şaşa içinde dolaştırılan yabancı devlet adamlarının eşleri ve kızları en makbul ziyaretçilerinden olmuş. Yazarlar, çizerler, sanat toplulukları, tarih, mimarlık, sinema-televizyon öğrencileri ile müze gezmesiyle yetinmeyip yerel kalabalığı merak eden turistler, rutin gezginler olarak kabullenilmiş. Aradığını, uygun fiyatla bulmaya gelen çevre köylüler, iş bilir ev kadınları bu ziyaretcilerce Kale kültüründen sayılmaya başlamış.

Önceleri çok çok bir müdavim alışkanlığı ile çıkıyorum ben de Kale'ye. Körfez depremi her şeyi birden değiştirmiş. 45 saniyede insanların elinden alınanların çokluğunu gördüğümde felaket ürkmüşüm.

Aslında deprem değil gördüğüm. Hemen sonrası. Yardım için çırpınan Suzi'yle gitmişim bir kaç kez. Savaş manzarası ortalık. Yıkım manzarası. Suzi ve arkadaşlarının aldığı, aldırdığı battaniye, çocuk bezi, tuvalet kağıdı, sabun, uzun ömürlü süt, bisküvi, konserve, deterjan, oyuncak, şeker, masal kitaplarıyla gitmişim. Her gitmişliğimde artan çaresizliğim. Her dokunmuşluğumda daha çok acıyan bir yürek.

Bu yürek acısını dindirmeliyim. En yapabileceğim şeyi en yapabileceğim yolla yapmalıyım.

İkinci el aldığım kocaman amatör kamerayı omuzlayıp çıkmışım bu kez Kale'ye.

Nice istilalara, depremlere, yangınlara maruz kalıp, her seferinde değişerek ama bir şekilde özünü de koruyarak yeniden yaşam bulmuş, yeniden yaşam kurmuş Kale'yle yüreğimi sarmak istemişim. Her şeye karşın kardeşçe yan yana durabilen yaşlı camileri, kiliseyi, havrayı, kurumuş çeşmeleri anlatmak. Çevresinden ayrılmayan güvercinleri, renkli yazmaları ve çiçekleriyle söylencelerin koynunda sessizce uyuyan yatırları, her odası her sofası bin bir öykü saklayan konakları, saat kulesini, eski şehri, eski Ankara'yı... Bütün bu yaşanmışlıktan, birikimden, çeşitlilikten beslenip, varlığıyla, yaptığı işle, kişiliğiyle Kale'ye renk katan insanların filmini yapmak istemişim. Kendimce bir şeyleri koruma altında tutmak istemişim. Belki kendimi de.

Filmin adını ''Kalenin Bekçileri'' koymuşum.

Bin yıllardan süzülmüş bilgeliğiyle Mösyö Jakob'u, Kale'nin ressamı Kemal Hoca'yı, Sefa Sokağın tek sakini Dadaş Hasan Amca'yı, eşyanın ruhunu okuyabilen Kadir Usta'yı, bakırı efkarla işleyen Muammer'i, halıları Şahmeran masallarıyla açan Apo'yu çekmişim. Bir de çocukları. Bir aradayken kuşları daha çok çağrıştıran çocukları. Yokuşun başından, üçlü beşli gruplar halinde cıvıldaşarak okula koşan küçükleri. Ağızlarında jilet taşıyacak kadar kıyıcı, yıkık burçlardan uçurduğu güvercinlerin özgürlüğüne ağlayacak kadar yufka yürekli büyükleri, büyük ve asi çocukları çekememişim.

Beni Kale'ye çeken büyüyü de sorgulamak istemişim filmde. Kırılan hayallerimin altında kalıp kalmadığımla yüzleşmek.

Çekimlerim iki ay içinde bitmiş. Tüm acemiliğime karşın montajını ve seslendirmesini de kendim yapmışım.

Katıldığım festival komitesince sanatsal bir değer verilmese de film yüreğime merhem olmuş. Acılarım yatışmış. Kendi sıradanlığıma dönmüşüm. Çekim sırasında çok gitmiş ve bıkmış olmalıyım ki uzun süre çıkmamışım Kale'ye. Kentin, ilişkilerin, hırslı konuşmaların, kendini nereye vuracağını bilmez kalabalıkların beni boğması, bunaltması uzun sürmemiş.

Yine Kale sokaklarındayım işte.

Öğlen tatillerinde, yemeklerden sonra gidiyorum. Mösyö Jakob kırk yılın ardından İstanbul'a, Moda'ya gitmiş. Onu sık sık görmesem de yokluğundan buruklaşıyorum. Kemal Hoca'ya uğruyor sergilerini, projelerini dinliyorum. Hasan Amca'yla hayatı, Apo'yla yeni iş beklentilerini konuşuyorum. Başka ahbaplar da olmuş bu arada. Bir bardak çay, biraz sohbetle gönlümü hafifletip işe dönüyorum. İki üç günde bir çıkmazsam eksikliğini hissediyorum. Farkında olmadığım bir süreçte Kale'nin Bekçileri'ne benzemeye başladığımı düşünüyorum.

İşte, yine Kale'ye çıkıyorum. Bu şehirde güneşin kırılmadan insanlara ulaşabildiği ender yerlerden birine. Ne yaz sıcaklığının bataklık buğusu ne iliklere işleyen bir ayaz. Şerbet gibi bir Haziran başı. Tam Kale havası. Kendimi yormadan, usul usul çıkıyorum yokuşu. Havadan olsa gerek, üzerimde bir avarelik var gibi.

Yokuşun sonuna doğru, ''Sefa Sokak'' tabelasının altına bakıyorum. Hasan Amca orada durur genellikle. Ağzında sigarası, sırtını taş duvara yaslamış, yokuşun başından panoramik olarak görülen yeni şehre bakar. Bir şehri yeniden kuruyor, bir ömrü yeniden yazıyor gibi bakar. Bugün yok, müşteriler olmalı.

İki adım sonra Dadaş Çayevi'ndeyim. Topu topu üç sehpa sığan sekinin yola yakın iki sehpası dolu. Ocağın kapısında dikilen Hasan Amca, gülümseyerek yanındakine buyur ediyor. Oturup bir sigara tellendiriyorum, bir de çay söylüyorum. Oh, keyfim yerinde. Sehpa camının altına dizilmiş fotoğrafları, kartvizitleri, eski paraları izliyorum dalgın. Bu biraz da diğer müşterilere bakmamak için geliştirdiğim bir yöntem. Kale'yi, bir gülü dalından koparıp, bir kez koklayıp atar gibi dolaşan öyle çok insan var ki. Öyle burnu büyüklüklerle buradaki insanları haber, resim, fotoğraf, anı nesnesi olarak kullanıyorlar ki. Halkın arasına karışmayı buraya uğramak sayan, şık ve görgülü adamlar, yönetimlerinde öylesine acımasız olabiliyor ki. Onlardan biriyle muhattap olmamak için herkese ilgisizleşiyorum. Eğer birleri varsa, Hasan Amca'ya da bulaşmadan çayımı içip, ruhumu dinlendirip gidiyorum. Bugün de öyle. Güneşe uzanmış bir kedi gibi tadını çıkarıyorum.

Kalkma vakti. Parayı masaya bırakıp, ''Eyvallah,'' deyip yürüyorum. Niyetim biraz da Kaleiçi'nde dolaşmak. Bir kapıdan girip, öbür kapıdan parka çıkarak işe dönmek.

Tam kulenin altındaki kapıyı geçtiğimde sizinle karşılaşıyorum. Lacivert takım elbisesi, marka kravatı, tozsuz ayakkabıları ile size. Şu büyük, çok büyük adama. Esnafın, önünü ilikleyerek selamladığı, Kale Bekçilerimin, ''Yine Kale'ye sığındım.'' sözüne mutlu olduğu kıymetli konuğuna. Hemen yana dönüp, başka bir şey bulamadığım için bakkalın vitrinini inceliyorum.

Karşıtlarını sürekli kırıp, kendine benzeterek varolan ve gerçek diye dayatılanla uzlaşmamanın bedelini; ''hayalci'', ''huysuz'', nitelendirmeleri ile ödeyen, gerçekçilere de pek pabuç bırakmayan bana yakışıyor Kale'ye sığınmak. Paraya ihtiyaç duyduğunda popüler şarkılar yazan, adını korumak için bu şarkıları başka isimlerle tanıtmaya da tenezzül etmeyen bana. Vahşete karşı ütopya geliştirmek uğruna, bilinçli olarak kendini masumiyetle saflık arasına sıkıştırmış bir kadına. Yaşadığı tüm mekanların eskiyerek, yenilerek, yıkılarak elinden alındığı Kız Kaçıran Şapkacısı Mehmet Ali Amca'ya, Kale'yi tozlu bir tarih kitabı olarak görse de Muammer'e, Kadri Bey'e yakışıyor. Başkalarına değil.

Şu ''sığınma,'' işini, bir türlü anlamıyorum. Yoksulluğa, çıkışsız bırakılmış çocukların intiharına, haksızlığa karşı ne yaptıklarını sorgulamaktan çoktan geçtiğim büyük adamlardan birinin, beş yıldızlı otelleri, holding odalarını, garsoniyerleri, ultra lüks kebapçıları bırakıp Kale'ye sığınmasını algılayamıyorum.

Uzaklaştığınızı umarak gitmeye hazırlanırken, vitrine son kez bakıyorum. Yanımda biri duruyor. Dönüyorum. Kimse yok. Yeniden vitrin. Ne yaparsam yapayım camda, yanımdasınız. ''Hayalleri kırılan bir tek siz misiniz?'' diye soruyorsunuz. ''Hani, önyargılarınız yoktu?'', ''Buraları, insanlarını sizden çok önce tanıyor olabilirim'', ''Belki sevgidendir, saygıları?'', ''Ben kırıklıklarımı nerede sarayım?''. Sorular, aklımı karıştırıyor. Parkı, gezmeyi bırakıp, hızla geri dönüyorum. Sır kapısından yeniden geçiyorum.

İşyerine soluk soluğa dönüyorum. Akşama kadar elimi hangi işe atsam soluk soluğa yapıyorum.


Ne çok hayalimizi kırsan da hayat, yine sendendir umutlarımız.

 içindekiler











SONBAHARDA KÖREBE


Seyit Ali Doğan, salına salına çıktı evden. Elinde, artık içinde nelerin olduğunu kendisinin bile tam hatırlamadığı, gün içinde, cep telefonuna gereksinim duymasının dışında kullanmadığı, bazen kapağını bile açmadığı ama onsuz da bir yere gitmediği, eskimiş evrak çantası, Akay'ın köşeden salına salına döndü,

Kızılırmak Sinemasının önünden, Selanik'ten, Mülkiyeliler Lokalinin yanından yine salına salına, zihninde çizilmiş bir rotayı izleyip, yaz sonları alışkanlığıyla, aşağılara, Sakarya'daki dershaneye iniyor.

İyi ki, annesinin ısrarlarına boyun eğip de Birlik Mahallesine taşınmamıştı. Gözünü sevdiğim Tunalı'sı. Hem kendisi Avrupai bir küçük şehir hem şehrin her yerine bir adım. En azından Seyit Ali'nin gidip geldiği, takıldığı yerler için öyle. Arabayı ancak hafta sonları kullanmaya ihtiyaç duyuyor ancak. O da canı ister de şöyle şehir dışı, kırlık, yeşillik bir yere giderse. Bir de, yemeklerini özlediğinde annesine. Bir tek sonbahar günlerde işe yayan gidebiliyor ve bundan çok hoşlanıyor. Yoksa çekilir dert değil otobüsle dolmuşla uğraşmak. Kızılay'da otopark bulmaksa dünyanın en zor problemi. Yürüme gibisi var mı? Ama her zaman imkan olmuyor. Özellikle soğuk ve sıcaklarda. Öyle günlerde de, taksiler ne güne duruyor? Biraz da onlar kazansın değil mi efendim? Bak biz ne güzel kazanmışız, öğrencilerimiz en iyi yerleri tutturmuş bir öğrenciye puanının yüksekliğinden dolayı araba bile vermişiz. En büyük pankartla duyurmuşuz diğerlerinden farkımızı. Başkalarına niye kazandırmayalım?

Yazınki yapış yapış ve soluk aldırmayan sıcak kalmamış. Bunalmadan sinirlenmeden yürüyor. Sıcak tansiyonunu yükseltirken tahammül gücünü azaltıyor, asabi yapıyor Seyit Ali'yi. Kafası da çalışmıyor sanki sıcakta. Mevsimler mi değişti? Yaş mı kemale erdi? Bilmiyor ama eskiden hiç tınmadığı şeyler şimdi hayatında önemli rol oynuyor. Neredeyse hayatını, mevsime, kalabalığa, yediklerine içtiklerine göre düzenleyecek. Koskoca yaz geçti de bir güzel bahçede, bir güzel öğlen rakısı içemedi gitti. Bu şehirde, sıcakta dışarıda da olmayı sevmiyor. Şimdi öyle mi ya. Salına salına sabahın tadını çıkarıyor. Öğlen de rakının tadını çıkarır belki.

Bu yıl da, sonbahar ne kadar güzel. Hele geçen yazdan sonra. Sanki doğa kendince bir dengeyi tutturuyor. Yazın bunalttıklarını şimdi ferahlatıyor. Sabah da çok güzel. Büyülü sanki. Güne açılan bir kapının çok ötesinde. Aslında kendine özgü ve bağımsız bir zaman. Binlerce yıldır yinelenen bir mucize. Bir de, parlak ama artık sıcağı yıldırıcı olmayan, okşayan, bir güneş. Daha ne olsun?

Önünde yürüyen iki adamın, açık artırmayla satılan milyarlık şarapların, iki yüz trilyonluk bir yolsuzluğu maskelemek için televizyonlardan verildiğinden söz ettikleri kulağına çarpıyor. Seyit Ali, adımlarını sıklaştırıyor. Bu tür konuları konuşmak bir yana duymaktan bile sıkılıyor. Yürüyüp onları geçiyor. Adamları duyamayacak noktaya geldiğine kanaat getirince yavaşlıyor.

Salına salına girdiği Sakarya'da çiçek kokusu. Erkenden süpürülmüş temiz sokaklar. Tek meydanımsı alana dökülüp, onunla bir bütün oluşturmuş, onu uslu bir göle dönüştürmüş nehirler gibiler. Mırıltılarıyla gezinen güvercinler. Yayalara açılmış caddelerin gürültüsüz patırtısız egzoz dumansız, homurtusuz hali. Üç dükkan ötedeki komşusuna seslenen esnafın, gürültüye gitmeyen, neşeli, tane tane anlaşılır sözleri. Açılmış radyolardan caddeye taşan oynak havalar. Bir Karadeniz havasına uymuş ayakları, omuzları kendiliğinden oynayan çırak çocuk. Akdeniz ülkesi ne de olsa. Sükuneti bile canlı.

Dünkü gibi polis kordonu da yok ortalıkta. Toplu getirildikleri alana patır patır indirilen robokoplardan oluşan , insanlarda, yine nerde ne olacak? Tehlikede miyim? Burası da artık iyice güvenliği olmayan bir yer oldu duygusu yaratan, her an her yerden bir patlama bekleme psikolojisine sokan tedirgin edici kordon yok. Şüpheli paket, çanta , bomba ihbarı yapılmamış bugün. Biber gazı kullanmayı planladıkları bir eylem de yok anlaşılan. Ne güzel. Sakarya bu sabah kendi sakinlerine bırakılmış.

SSK İşhanının çöpü bile kokmuyor sanki. Balığı ızgarası, köftesi, gözlemesi, kokoreci dumanı, isi, pası sarmamış daha etrafı. Pop müziğin istilası başlamamış. Çöp boşaltım kapısının yanına taksiyle getirilip, anneleri ya da ablalarıyla bırakılan çocuklar bile, para istemek için erken bir vakit olduğunu öğrenmiş, kimsenin yolunu kesmiyorlar. Onlar da, onun gibi avare bir zevkle seyrediyorlar Sakarya Caddesi'ni. Dükkanlar açılıyor Tezgahlar dışarı diziliyor, kapı önleri ıslatılıp daha bir ince süpürülüyor. Manava, markete, balıkçılara, çiçekçilere koca kamyonla, kamyonetle, arkası açık doçla, binek arabayla ha bire kasalarca çiçek, meyve, sebze, balık, tavuk, tenekelerce bal, peynir, zeytin gelip boşalıyor. İş yaparken yarenlik ediliyor. Seyit Ali durup onları seyredebiliyor. Her gün önünden geçip gittiği duvarlarındaki afişlere, önlerinde uzun uzun dikilip bakabiliyor. Konser, söyleşi, imza günü duyurularını inceleyebiliyor. Savaşın vahşetini gösteren afişlerle karşılaşınca huzuru kaçacak gibi oluyor, o da, görmemiş gibi yapıp başını çevirip yürüyor..

Sakarya'ya böyle her inişinde, hilafsız, kendi öğrenciliğini, ilk gençliğini anımsıyor. Birahanelerin yeni açıldığı zamanları. Üç kuruşa bira içtikleri yerleri. Her an fakültelerin birinden arkadaşlarla karşılaşabildiğin, masa masa dolaşıp oturabildiğin, parasız kaldığında nasıl olsa birine rastlarım diye gönül rahatlığıyla gelebildiğin, asi kızlarla, ateşli tartışmalar yapabildiğin yerleri. Bir çok değişiklik geçirse de atmosferi pek değişmeyen sokaklar. Değişen, kırkına gelmiş, yorulmuş, en sevdiği mevsim olan yaza bile tahammülü kalmamış Seyit Ali Doğan

Koskoca yaz çalışmakla geçmiş. Sınıflar boşalsa da, yok sınavlar yok sonuçlar yok tercihler, birinciler, ikinciler, üçüncüler derken, nem oranı ve derecesi hayli yüksek bir ısıda çalışma işkencesine maruz kalmış. Yoğun iş arasında çocukların, koridorlardaki koşuşturmalarının, gürültülerinin olmaması tek şansı olmuş. Kalbini sıcakta zorlamamak için evden işe öyle bir aceleyle çıkıp gelmek durumunda kalıyormuş ki dershaneye vardığında bu kez de heyecandan, telaştan çarpıntısı oluyormuş. Öğlenleri büroda kalıp, yağları donmuş, tadı kaçmış yemekleri didikleyip duruyormuş. Akşam iş çıkışı da sıcağa denk geldiğinden kaçarcasına yine ev. Ortalık serinlediğinde ise. artık geç olmuş oluyor, canı dışarı çıkmak istemiyormuş. Miskin miskin evde oturuyormuş. Bazen Meltem geliyormuş, bazen Seyit Ali ona gidiyormuş. Meltem'den de sıkılmış son günlerde. Karısına benzemeye başlamış kız. Yalnızca şikayet ve istek. İstek ve şikayet. Fotoğraf çeken cep telefonlarından almış, barları gezdirmiş. Tatile götürmüş. Yine de memnun edememiş. Beş yıldızlı oteli, köyünde mi gördün sen kızım? Bir geceliği, ne kadar biliyor musun? Hayatında beş kuruş kazandın mı? Son günlerde, Meltem ne yaparsa yapsın batıyormuş.

Nilüfer'e de dünyanın nafakasını ödüyormuş. Hanımefendi, onun terleyerek kazandıklarını entel arkadaşlarıyla yiyip geziyormuş. Eski kocasının parasını yediğini gizlemediği gibi her yerde övünçle söylüyormuş. Bir de bağımsız kadın pozları takınmış ki, acayip. Özgür kızı bile oynuyormuş. Cahil kadın. Boğazına dizilir inşallah. Nedense, herkes ondan bir şey koparma derdinde oluyormuş? İnsan değil de para makinesi sanki. Nasıl kazandığını soran yokmuş. Nelere katlandığını bilen de. Bir tek Güney öyle değilmiş. Yaşamı boyunca aşık olduğu ve asla itiraf etmediği tek kadın. Çocukluğunun, gençliğinin, yetişkinliğinin tek aşkı. Yanında olması da uzakta olması kadar zor olan Güney. Hayat diye tanımlanana uyum sağlayamadığı için kendini de onu da hırpalayıp hırpalayıp bırakan Güney. Seyit Ali, zor kadınları da kolay kadınları da taşıyamıyor artık. Ama bir tek Nilüfer'i görmeye hiç tahammül edemiyor. Çocuğun hatırına bile razı gelemiyor.

Çocuk ikisinden de bağımsız, fakülteden arkadaşlarıyla ev tutmuş, ekmek elden su gölden oturuyor. Umut, onunla yüz yüze konuşmadığı tüm zamanlarda Seyit Ali için hep çocuk. Oğlan, bal gibi farkında, ara ara babasına, açıkça olmasa da benim bir ismim, kişiliğim var demeye getiriyor. Cebine konan harçlığın ağırlığı oranında da hızını ayarlayıp çekip gidiyor. Seyit Ali neredeyse dershanedeki bütün çocukların adını biliyor ama iş kendi çocuğuna geldi mi, Umut, ancak çocuk olarak zihninde yer ediyor. Çocuk gelecek, çocukla tatile gideceğiz. Çocuk babaannesinde. Çocuk para istiyor. Annesi de harçlık veriyordur kerataya. Bir ona dayanamaz kişiliksiz kadın. Nereye saçıyor bu çocuk bu paraları? Onun üç katını harcıyor neredeyse. Arabası, benzini yetmiyormuş gibi bir de kredi kartı borçlarını yıkıyor babasının üzerine.

Hako'yu görse de ona para verse bari. Ona para vermek insana dokunmuyor. Hem, ne kadarcık kabul ediyor ki. Gururlu da adam. Birazcık arasa bulur belki. Eğer ölmediyse bir sokağın köşesinde sızmış uyuyordur. Üst geçitte de olabilir, batan bankanın önünde de. O mu daha mutlu, başkaları mı mutsuz Seyit Ali anlayamıyor. Bir arkadaşının tanıdığı. Yaşamak için sokağı seçenlerden. Kafayı yemiş dediklerinden. Kafayı yemiş o kadar takım elbiseli adam varken. Hako herkesden akıllı geliyor. Ne o, iş, güç, evlenme, boşanma , çocuk, sorumluluk, kibar konuşmalar, sıkıcı toplu yemekler, iri iri laflar. Ama onunki de, öyle göründüğü gibi kolay değil her halde. Geçen hafta göz göre göre bir sokak çocuğunu parçalamışlar üst caddede. Gazeteler yazmış ama Seyit Ali yazıyı görmemiş komşu lokantacıdan dinlemiş. Sokak çocukları arasındaki kavgada, biri diğerini bıçakla parçalamış. Kulüpçü Kenan silahını alıp koşmuş ama yetişememiş. Hako çocuk değil ki girmez kavgaya. Kendini koruyabilir.

Önünden geçerken, tezgaha dizilmekte olan taze çöreklerin kokusuyla başını döndüren pastaneye bakıp kalıyor. Canı bu pastanede oturup taze çayla poğaça yemek istiyor. Ya da çocukluğunda yaptığı gibi limonata veya şerbet? Şerbet yapan kalmış mıdır ki? Ya loğusa şerbeti? Loğusa şerbetini ne çok severdi çocukken. Tarçının tadını unutalı yıllar olmuş. Limonatanın yanına tarçınlı çörek varsa ondan isteyecek. Bugün şerbette olmasa da çörekte anımsayacak. Hatta paket yaptırıp, gidip meydanın tam ortasındaki, kaidesi geniş heykelin dibine oturarak yiyip içecek. Çocuklar gelir dilenir diye birkaç çörek de onlar için alacak. Keyfini kaçırmayacak hiçbir şey için. Biraz da o çıkarsın sokakların keyfini. Garsondan, pantolonu oturunca kirlenmesin diye bir de beyaz paket kağıdı isteyip yürüyor.

Başı önünde otursa bile meydan ve çevresindeki hoşluğu hissedebiliyor ki onun başı, bu sabah yukarda. İçinde olduğu bu tabloyu görmek, hissetmek, ortama müdahil olmak istiyor. Bu belki bir daha yakalama şansının olmadığı güzel sonbahar sabahının sakinliğinden, payına düşeni almak istiyor. Cadde ortası pikniği yapmak istiyor.

Oturduğu yerden caddenin başındaki bir üst geçitten, sonundaki bir üst geçide işlerine gitmek için tempolu ama telaşlı olmayan yürüyüşleriyle memurları, tezgahtarları, bankacıları seyrediyor. Sevgi Soysal'ın "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti" kitabını hatırlıyor. Ne olduğunu bilmediği bir şeyleri, bir sürü şeyi özlüyor. Gelenleri, yüzlerinden gidenleri, tüm bedenlerinden izliyor. Genç kadınlara daha dikkatli baktığının farkında değil. Bir ara, birkaç gündür karşılaştığı o kadını da görüyor. Tam karşıdan geliyor. Aynı saatte aynı sokaktan geçen insanların aşinalığının biraz ötesinde bir şey bu kadına olan dikkati. Ağlıyor gibi olan kadın bu. Bu kez iyice bakacak. Yanılıp yanılmadığını anlamak istiyor. Kadın gerçekten ağlıyor mu? Yoksa yüzünün ifadesi mi öyle? Bu hafif sonbahar günü, o da, böyle hafif bir konunun peşine düşecek. İnsanca bir merak. Belki sapkınca bile olabilir? Ama çok merak ediyor. İyi ki güneş gözlükleri yanında, cebinden çıkarıp takıyor. Kadın, incelendiğini anlamayacak. Yaklaşıyor. Sahiden ağlıyor bu kadın. Gözyaşları yüzünden aşağıya usulca süzülüyor. Alnına yanaklarına düşürdüğü saçlarının gölgesine sığınmış, koca şehrin ortasında ağlayarak dolaşıyor. Gözlerinde bir rahatsızlık olabilir mi acaba? Ne bileyim göz kuruluğu olduğu gibi, gözyaşı torbasının dar olması gibi bir hastalık var mıdır? İdrar tutamamaya benzer mi gözyaşı tutamama? Ya da göz yaşı bolluğu? İyi ki göz prostatı yok. O iyice beter olurdu. Kadın çoktan geçip gitmiş o oturmuş düşünüyor.


Bugün kendine izin veriyor. Bugün rüzgarı nereden eserse, ona göre takılacak, kadını takip edecek. Kaideden kalkıp hızla yürüyor. Kadının ardına düşüyor. Kendi yaşlarında bir kadın olmalı. Sakin yürüyor. Önünden yürüyen kadının, elinde tuttuğu mendille bazen gözlerini bazen burnunu sildiğini anlıyor. Üst geçidin merdivenlerini tırmanıp, inip Selanik'e geçiyorlar. Hako bu üst geçitte yok. Selanik, Sakarya'ya göre kalabalık. Birazdan daha da dolacak. Ne varsa, herkes Kızılay'a gelme derdinde. Herkes burada da kimse kadının yüzüne bakmıyor. Herkesin yapacak bir işi, ulaşacak bir yeri, kafasında bir düşüncesi var. Kim takar gözleri yaşla dolmuş bir kadını. Kadın Meşrutiyet'e dönüyor. O da. Ahmetler'e doğru, çirkin, devasa köprünün üzerindeler.

Üst geçitte kimse yok. Herkes aşağıda, sıkışmış trafiği fırsat bilip, araçların arasından, caddenin öbür yanına varma derdinde. Caddeyi kesen her sokağa bir üst geçit kondurulursa böyle oluyor işte. Her şey arabalara. Tek kişinin kullanımında olan arabaların kapladığı alan, kirlettiği hava, çıkardığı gürültü bir yana, yararlı şeylere harcanabilecekken yol yatırımıyla heba olan kaynaklar canını sıkıyor Seyit Ali'nin. Vergisinin buralara harcanmasına isyan ediyor. Aynı isyanı aşağıdakiler de yaşıyor olmalı. Canını dişine takan arabaların arasından atlıyor. Başka zamanlarda, Seyit Ali de onların yaptığını büyük bir zevkle yapıyor. Kadının sevdasına tırmandı bugün yalnız ikisine kalmış bu çirkin köprüye. Üst geçitler, alt geçitler hastası, hamilesi, yaşlısı için merkezi dışlayıcı kılıyorlar. Hız ve hareket üzerine oturur mu bir şehir? Bilmez mi bunu belediyeciler? Üst geçit yapımı iyi kazandırıyor her halde. Bu gidişle bu şehirde bir sektör haline de gelebilir. Üst geçit holdingi, üst geçit konsorsiyumu falan filan.

Kadın üst geçidin tam ortasına gelince durdu. Yüzünü mendiline gömüp hıçkırmaya başladı. Arkasında birinin, Seyit Ali'nin olduğunun farkında değil. Farkında olsa da aldıracak mı aldırmayacak mı o da belli değil. Kadın rahat. Kimse olsa ne olacak? Kalabalıktan kimse kimsenin yüzüne bakmıyor ki nasıl olsa. Kimse kimseyle ilgili bile değil. Sadece gençler ve çocuklar. Açık açık hıçkırıyor bu kadın . Seyit Ali, kendi kendine konuşanı, güleni, şarkı söyleyeni gördü de böylesini görmedi hiç. Bir gün değil, iki gün değil. Kadın her gün ağlıyor. Bu da olmaz ki ama. Git evinde ağla. Kimse görmüyor, tanık olmuyor, bakmıyor diye yollarda da ağlanmaz ki. Nilüfer de böyle ağlaktı. Neyi beğenmezse oturur ağlar. İstediğini de onu yıldırarak elde ederdi. Kabus gibiydi o kadınla yaşamak. Beş yıldır kafası ne kadar dinç. Bir tek, ödenen paranın çokluğuna yanıyor. Ama suç kendinde. Mahkemede ne talep ettiyse kabul etmişti. Sonunu düşünmemiş, soyulacağını hesap etmemişti. Şimdi kazancının yarısına el koyuyor Nilüfer. Bunun da ağlayacak bir şeyi varsa gidip kocasının yanında ağlamalı. Niye çıkıp, sokaklarda herkesin canını sıkıyor? Herkesin olmasa bile Seyit Ali'nin canını sıkıyor.

Kadın yeniden yürümeye başladığında Seyit Ali kalakaldı. İçindeki, kadına yönelik merak uçup gitmişti. Durdurup, bir iki laf etme isteği de. Gerisin geriye döndü. Tadı kaçmış bir vaziyette dershaneye gitti. Odasındaki televizyon, İskenderun Limanında batan İspanyol nükleer atık gemisinin çevreye zararlarının haberini veriyordu. Kapattı.

Seyit Ali için gün, öylesine çalışarak geçti gitti. Öğlen rakısı unutuldu.

Eylül ortaladı, okullar, dershaneler açıldı. Seyit Ali işe gidişlerinde o kadına çoğunlukla rastladı. Hiç kesilmemişti ağlaması. Kadın kimseyi umursamadan, görürler de bana acırlar, kınarlar demeden ağlayıp geziyordu. İşler o denli yoğundu ki Seyit Ali'nin kadına değil sinirlenmek, aldıracak durumu bile kalmamıştı. Öğretmenlerin bir kısmı yüksek ücretlerle yeni kurulan bir dershaneye transfer olmuşlar, bu, kalanları da etkilemişti. Her an, gideriz ha, havasındaydılar. Bunlar, Seyit Ali'yi korkutabilen şeyler değildi. Hiç olmamıştı. O da çok transfer yapmıştı zamanında. Ondakileri de almaları normaldi. İki odalı apartman dairesinden buraya
gelmişti o. Adı yeterdi onun. Kimseye eyvallahı yoktu. Günde on derse girer yine boşluğu doldururdu. Dışarısı işsiz kaynıyordu. Hidayet'in matematikçisi, bir gel demesine bakıyordu. Zaten bu yıl öğrenci sayısını sınırlı tutmuştu. Çok kayıt almamıştı. Az çocuk, çok başarı, iyi para. Bu kadar yıldan sonra başını ağrıtmanın alemi neydi ki?

Seyit Ali kadını gördüğü zamanlarda hatırlıyor sonra unutup gidiyordu. Bir kez, bir tek kez, o da eski arkadaşlarıyla vakit yokluğu nedeniyle üç dört ayda bir buluştuğu yemeklerin birinde, bir balık lokantasında, masa masa gezen müzik grubundaki şarkıcı kadını benzetip hatırlamıştı. Hatırladığını arkadaşlarına da anlattı . Onlara da ilginç geldi. Onun kızdığına onlar güldüler. Sonra yeniden futbola, işlerin sıkıntısına, çocuklarının sorunlarına, karılarının kıskançlıklarına, Irak'da kaçırılan şoförlerin öldürülme ya da serbest bırakılmasındaki kıstaslara, Avrupa Birliği'ne kabul edilip edinilmeyeceğine, memleket meselelerine döndüler.

Derslerin başlamasına dört gün kalmıştı ki, bir sabah şehre yapılmış ilk üst geçidin ortasında, kadınla burun buruna geldi Seyit Ali. İçini çeke çeke ağlıyordu yine. Neden kimse görüp de yaptığının normal bir şey olmadığını söylemiyordu şuna? İnsanların derdi kendine yetiyordu. Dertleri artırmanın alemi miydi şimdi?

Kimse söylemezse kendisi söyleyecek. Geri dönüp hızlanarak kadının önüne geçip durdu. Kadın, başı önünde, dikkati ruhunun derinlerinde bir yerlerde, karşısına çıkan engeli dolanıp geçmeye çalıştı. Seyit Ali bırakmadı. Yana kayıp yine önüne geçti. Bir hamle daha. Yine olmadı. Kadın çaresizlikle başını kaldırdı baktı. Gözleri ağlamaktan cam gibi olmuştu. Seyit Ail'nin yüzüne bakıyor, ne söyleyeceğini ya da ne yapacağını bekliyordu. Ağlamayı kesmemişti ama. Gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ediyordu. Seyit Ali tüm söyleyeceklerini unuttu birden. Birbirlerinin gözlerine bakarak durdular. Dondular sanki.

Seyit Ali ne yaptığını bilmeden, Çantasını yere bırakıp kollarını kadına doğru açtı ve kadını kucakladı. Kadın şaşırmadı, irkilmedi. Acemice o da sarıldı. Kadının sırtını pışpışladı, saçlarını okşadı. Bildiği ne kadar sakinleştirici söz varsa kulağına fısıldadı. Kadın ona daha sıkı sarılıp bu kez de hıçkırıklarla sarsılarak ağlamaya başladı. Ceketi, sabah özenle ütüleyip giydiği gömleğinin yakası göz yaşlarından ıslanıp buruşuyor, titizliğiyle tanınan Seyit Ali aldırmıyordu. Kadını bırakmak istemiyordu. Kadın, tüm acısına karşın yumuşak ve sıcaktı. Seyit Ali, şevkatle kucaklanmanın nasıl bir şey olduğunu unutmuş olduğunu hatırladı. Tüm kalbiyle, bu kadının bütün acılarını yüklenerek onu mutlu etmeyi diledi. Onun gülmesini istedi. İsteğindeki içtenlikten gözleri yaşardı.

Kadının yüzünü avuçlarına alıp gözyaşlarını yanaklarından sildi. Yeniden sarıldı. Aç mıydı? Birini mi kaybetmişti? Aldatılmış mıydı? Soruları yanıtlamasa da sarsılarak ağlaması dinginleşti. Seyit Ali ağzındaki tuzlu tadın, hangisinin gözlerinden aktığını çıkaramadı. Dili döndüğünce hayatın güzel olduğunu anlatmaya çalıştı. Sesi çatallanmıştı.

Kadın bir adım geri çekildi. Ayrıldılar.

Seyit Ali konuştukça kadının göz yaşlarının azaldığını fark etti. Bir pastaneye gidip çay içmeyi önerdi. Kadın başını olumsuz salladı. Seyit Ali vazgeçmedi, boğazındaki yanmaya, çatal çatal sesine aldırmadan üst geçidin korkuluğuna dayanıp ne söylediğini bilmeden konuştu konuştu konuştu.

Bitmişti işte, kadının ağlaması dinmişti sonunda. Kadın, gözlerinde donmuş iki damla yaşla gülümsüyordu. Seyit Ali de ona gülümsedi. Söz bitti.

Bakıp durdular birbirlerine.

Kadın mahcup, elini uzattı. Tokalaştılar. Seyit Ali'yi öylece bırakıp yürüdü.

Seyit Ali dikilmeye devam etti. Aşağıdan akıp giden trafiğe baktı, şehri dinledi, Bulunduğu yerden renkli, "UMUT DERSHANESİ" tabelasını görünce işe gitmesi gerektiğini anımsadı. Çantasını yerden alıp gördüğü binaya doğru, burnunu sile sile yürümeye başladı.

Deli dolu bir genç kız, on beş gündür, bir iş bulmanın sevinciyle koşa koşa gittiği bir avukatlık bürosuna doğru seğirtirken Seyit Ali' yi gördü. Seyit Ali, bu delişmen kızın, yüzüne bakıp bakıp, koskoca adam niye ağlar ki sokakta diye söylendiğini ne duydu, ne gördü, ne hissetti.

içindekiler
 










AHMEDO

Aynur Doğan'a, söylediği, Kazancı Bedih'e, bıraktığı
türküler için binlerce teşekkürler.




Sabah uyanınca her zaman yaptığı gibi duş aldı, tıraş oldu, üstünü giyindi ve acelesi varmış gibi odaya açılan kapıdan doğruca terasa çıktı.

Yalan dünya.

Bu, arkasını bir dağa yaslayıp eteğinden ufuk çizgisine kadar dümdüz uzanan dünyayı, gökyüzünün her hangi bir katından seyreden kaleler şehrinde, hiç biri diğerinin güneşini kesmeden yerleştirilmiş, çok katlı taş evlerin hangisinin terasına çıkarsa insan, geçmiş zamanın tanrı-kralları kadar hükümdar ama bir o kadar yalnız hissederdi kendini. Bir de yaşananları düşününce, yalnızlığın yanına can acıtan bir çaresizlik eklenirdi. Ahmedo yalnızdı ve yüzlemese de canı yanıyordu. Şehrin hemen eteğindeki, mezarlıkların az aşağısındaki o köye bakmasa da yanıyordu canı.

Sanki bu dağ, bu muhteşem ova seyredilebilsin diye yaratılmıştı. Sanki bu şehir, bu ovada hep hayat olsun ve anlatılsın diye kurulmuştu. Sanki bu dağ, bu şehir, Mezopotamya'nın, güneşin bahçesi olduğuna tanıklık etsin diye yaratılmıştı. Sanki yaradan, insanlara Mezopotamya adında bir dünyayı hediye ettiğinin bilinmesi için burada yaşanmasına izin vermişti.

Ahmedo için sadece yazları değil her mevsimde terasa çıkmak, güne başlamak, dünyaya açılmak, hayata katılmak, kendisiyle konuşmak gibi bir şey olmuştu. Oysa hemen önünden göz alabildiğine uzanıp giden coğrafya, yine onun için dünyanın sonundan başka bir şey de değildi.

Güneş yeni doğuyordu. Koca evde çıt yoktu. Kimse uyanmamıştı daha. Gelinler bile. Eskiden böyle miydi? Sabah, ezanından çok önce kalkardı gelinler, kızlar. Aman! Ne yapsınlardı? İki tanelerdi topu topu koskoca evde. Yoruluyorlardı. Hem kalkmamaları Ahmedo için iyi oluyordu. Kendi kendine kalabiliyordu. Şehir de uyanmamıştı. Ilık bir yatak gibi çağrılıydı sessizlik. Koltuğuna oturdu. Yanındaki sehpanın üstündeki tepsiye, gelinlerin akşamdan hazırlayıp dizdiği malzemelerden cezveyi alıp iki kaşık kahve koydu, bir tane kesme şeker attı, su ekledi, ispirto ocağını tutuşturup üzerine dikkatlice yerleştirdi. Tabakasından tütünle kağıdını alıp özene bezene bir sigara sardı. Kaynayıp köpüklenen kahveyi fincana boşalttı. Sigarayı yaktı, kahveden bir yudum içti. Arkasına yaslandı. Güne öyle başladı.

Boş dünya.

Kahveyle sigara bitince doğruldu. Her sabah yaptığı gibi birkaç adımda, geniş terasın parmaklıklarına varıp, dayandı. Damlarda ve teraslardaki tahtlarda uyuyanları geçti. Şehri, aşağı sokakları geçti. Varlığını reddettiği köyü geçti. İleriye baktı. Başaklar olgunlaştığı zaman onların dalgalanmasıyla altın bir denize dönüşebilen ve insanda, sonsuzluk duygusu yaratan düzlüğe baktı. Gözlerinden beynine, beyninden kalbine, kalbinden ayaklarına, ayaklarının altından toprağın derinliklerine uzanarak özüyle birleşen bir kaynağın derinliğiyle bakıp kaldı Mezopotamya'ya. Uzak kaldığı yılların hasretiyle, sanki her an elinden alınacakmış gibi hırsla, anasının memesine uzanan bebeğin açlığıyla baktı. Cennete ve cehenneme bakar gibi baktı. Güneydeki bütün ülkeleri, şehirleri, Felluce'yi, Bağdat'ı, Tikrit'i, Beyrut'u, Batı Şeria'yı, Kudüs'ü, Ramallah'ı, Şam'ı, Halep'i, Musul'u, Tel Aviv'i Gazze'yi hatta Kahire'yi ve İskenderiye'yi görüyormuşcasına baktı. Bir parça Paris'le, bir parça Berlin de eklendi görüyormuşcasına baktığı şehirlerin yanına. Tüm insanlığı, gelmiş geçmiş tüm medeniyetleri, halkları, yaşamları, acıları, savaşları, ölümleri, doğumları aynı anda görüyormuşcasına baktı.


O, önünde uzanıp giden, uçsuz bucaksız toprağa, ruhunu serip baktı.

Yalan Dünya .

Çocukluğunu da görüyormuşcasına baktı. Gençliğini değil de çocukluğunu... Çocukluğunu, İlk okulunu, okula ilk başladığı günü. İlk teneffüsü. Acemice dikildiği, daha ötesine geçmeye cesaret edemediği için durup sırtını dayadığı okul kapısındaymışcasına, özenerek, kıskanarak izlediği oyunları. Bir gün geç başlamıştı okula -Dayısı Urfa'ya mal almaya gittiğinde, onu da gezsin diye götürdüğünden geç kalmıştı- Sadece bir gün. Yaşıtlarının, mahalledeki tüm arkadaşlarının arasında, bir yabancı gibi kalmasına neden olmuştu, o tek gün. Okulun bahçesi, evlerinin avlusuymuş gibi rahat oynayan çocukları görüyormuşcasına baktı. Erkek çocukların arasına karışmış, örgülü uzun saçlarını savurta, savurta koşan yaramaz kızı. Rahel'i.

Vahşi kız Rahel'in, kendininkiyle karşılaşınca nazlanıveren bakışlarını

Rahel.

Şehrin, hemen eteğindeki o köyden, her sabah şehirdeki okula koşarak gelen ve her akşamüzeri de tarlalara koşarak giden deli kızdı bu. Tarlalardan el ayak çekilip ıssızlaşınca, köyün, bitişikmiş gibi duran evlerinin arasından, güneşe uzanan o sınırsız ovaya doğru usulca çıkıp, kendi başına güneşe uğurlama töreni yapan kızdı bu. Güneşin battığı yöne doğru yürür, kuşlarla birlikte o ışıltılı kızıllığa katılıp kaybederdi kendini. Uzun, açık saçları, o saatte çıkan rüzgarda dalgalanır. O koşar, kollarını açıp uçuyor gibi yapar, dans ederdi. Sesi duyulmasa da çığlıklar attığı anlaşılırdı. İyi biliyordu Ahmedo. Bir akşam terasta babasının yaptığı tahta tüfekle düşmancılık oynayıp, kıpırdayan her şeye nişan alırken rastlamıştı kıza. Sonraları saati denk gelirse bakar olmuş, uzun süre de babasının avda kullandığı dürbünle takipçisi kesilmişti. Biliyordu, bu kız, o pervasız kızdı.

Öyle kızlara alışık değildiniz o zamanlar. Kızlar uslu uslu otururdu bir kenarda. Oğlanların oyunlarına karışmazlardı. Karışmaya kalksalar hem kınanırlardı hem bir yerimiz acıyacak diye korkarlardı. Rahel farklıydı. Sizinle koşar, zıplar, atlardı. Farklı olduğu için kınanmazdı da. Çünkü onun köyü, camili değil kiliseliydi. Komşunuz Agop Emmi'lerinkinden de değil. Güneş pencereli kiliselerden.

O kız, beş yıllık okul boyunca en iyi arkadaşın olacaktı senin. Daha sonraları da her kırıldığında, içinden onunla dertleşecektin. Hep arkadaşın olarak bilecektin. Arkadaşın olarak düşünecektin. Arkadaşın olarak özleyecektin.

Boş hayat, boş..

Nazlı bakışların aldırmazlığa dönüştüğü anla karşılaştı yeniden. Sarsıldı.

Kız alıp vermenin ve ibadetin dışında her şeyin yan yana olduğu bir çeşitlilikte, sevda sadece türkülerdedir. Böyle düşünürdün Ahmedo. Dedeleriniz de böyle düşünürdü. Babalarınız askerliği birlikte yapar, gurbete birlikte çıkıp birlikte dönerler. İyi ahbaptırlar. Cenazeleri, bayramları atlamazlar. Ama onlar da öyle düşünürler. Sen de böyle düşünürdün. Böyle düşünmesen de o çağda sevdanın ne olduğunu bilmezdin. Rahel'e bakarken gözlerinin ne hale geldiğini görmez, görsen de anlamazdın.

İlkokul çoktan bitmişti. Sana kızlardan nameler, hediyeler, işaretler gelir olmuştu. Kızların etrafında pervane gibi olması kafanı karıştırıyordu. Bu ilginin yarattığı karışıklık çok hoşuna gidiyordu.

Yaşın gelince -içlerinden en güzeli, sana en hayran olanı Sevim'di- Sevim'le evlendin.

Senden iki üç yıl sonra da Rahel. Zengin bir ailenin oğluyla evlenip şehre gelin geldi.

Rahel rastlantıların dışında bir daha yüzüne bakamadı. Bir daha seslenemedi sana.

Oysa ne çok seslenirdi sana. Nedenli nedensiz seslenirdi. Okul bahçesinde oyunlarda, çocukluğun o dizginlenmez coşkusuyla bağırırdı adını. Derslerde de usluca. Hem de öğretmenin öğrettiği gibi değil. Sizinkiler gibi "Ahmedo" derdi sana. Adını ondan duymak ne çok hoşuna giderdi. Adını onun ağzından bir daha duymadın.

Şehir yerinde, komşu değilseniz eğer, akraba olmayan bir kadınla bir erkek pek karşılaşmaz pek görüşmez pek konuşmazdı. Uzaktan uzağa, kendine bile hissettirmeden izledin. O şehirdeyken, teras sana yakın gelmedi eskisi kadar. Boşaldı baktığın yerler. Anlamsızlaştı. Çıkmayıverdin sen de. Ama ne yaparsan yap bir eksiklik duygusu yakanı bırakmadı.

Çocuğu olmadı Rahel'in. "Kısır," diye çıkardılar adını. Rahel bütün şehre darıldı. Evden dışarı adımını atmaz oldu. Şehirdekilere için için kızıp, arkadaşın için çok üzüldün. Bir de kocası, İstanbul yolunda soyguncular tarafından öldürülünce artık iflahı tümden kesildi. Şehirde yapamayıp tekrar köyüne döndü. Rahel'in köye dönüşüne, "Sevinmedim." diyemedin.

Rahel, köyüne dönüp gün batımı törenlerine başlayınca teras çekti seni yine. Seyretmekten kendini alamadın. Artık ne koşuyor ne bağırabiliyordu. Dürbün olmadan da bunu görebiliyordun. Sadece, kızaran bir siluet halinde uzun bir yürüyüş yapıp, karanlıklar içinde geri dönüyordu. Ama o bir kez olsun kafasını kaldırıp dağdaki şehrinize bakmadı. Yıllar, yıllar geçti de bakmadı.

Cenk başladı. Buna karşın o uğurlamasını aksatmadı. Kimse de bir şey demedi. Kimse dokunamadı ona.

Zamanla her şeye dokunuldu. Ona olmasa da yakınlarına, diğerlerine, sizlere, hatta dokunanlara bile. Ne de olsa burası Mezopotamya'ydı. Anların asırlarla boy ölçüştüğü, zaman dinlemez coğrafya.

Son bir kez bakmıştı sana, giderayak son bir kez. Bu ıssız, bu dümdüz, bu belalı, bu büyülü toprağın kendisiymiş gibi bakmıştı.

Neler olmamıştı ki? Önce onlar gitmişlerdi. İlk durakları İstanbul'du. Ardından da Allah rızklarını nerede verdiyse oraya. Almanya'ya, Amerika'ya, belki başka ülkelere. Neresi olursa artık. Dönüşü olmayan bir göçe benziyordu toplu gidişleri. Köyleri tümden boşalmıştı. Arkalarından ağlandı. Ayrıldıklarında, yüreğinden bir tel koptu. İçinden bir ses uçtu.

Bereketi uçup gitti topraklarınızın. Sularınız çekildi. Mezopotamya çöle döndü. Yandı kavruldu ekinleriniz. Barışın kuşları terk etti sizleri.

İlk o zaman anladın ayağının altındaki toprağın sarsıldığını. Aslında hep sarsılmış olduğunu ama kendinin yeni anladığını anladın. Yandı ciğerin bir kez daha. Terasa bir daha çıkmadın. Akbabalar dadandı güzel ovanıza.

Çok geçmedi siz de göçtünüz.

Boş bu hayat. Boş.

Ahmedo, kendini terasın duvarına dayanmış, mırıldanırken buldu. Aldırmadı. Hatta bilinçle "Yalan dünya tabi. Yalan." diye mırıldandı bu kez.

"Yalan dünya." Gazel olsa, sanal mı, yanal mı öyle bir dünya derdi babasının sözüne. Şimdiden özlemişti kızını. Oysa, ona gelinceye kadar üç kız üç oğlan daha vardı. Büyük kızlar, erkenden evlenip gitmişlerdi. Baba evine yabancılaşmışlardı. İlk oğlanla küçüğü de epeydir çekinip yanına yanaşamıyorlardı. Kendisi de çekinirdi babasından. Ahmedo, oğullarının kendinden uzaklaşmasına üzülüyordu. Ortanca oğlanın, Hüseyin'in artık nerede olduğunu kendisi bile bilmiyordu. Böyle olunca, Gazel, sanki tek çocuğu tek kızıymış gibi geliyordu ona. Belki de evin en küçük çocuğu olduğundan belki olgunluk yaşına denk geldiğinden Gazel onun gözbebeği olmuştu. Kız da delikanlı kızdı ha. Korku, çekinme nedir bilmeyen bir cesur kız. On sekizindeydi aslında. Tam evlenecek çağı. Ama kız, "Üniversiteye de gideceğim." diye tutturmuş, sonunda dediğini yaptırmıştı.

Felaket bir kız. "Anama benziyor bir parça. Adını anamdan alıp koyduk, ondandır her halde bu halleri." Gazel'in, İstanbul'da büyümüş olması aklına gelmiyordu.

Kendine itiraf etmeye yanaşmıyordu ama İstanbul'da on yıl yaşamak Ahmedo'yu değiştirmişti. Sevemese de, bir Paris'i görmüştü İstanbul ayarında büyük şehir olarak. Bir Paris'i beğenmişti. Berlin'i, Frankfurt'u da şöyle bir çalım, on günlük kadar dolaşmış, onları da cansız, renksiz bulmuştu. Beğenmese, alışamasa da, ne olursa olsun, başka yaşamları görmüş başka yaşamları tanımıştı bir kez. Ahmedo, istemese de değişmişti.

Belki mecburi bir gidiş olmasaydı, İstanbul'u sevebilirdi de. Kaçarcasına bir gidiş olmasaydı. Hüseyin başını derde sokmasalardı, çocuk İstanbul'da olsun durabilseydi, amcası gibi kahredip yurt dışına gitmeseydi, onları bırakmasaydı, unutmasaydı, diğer oğlanlar, gelinler, kızlar, torunlar gelebilseydi, onlara ne olduğunu merak etmeseydi, onlara haksızlık ettiğine düşünmeseydi sevebilirdi belki. Denizi, vapurları, adaları, martıları, güzel giyimli kadınları, erkekleri, geceleri bile sesleri kesilmeyen neşeli toplulukları, istediğin yere gidebilme rahatlığını, deniz kenarına konmuş bankları, bu banklara oturup denizi seyredebilmeyi, sevebilirdi. Bunlar güzel şeylerdi. Sahiden, pek bir moderndi İstanbul'daki yaşam. Kaloriferli evleri, buharlı banyoları, paran varsa kuş sütü bile eksik olmayan marketleri. Ama doğduğu toprakları aklından çıkaramamıştı hiç. O, toprağı işlemeyi, taşlardan bir dantel gibi örülmüş şehri, dantel evleri özleyerek çocuklarının hatırına tahammül etmişti. Kalabalıktan, kalbinin sesini duyamamaktan hoşlanmamıştı. Binaların çokluğundan yorgun düşmüştü. Amerika'ya gittiklerini bile bile sokaktaki her kadına Rahel diye bakıp onun olmamasından tükenmişti.

Hüseyin, öyle ya da böyle kendini kurtarmıştı. Memleket eskisi gibi değildi, sakinlemişti. İstanbul'da yaşamanın bir anlamı kalmamıştı.

Bir tek Gazel'in o dünyada kalmasını istemişti Ahmedo. Herkesi şaşırtarak, bu konuda ısrar etmişti. Kendisi alışamasa da bu çocuk, o dünyanın çocuğuydu, orada kalmalıydı. Dünya modernleşiyorsa, kız bile olsa, o da modernleşmeliydi. Kim ne derse desin aldırmayacaktı. Anası yanındaydı nasıl olsa. Sahip çıkardı.

Sevim'in analığına da becerikliliğine de bir sözü yoktu. Fedakar bir kadın olmuştu hep. Birbirlerine alışamamışlardı o kadar. İkisi de mutsuz olmuştu bu konuda. Başka kadınlara da ses çıkarmamıştı kadıncağız.

Nafile dünya.

Bitişikteki, Hıdır'ların evden bir pencere hızla açılıp bir çocuk kolu uzandı ve kağıttan bir uçak fırlattı gökyüzüne doğru. Ahmedo ürperdi. Annesinin bağırtısıyla, çocuk aceleyle içeri alındı, pencere kapatıldı. Kağıt uçak da pek uzağa gidemedi . Yere çakıldı.

Kağıttan olsa da, uçağın uçması da yere çakılması da Ahmedo'yu huzursuz etti. Sanki o, Paris uçağıydı. Ve Ahmedo, içindeydi yine. Yıllardır görmediği kardeşini görmeye gidiyordu Hüseyin'le. Uçaktan korka korka o gidiyordu. Dönmeyeceğini hissede hissede Hüseyin'i götürüyordu. Uçağın içi nasıl bunaltıcı gelmişti. Nefes almakta güçlük çekmiş, kulakları tıkanmış, kafası dumanlanmış, terleyip durmuştu yolculuk boyunca. Yerinden kalkmasına izin verilse bir kapı bulup atacaktı kendini aşağıya. Neresi olursa olsun bırakacaktı. Sonradan sonraya alışır gibi olmuştu ama hiç sevememişti uçakları, ne içindeyken ne dışındayken. Büyük bir gürültüyle tepesinden geçmiyor muydu? Kuduruyordu Ahmedo. Sanki tam üstüne düşecek ve sevdiği her şeyi paramparça edecekti.

Sokaktan gelen bir ses dikkatini dağıttı. Şehir çoktan uyanmış, o fark etmemişti. Dönüp kapıya doğru baktı, evde uyanıp yukarı gelen çocuk var mı diye? Yoktu. Kahve tepsisi gitmişti ama. Küçük gelin ona duyurmadan kahve tepsisini götürmüş bir bardak sütle biraz peynir ve doğranmış domates koymuş, gitmişti. Ne de olsa akraba diye geçti içinden. İstiyor ki, bir şeyler yiyeyim. Ne ara çıkıp da tepsileri değiştirmişti ki bu munis gelin, fark etmemişti. Üzerinde durmadı. Bir kez daha sokağa, sokaktan gelen seslere yöneldi dikkati. Ses turistlerden gelmişti. Bir adamla üç kadın. Bir yer soruyorlardı, uyanır uyanmaz kendilerini dışarı atan sokak delisi çocuklara. Yerli turistti bunlar. Soracakları yerden vazgeçmiş çocuklarla konuşmaya başlamışlardı. Turistlere yönelik hiçbir duygusu yoktu Ahmedo'nun . Ne, "Daha önce neredeydiniz?" diyenlerdendi, ne de, "Aman gelsinler, gelsinler, esnaf para kazansın biraz." diyenlerden. Turistlerden erkek olanı, çocukların gösterdiği bir yere bakmak için başını kaldırınca onu görüp selam verdi, Ahmedo da onu selamladı. Sonra dönüp koltuğa oturdu. Tabakayı da götürmüştü gelin. Kızamadı. Doktor Civan, bir taneden başka içmemesini tembihlemişti. Aslında "Hiç içme." demişti de, "Deliririm ben oğul." deyince, "Bir tane iç o zaman bari. Ama sakın iki olmasın." diye dalga geçmişti. Gençti tabii. Ne bilecekti, içine çektiği dumanda değildi tesellisi bu meretin. Yiyecek tepsisine baktı. Hiç birine dokunmadan kalktı. Sabahları kahvaltı etme alışkanlığını uzun zamandır bırakmıştı. Bir kahve bir tütün yetiyordu günü kaldırabilmesine.

Cep telefonundan Gazel'i aradı. Kapalıydı. "Derste olmalı," diye düşündü. Evi arayıp Sevimle konuştu.

Öğlene doğru evden çıktı. Çarşıya doğru yürüdü.

Kahvede biraz oturur muhabbet ederdi. Televizyonlardan, gazetelerden, ortalıkta neler olduğundan konuşulurdu. Dünyadan haberi olurdu bir parça. Ayrıca şehirde neler olmuş kim ölmüş, kim kalmış öğrenirdi. Canı çok isterse bir sigara kaçamağı yapardı. Dönüşte torunlara şeker alırdı. Pek istemese de dükkanlara uğrardı belki. Hem evi biraz kadınlara bırakmak iyi olurdu. İşlerini, aşlarını rahat yapmak isterdi kadın kısmı. Çoğu iş, artık çarşıda satılandan alınıp görülse de turşuydu, salçaydı, pekmezdi, pestildi derken, epey işleri oluyordu. O evdeyken, kata çıkmaya, gürültü yapmaya çekindiklerinden işler kalıyordu. Sevim'le Gazel, Ekim ayı başında İstanbul'daki evi açmaya gittiğinden beri, o evden çıkmadan odası temizlenemiyor, yıkanan çamaşırlar terasa serilemiyor, bulgur çarşafları alt üst edilemiyor, çocuklar yukarda oynayamıyordu. En önemlisi, bu sıcakta damda yatamıyorlardı. Oğullarına, birkaç kez söylemişti "Rahatınıza bakın," diye. Dinletememişti. Karısıyla kızı gittiğinden beri kendini daha bir yalnız hissediyordu.

Çarşıya giderken Zeliha Neneye uğrardı belki. Zeliha Nene, artık ne duyuyor ne görüyor ne hatırlıyordu ama olsun. Gitmek lazımdı. Herkes ihtiyarlayıp kocayacaktı bir gün.

Saçları uzamıştı. Belki dönüşte Zeki'ye uğrar kestirirdi. Biraz da onunla vakit öldürürdü.

Bahçelere inse miydi? Biraz incir biraz nar biraz da ayva kalmış olmalıydı ağaçların başında. Onlar için inmeye değmezdi. Güzelim bahçeler sararıp solmuştu. Eliyle diktiği elma ağacı, dededen kalma koca ceviz, kayısılardan ikisi kurumuş, arklar bozulmuş, yabani otlar sarmıştı her yanı. Oğlanlara da kızıyordu. Mala mülke sahip çıkmamışlardı pek. Oysa binlerce yıldır koca koca aileler bu toprakları işleyerek karınlarını doyurmuşlardı. Buralarda güvenebileceğin tek şey topraktı. Başka bir şeye aklı yetmezdi Ahmedo'nun.

Ne yapmış etmiş, daha İstanbul'dayken aşağıdaki tarlayı sattırmıştı ona küçük oğlan. Ne için? Cep telefonu dükkanına döndürmüştü, zahireci olarak bıraktığı işi. Abisini de kendine uydurup ona da kasetçi dükkanı açmıştı. Kendisinin anladığı işler değildi bunlar. Onlar da anlamıyorlardı zannınca. Şimdi de anneleri vasıtasıyla, öbür tarlayı da satsın diye duyuruyorlardı. Geçinemiyorlarmış. Çocukları okuyacakmış. Para lazımmış. Dükkanların işleri iyi değilmiş. Halıcı açacaklarmış. Belki haklıydı çocuklar, yeni işler belki de yapmak istedikleriydi ama gelip babalarına anlatmıyorlardı ki anlasın. Artık o da uzaklaşmıştı. Karşısına alıp enine boyuna konuşmayı canı istemiyordu. Yakınlaşmayı göze alamıyordu. Bunu kendisinin yapması gerektiğini biliyordu. Onları, Hüseyin için öylece bırakıp giden kendisi olmuştu.

Eli kolu çarşıdan aldıklarıyla dolmuş olarak Zeliha Nenelerin kapıyı çaldı. Münir daha evdeydi. Bırakmayıp, sofra açtılar. Neneyi, avluya çıkarıp eskilerden, yenilerden epey konuştular. Nene, anlarmış gibi gülümseyip durdu karşılarında. İçi sızladı Ahmedo'nun.

Kahveye, Münir'le birlikte gidip oturdu. Beş dakika olmadan da haberi aldı.
"Semun Amca dönmüş ha?" "Olacak şey değil. Onlar da dönüyor ha." "Onlar bile" Konuşmaların sonraki bölümünde, ne anlatıldı ne söylendi hiç farkında olmadı. Bütün derdi, Semun Amcaların gelmesiydi. "Semun Amca döndüyse?" "Döndüyse?"

Bir telaş eve koştu. Doğru odasına, terasa. Baktı durdu aşağıdaki köye, köyün hemen önünden başlayan büyük boşluğa. Yoktu. Kimse yoktu. Ne tarlada çalışanlar kalmıştı ortalıkta ne eken ne biçen. Tarla zamanı da değildi zaten. Ama kimse yoktu.

Gün batımının ıssızlığıyla kala kaldı.

Ah Rahel. Ah. Ah.

Sonraki günler çarşıda kimi bulursa sordu soruşturdu. Baktı olmuyor. Kimsenin umurunda değil Semun Amca, daha çok yeni gelenler var, konuşulacak, merak edilecek yeni konular var. Bıraktı çarşıya kahveye çıkmayı. Bahçelere dadandı. İki adam tutup arkları düzenledi, ağaçların dibini eşeledi. Dökülmüş yaprakları topladı. Yabani bitkileri söküp söküp attı. Kurumuş dalları budadı. Arkasından, "Bunun da yeni tuttu damarı. Geleli o kadar zaman oldu bakmadı da şimdi uğraşıyor malıyla," diye konuşuldu. Konuşulanlar kulağına geldi ama hiç sallamadı. Yeni ağaçlar dikti. İnatla hırsla çalıştı.

Paris'i, kardeşini aradı. Ne yapıp edip, Hüseyin'in bir telefonu bile olsa bulmasını tembih etti.

Kimi gün okul arkadaşı Berber Zeki'nin dükkanına gidip saatlerce suskun oturuyordu kimi gün evden dışarı adımını atmıyordu. Ha bugün ha yarın derken günlerin peş peşe geçip gittiğini algılıyordu.

Sabahları ve akşamları terasta geçirmek onun alışkanlığıydı ama artık günlük programı olmuştu. Özellikle akşamüstleri biri bir yere çağıracak, bir davet olacak, bir iş çıkacak diye ödü kopuyordu. Bekleyip bekleyip bir şey göremiyordu. Kahırlanıyordu.

Özlüyordu. İçi acıya, acıya özlüyordu. Özlemeye hakkı olmayan bir şeyi özlediğini sorguluyor, kendine karşı yüzünü yerden kaldıramıyordu. Zamanında anlamadığı, söylemediği, uğruna hiçbir şey yapmadığı bir şeyi istiyor ve anlayamadığının, yapamadıklarının utancıyla ne yapacağını bilmiyor, ezilip duruyordu. Ezikliğine karşın Rahel'in döndüğüne ilişkin bir işareti algılayabilmek için deli oluyordu. Haber alamadığı her gün, umutsuzluğun koyu karanlığı onu boğuyordu.

Gidip, gidip bağa bahçeye vuruyordu kendini.
Gidip, gidip çoluğa çocuğa şeker, oyuncak, sakız alıp geliyordu.
Gidip, gidip sokaklarda başı boş dolaşıyordu.
Durup durup kardeşini arıyordu.
Ne yaparsa yapsın gönlünü avutamıyor, acıyla baş edemiyordu.
Günler kalbine çöken karanlık kadar ağır, haftalar azalan ömür kadar çabuk geçiyordu.
Göğsüne çökmüş bir şahin, canlı etini gagalıyordu artık.
Rahel'in evine, yurduna kavuşmasından başka bir şey arzulamaz oldu.
Umudu gün gün tükenir oldu.


Gördü.
Nihayet gördü.
Bir akşamüstü ufka doğru, dalgın dalgın bakarken gördü.
Kalbi hop etti. Oydu bu, başkası olamazdı.
Tarlaların içinden gün batımına doğru yürüyordu yine. Güneşi uğurlamaya. "Yarın yine gel. " demeye.
Yürüyüşünden tanıdı.
Yaşlanmıştı. Kilo alıp biraz kalınlaşmıştı. Ama yürüyüşü değişmemişti pek. Aynı eda aynı endam aynı asilik.
Hafif bir rüzgar Rahel'in başındaki şalı alıp sıyırdı boynundan aşağıya. Aldırmadı. Bıraktı şalını savrukça omuzlarının üstüne. Saçları yine uzundu. Örgülüydü yine. Belik belik. Güneşin kızıllığı kadar kızıl parlıyordu kınalı saçları.

Rahel.

Gidip o saçları açmak istedi.
O anda, o saçları açmaktan başka hiçbir şeyi o kadar istemedi, dilemedi hayattan.
Olmayacağını bile bile diledi.

Tam o sırada Rahel geri döndü. Şalını düzeltip, başına çekti. Karşısında tek tük yanmış ışıklarıyla, bir gerdanlığa dönüşen şehre, bir anlık baktı.

Ahmedo, Rahel'in nazlı bakışları, gözlerine değmişcesine irkildi. Sanki Rahel onu görmüş de, "Neden yaşandı tüm bunlar?" " Neden engel olmadın?" "Neden anlamadın?" demiş gibi titredi.

Rahel başını hızla öne eğip acele adımlarla köyüne yöneldi. Köye varıncaya kadar bir daha da başını kaldırmadı.

"Boş ver Ahmedo. Döndü ya. Yüzüne bakmasa da döndü ya, hayat o kadar da boş değil artık."
"Yalan da olsa, gerçek de olsa dünya boş değil artık."

"Yurduna döndün nihayet. Toprağımızın bereketini bize geri getirdin. Ömrüne bereket. Sağ ol. Var ol."



Akşam, bayağı geç bir vakit, büyük oğlu, sofrada beklemekten usanıp, onu yemeğe çağırmaya çıktığında, Ahmedo'yu terasın korkuluklarına dayanmış, bir türküyü söylerken buldu. " Bahar geldi gül açtı, bülbül yerinden uçtu." İlk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Çok şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi. "Baba" diye seslenmemiş olsa, fark edilmemiş olsa sessizce geri dönecekti. Durdu kaldı. Babasının dönüp, yüzüne uzun uzun baktıktan sonra ona, " Boş ver yemeği, aşağıdan bir şeyler çıkar, kardeşini de çağır bir rakı içelim," dediğini duydu. İnanamayarak indi aşağıya.

"Yar yar diyar, yar yar diyar, yar yar diyar yar."

içindekiler
 










DÖNEMEÇ


Keşke düşüp bayılsaydı, ölseydi, yok olsaydı. Hiçbir şey kalmasaydı geriye ondan. İncinecek, acıyacak, kanayacak, parçalanacak bir şey kalmasaydı. Gülen diye biri, bu dünyada hiç var olmasaydı. Hiç doğmamış olsaydı.

Kendini bir türlü alıp götüremiyordu oradan. Başı dönüyor, bacakları titriyordu da, orada dikilip durmaktan kendini kurtaramıyordu. Nasıl kurtarabilirdi ki? Afişteki en büyük yazı, kendi adıydı ve o lanetli fotoğrafın hemen altındaydı. Bir de insanların gözüne gözüne girsin diye kıpkırmızıydı. İlk gördüğünde şok olmuş, beyni, gösterilen şeyi algılamayı reddetmiş, şöyle bir bakıp, grup olarak oturdukları masaya yönelmiş ama sandalyeye yerleşemeden fırlayıp koşmuştu ilan panosunun oraya. On dakikadır afişin önünde dikilmiş bakıyordu. Baktıkça sanki bir şeyleri değiştirebilecekmiş gibi umuyordu ama olmuyordu.

Bakmasa, gözünü bir an kırpsa, kapatsa bir an, Salih, elinde bir bıçak, sessizce ensesinde bitiyordu. Gülen, arkasını dönemese, göremese de boynuna değen bıçağın soğukluğunu, Salih'in kan çanağına dönmüş gözlerindeki bakışın, aynı boyna düşen ateşini hissedebiliyordu. Gülen metanetle, bir bıçağın, boynunu kesmesine hazırlanıyordu.

Gülen, Gülen, ne yaptın be Gülen? Ah Gülen, adın batsaydı keşke... Onun doğduğu şehirde, kızların ilkine annelerinin ismini verip, diğerlerini adamdan bile saymaz babalar. Böyle güzel kız isimlerini, anneler koyar hep. "Bahtı açık olsun," diye, "yüzü gülsün, " diye, "kendileri gibi mutsuz olmasınlar." diye, güzel isimler koyar anneler kızlarına. Annesi da öyle düşünerek koymuş olmalıydı adını. Ad, kaderi değiştirmiyordu oysa. Hangi kızın değiştirmişti ki onun da değiştirebilsin. Bundan sonra Ölen olurdu artık onun da adı.

Ölen olmaktan korkmazdı ki Gülen. Onların oralarda hiçbir kız korkmazdı. Yaşadığı coğrafyada ölüm, herkese yakındı da, kızlara bir başka düşkündü. Doğup büyüdüğü topraklarda, İnançlar farklı olsa da gelenek tekti, kız olunca, hangi inançtan olursan ol, ölümle birlikte doğduğun kabul edilirdi. Ecelin; canından, kanından, sevdiklerinden biri olurdu. Ağabeyin, kardeşin, dayı oğlun, amca oğlun olurdu. Her kızın, omuz başındaydı her dem, ensesindeydi ölüm. Yüreğine, heyecanına ve coşkusuna perdeydi. Kız gülüşlerinin soldurucusuydu bin yıldır. Bu yüzden Ölen olmaktan korkmazdı hiçbir kız. Gülen de korkmuyordu Ölen olmaktan.
Ölmenin, olası biçimi kahrediyordu onu.
Ve olası katili.
Bir de, ölümünün ardından olacaklar, söylenecekler, yaşanacaklar.
İçindeki yangın büyüdükçe büyüyordu.

Mustafa Abi. Mustafa Abim.

Panoya baktıkça değişen hiçbir şey olmuyordu. Ne afiş değişiyordu, ne fotoğraf, ne de adı. Artık anlamıştı. Bakmakla değişmiyordu hiçbir şey. Ama bir türlü alıp başını gidemiyordu. Afişi, afişe kan kırmızıyla kazınmış kendi adını ve o fotoğrafı görmekle, günahı asıl şimdi işlemiş ve böylelikle gidebilecek her yeri yitirmişti. Gidecek, saklanacak, sığınacak hiçbir yeri kalmamıştı artık. Tanrı; bu afişin önünde dikildiği yerin dışında, gidebileceği her yeri her adresi elinden almıştı. Çaresiz, kimsesiz bırakmıştı.

Kendine gelmeye, silkinmeye, aklını başına toplamaya çalıştı. Nasıl bir işti bu? Neden olmuştu? Mehmet? Mehmet'i bir bulsa, bir eline geçirse, yakasına yapışacaktı. Doya doya, ağlaya ağlaya dövecekti. O yönetmeni, Ömer Beyi de görse, aynı şeyi yapacaktı. Utanmayı, çekinmeyi kurgulayacak durumda değildi. Ama en çok neden böyle olduğunu soracaktı. Ona bu kötülüğün nasıl ve neden yapılabildiğini?

Baktıkça daha kötü oluyordu. Ama bir türlü bırakıp gitmeyi beceremiyordu.

Salih, bıçağı sabırla boynunda tutmaya devam ediyordu. Gülen boynundan aşağıya akacak olan kanının ılıklığını bile hissedebiliyordu. Kanıyordu

Aylin gelip, çekiştire çekiştire amfiye zor götürdü. Sınav başlayacaktı az sonra. Dönemin en önemli sınavıydı. Sanki afişlari değiştirmek için özellikle bu günü bulmuştu sinema kulübü. Selim'e de çok kızmıştı Aylin. "Kör, parmağım gözüne" sokmanın ne alemi vardı şimdi? Kız bütün gece çalışmış hatmetmiş. Bırak girsin sınavına, sonra gösterirsin. Göstermesen ne olur? Sana mı kaldı bu işler? Salak. Bir de üstüne üstlük, "Senin sırtın bu kadar güzel miydi kız?" diye yavşayıp aklını başından almıştı zavallının. Küfrü yiyince de defolup gitmişti. Gülen'e benzemezdi o, kendisi değil ama babası, Hacı Hüsrev'de yetişmişti. Gözünün üstüne çakıverirdi bir tane. Gülen boş vermeliydi şimdi bunlara. Soruların yanıtları düşünmeliydi.

Sınavda ne soruldu? Bir şey yazdı mı? Yazdıysa ne yanıtlar verdi? Bilemeden çıktı amfiden. Başka zaman, büyüklüğüyle onu ürküten amfi, birden onu daraltan, bunaltan, basık bir yer haline gelmişti.

Çıkarken Aylin'le göz göze geldi. Arkadaşının delici bakışlarına aldırmadı. Doğru tuvalete. Yüzüne soğuk suları çarptı, ellerini uzun süre açık musluğun önünde tuttu. Bir türlü geçiremedi içinin yangınını. Kantine zor attı kendini. Kasılıp duruyordu midesi. Sabah kahvaltı etmemiş, birkaç tane ceviz içi yemiş, pür telaş çıkmıştı evden. Bundan da iyi bir not alırsa artık hiçbir derse asılmasına gerek kalmayacaktı. Bir çayla bir tost aldı. Tenha bir köşeye sığındı. Çayı içti. Tost, boğazından geçmedi bir türlü. Yutak borusu kapalıydı sanki. Olduğu gibi bıraktı masaya.

"Mustafa Abi'mi aramalıyım. Mustafa Abi'mi aramalıyım. "Tespih çeker gibi, içinden boncuk boncuk, şıkır şıkır geçiyordu kelimeler. Arkadaşları çıkıp başına üşüşmeden, kafası karışmadan halletmeliydi bu işi. Bilinçle değil de, iç güdüyle çantasından cep telefonunu çıkarıp abisinin numarasını tuşladı. Ulaşılamıyordu. Duruşmada olmalıydı. Belki de bürosundaydı. Önemli bir görüşmesi olduğunda da ya kapatıyor ya sekreter yapıp, evden, Salih'ten kurtardığı Nazlı ablasına bırakıyordu. Büroyu tuşladı. Nazlı'nın kendi gibi nazlı sesini duyunca, birden karşısında duruyormuş gibi oldu, boğazı yandı, gözleri yandı, sesi gırtlağında boğuldu. Panikle kapattı telefonu. Hıçkırıklarla sarsıldı ince bedeni. Zor susturdu.

Salih mutlaka duyacaktı. Hiç kurtuluşu olmayacaktı. Zaten okumasını, hele İstanbul'da okumasını hiç kabullenmemiş, hiç hazmedememişti. O yüzden de herkesten çok Salih'ten korkuyordu yine. Deliydi. Tabancayı, bıçağı, kezzabı, artık neyi bulur, neyi uygun görürse, onu kaptığı gibi gelirdi. Epeydir, namus dediği şey, kardeşlikten çok önce geliyordu onun için. Hem de nasıl? Gözünü kırpmadan öldürürdü onu. Bir yandan da, "Ben size dememiş miydim?" sözünü edeceğini bilmek, canını daha bir yakıyordu. Gülen yanıyordu.

Çocukken de ne iyi anlaşırlardı Salih'le. İki yaş vardı aralarında. Kardeşler arasında, yaş olarak birbirlerine en yakın onlardı. Kalpleri de yakındı küçükken. Oyunlar oynar, ağaçlara tırmanır, bahçede koştururlardı. Yaz tatillerinde onlara katılan Mehmet'i de suçlarına ortak eder turist seyretmeye giderlerdi, balıkları izler, güvercinleri uçururlardı. Birbirlerinin yaramazlıklarının sırlarını saklarlardı anne babadan... Sonra, çocukluktan az bir şey çıkınca, huyları değişmişti Salih'in. "Bana abi diyeceksin" diye tutturmuş, "evden çıkmayacaksın,", "çarşıdan geçmeyeceksin", "saçlarını açmayacaksın", "okulda oğlanlarla konuşmayacaksın" gibi talimatlar vermeye başlamıştı. Gülen, bunları bir tek kendine yapıyor sanırken, Ümmügül ablasının nişanlısını, kapıya geldi diye dövmeye kalkınca, Salih'in, Mustafa Abisinden çok farklı çıktığını anlamıştı. Evdeki kız kısmının ağzından burnundan getirirdi Salih. Göz açtırmazdı. Babadan korkmasa döverdi de. Nazlı onun yüzünden on beşinde ilk isteyene verdirmişti kendini. Bir yıla kalmadan da kucağında bebeğiyle ağlayarak dönmüştü geriye. Yaşlı kocası ölmüştü. Salih, onu bile, " Niye döndün? Koca evinde ölünür de dönülmez," tavrı ile karşılamıştı. Neyse ki baba, kızının geri gelmesine ses çıkarmadığı gibi, kimsenin laf etmesine izin vermemişti. Ne de olsa ölmüştü kocası. Kızın yapacak bir şeyi yok sayılırdı. Kendi adını taşıyan ilk erkek torunsa, baldan tatlıydı.

Babasının kızgınlığından çok, üzülmesi gözünün önüne geliyordu. Babasının kınanacağını, aşağılanacağını düşündükçe kalbi patlayacak gibi oluyor, nefesi sıkışıyordu. Amcaları, dayıları, amca çocukları ama en başta Salih, mahvederdi onu. Sanki başına gelecekleri biliyormuş gibi, İstanbul'a gönderirken, "Ne yaparsan yap, bizi utandıracak bir şey yapma, yüzümüzü yere baktırma, başımızı öne eğdirme emi kızım" diye, sıkı sıkı tembihlemişti.

"Bizi utandırma," sözcüğü, İstanbul'dan bakıldığında öyle çok şeyi kapsıyordu ki, Gülen'in bir çok arkadaşına, anlamsız, geri, aptalca ve kötü niyetli geliyordu. Gülen kendince, çoğu geleneksel kurala uymuş, kendini üzmeyi göze almış, babasını üzmeyi göze alamamıştı. Değil mi ki babası, Mustafa abisinin sözünü dinleyip okumasına izin vermiş, kız başına İstanbullara yollamayı göze almış, "Dönmez artık bu," sözlerine aldırmamaya çalışmış, bazı dokundurmalara ses çıkarmamıştı. Babası için, memlekette neye dikkat ediyorsa, İstanbullarda da öyle davranmaya zorlamıştı kendisi. Ne kadar modern görünse de, iki farklı yaşamın arasına sıkışmış kalmış abisinin de üzülmesine gönlü el vermemişti. Uzun etekler, bol pantolonlar, kafeterya, bar bir yana, okul ve ev dışında yemek bile yememe. Beyoğlu'na, Ortaköy'e, bir filme, bir konsere meraktan olsa bile gidememe. Sokaklarda gülememe, kalabalıkta yüksek sesle konuşamama, hava karardığında dışarıda bulunmama. Okuldan, sınıftan bile olsa, bir erkekle ders dışı bir konuda sohbet edememe. Birinin elinde tutamama. Gözlerinin içine bakamama.

Kasılıp kaldığı sandalyeden kalktı, bahçeyi geçip Mehmet'i aramaya, onların bölüme gitti. Kızgınlığının ötesinde, dayanacak birine duyduğu ihtiyaçtan ona doğru gidiyordu. Mehmet; dedelerinin kardeş çocuğu olduğu ama buralarda doğmuş buralarda büyümüş, İstanbul'lu "kuzen"i. Bu kocaman şehirdeki tek akrabası. Görüşmesine izin verilen hatta aile kararıyla başı sıkışınca gitmesi gereken adres olarak belirlenebilen tek erkek akranı. Uzun saçlarına, küpelerine karşın güven duygusu yaratabilen, aynı kampüste olduğu için sevinilebilen tek yakını. Salih gibi, büyümesini, kardeşlik ülkesinden atarak cezalandırmayan çocukluk kahramanı.

"Ne var?" demişti, "Ciddi adamlar, öyle fasaryadan çekmiyorlar, sanat filmi yapıyor bunlar kızım. Entel dantel adamlardır, sana bir zarar gelmez onlardan. Korkma. Sonra sen de Mustafa gibi döneceksin oralara. Sıkışacaksın gündelik kaygıların arasına. Bari buradayken değişik bir şeyler yap. Arkadaşlarına, çocuklarına, kocana olmasa bile torunlarına anlatacak bir şeyler olsun hayatında. Biraz renk olsun. Hep böyle sap gibi, ot gibi mi yaşayacaksın?" Gülen'e en çok bu söz dokunmuştu.

Anlamadıklarını, anlayamadığını biliyordu da, bu kadarını değil. Sap mıydı kendisi? Ot muydu yani? Kötü bir adam mıydı babası? Hayatı, yaşamayı bilmeyen, medeniyet tanımayan, zevkleri olmayan insanların yaşadığı bir yer miydi memleketi? Kendilerince eğlenmeyi de bilirlerdi, gezmeyi de tozmayı da. İstanbul'dakilerine benzemiyor diye, onların eğlenemeyeceğini mi düşünüyorlardı. Hayattan bir haber olarak mı görüyorlardı? Oraları bilmez gibi, Mehmet bile böyle düşünüyordu anlaşılan. Hiç sıra gecesine katılmamış, bağ bozumu yapmamış, harman zamanına denk gelmemiş, düğün alayına katışmamış gibi. Damlarda yatmamış, geniş taş avlulara uyanmamış, bir büyük bahçeyi sulamamış, pekmez teştlerinde kalan artıkları, mahallenin tüm çocuklarıyla parmaklamamış gibi. Yaz tatillerinde geldiğinde, ağaçların tepesine tırmanmaya ata binmeye ısrar etmemiş, közde patates pişirmemiş, Ayşe Nenenin masallarıyla uyumamıştı sanki. O içerlemeyle Mustafa Abisine telefon açmıştı. Mehmet'in söylediklerini söylememişti ama, söylediğine, söylediklerine çok incinmişti.

Telaffuz ettikleri parayla, evden harçlık almadan son sınıfa kadar okuyabileceği, çektiği sıkıntıya karşılık abisinin tepkisini de etkilememişti. "Sen bilirsin," demişti. "Çok istiyorsan iyi düşün ve değeceğine inanıyorsan dene." Öğreniyordu ki, Mehmet, çoktan aramıştı abisini. "Bırak kız oynasın" demişti. Abisi, deli dolu bulsa, aralarındaki on yaşa karşın, kendisine "abi" dememesine de aldırmaz, güvenirdi Mehmet'e.

Bahçede karşılaştığı birkaç tanıdık mühendislik öğrencisine sordu, dörtlerin bugün dersi yoktu. Doğru, perşembeleri staja gidiyordu Mehmet. Kanadı kırık, gerisin geriye kantine döndü.

Ekip, Kasım'ın başında gelmişti fakülteye. Yüz arıyorlarmış. Yeni bir yüz. "Küçük bir rol için," demişlerdi. Başka kız yokmuş gibi ona musallat olmuşlardı. İznini almadan, hatta kendisine çaktırmadan fotoğraflarının çekilmesine çok kızmıştı. Hırsından ağlamıştı. Mehmet'in aracılığı ve biraz da tehditleriyle negatifleri getirip kendisine vermek zorunda kalmışlardı. O buraya okumaya gelmişti. Başka hiçbir şeyi istememişti. Hele bir filmde oynamayı hiç aklından geçirmemişti. Hiç hayal etmemişti. Öleceğine inanır da bir film çekimi için teklif geleceğine inanmazdı. Rüyasını görse hayra yormazdı. Tekliflerinden dehşete düşmüştü. Korkuyla sinmişti. Hazırlıktan sonraki ilk yılıydı. İstanbul'a alışamamıştı daha. Güven duygusu oluşturamamıştı. Dersler ağırdı. Zamanı yoktu. İstemiyordu. Babası duysa yüreğine inerdi.
Filmciler üzerine üzerine gelmişlerdi

Yönetmenin bizzat gelmesi, okulda olay olmuştu. Artık kötü bir şey çıkmayacağını anlamış olsa da, saçı sakalı birbirine karışmış yönetmenin yemek teklifinden ürküp "Hayır" demişti. Rol için ödeyeceklerini söyledikleri dudak uçuklatan ücretle ilgilenmemişti. Okulda fısıltı, hayranlık ve kıskançlıkla izlenir olmuştu. Huzuru kaçmıştı. Patlama noktasına geldiğinde, Mehmet bir daha araya girmiş, yatıştırmıştı. Gülen de kendisine, "sap" dendiği için, bu kabusu bile isteye göze almıştı.

Mustafa Abisi ikinci arayışında, "Olur," demişti. "Yalnız çok dikkatli ol kızım, okumanı engelleyecek, bizi sıkıntıya sokacak bir şey çıkmasın. Sen de Mehmet de ağzınızı sıkı tutun.... Oooo, bayağı iyi paraymış yahu. Ben bir şey istemem. Yatırırsın paranı bankaya. Aydan aya çeker, faizinden yararlanırsın. Tamam tamam, ne istiyorsan getir. Bana İstanbul'u getirebilir misin?" Nasıl gülmüşlerdi iki kardeş. Abisinin sesi, öğrenciliğindeki gibi neşeyle çınlamıştı.

Gülen'in çekimleri İki hafta ya sürmüş ya sürmemişti. Senaryonun, sadece onun oynayacağı bölümlerini değil, her tarafını iyi okuması istenmişti. Bütününü kavramadan, kendi rolünü tam canlandıramayacağını söylemişti yönetmen. İnce ince bakmıştı tekstlere Gülen. Rolden öte, zarar göreceği bir şey var mı diye de didiklemişti yazılanları. Bulamamıştı. Sahiden de, doğudan okumaya gelmiş bir kızı oynayacaktı. Sette, ne Ömer Bey zorlanmıştı ne Gülen. Kendini oynaması beklenmişti zaten. Masumiyet. Çekingenlik. Ona söylenmese de, bir parça korku.

Çekimden hemen sonraya denk gelen uzun bayram tatilinde eve tedirginlikle gitmişti. Gitmese, hem kendisi bu koca şehirde vakit geçiremezdi okul olmadan hem evdekiler şüphelenirlerdi. Parayı almasına karşın en az hediyeyle gitmişti. Hep minik hediyelerle giderdi de bu kez çok az olmuştu. Evden aldığı mütevazı harçlıktan çok, tez yazar, abisinin sınıf arkadaşı olan avukat Filiz Hanım'ın bürosunda dosyaları düzenler para kazanırdı. Bir de okul kredisi vardı. Birazcık da harcamasına dikkat edince evdeki herkese iyi kötü bir şeyler götürürdü. Getirdiği küçük hediyelerle, İstanbul'u görmüş gibi olurlardı. Korku belası bu sefer getirdikleri gerçekten azdı, özensizdi, kişisel zevkler, televizyonda görülüp de imrenilen şeyler dikkate alınmamıştı. Bir tek Salih'inki kallaviydi. Epeydir bir deri ceket istiyordu. Şüphelenmemişti. Aksine memnun olup, ilk kez teşekkür etmişti. Gülen de ağzından bir şey kaçar korkusuyla, bayramın üçüncü günü bilet bulunmaz bahanesine sığınıp İstanbul'a geri dönmüştü.

Aradan zaman geçip derslere, ödevlere, sınavlara dalınca bir filmde oynadığını bile unutmuştu. Bir ara aklına geldiğinde de, Belki Türkiye'de bile oynatmazlar, Avrupa'da gösterime girdiğinde de haber verirler diye düşünmüş, kafasından çıkarıp atmıştı. Atınca da böyle gafil avlanmıştı. Ne yapacaktı Şimdi?
Allah'ım! Hiçbir şey onu kurtaramazdı artık.

Başı dönüyor midesi bulanıyordu. Kantinin plastik sandalyesi, çivili bir işkence oturağına dönmüş her yanını acıtıyordu. Dizlerinin kendini taşıyacağına güvenemiyor, kalkıp gidemiyordu. Eve gidip yorganın altına girip, bir daha çıkmamak istiyordu.

Ah! Ah! Oya. Deli kız. O soyunmuştu mutlaka? Ondan başka kim yapabilirdi ki bu pervasızlığı? Nasıl çırılçıplak durabilmişti bu kız, o kadar adamın karşısında? Nasıl poz verebilmişti? Binlerce kişinin seyredeceğini bile bile, nasıl her yerini açabilmişti? Neden göstermek istemişti ki vücudunu? Kim bilir? Sıradan çekimlere bile yarı çıplak gelip, erkeklerle teklifsiz konuşan bir kız niye böyle pozlar vermeyeydi ki? Ah be Oya. Kendisini rezil ettiğin yetmedi, beni mahvettin. Ya yönetmen? Ömer Bey? Hani hiçbir şey olmayacaktı? Böyle bir filmde oynadığım için gurur duyacaktım. Ömür boyu müteşekkir kalacaktım sana.

Mehmet, Mehmet gel de temizle şu işi n'oolur. Şimdi sen de, "Ne varmış afişte?" dersin mutlaka. "İnsan vücudu doğaldır, kızın pozunda çirkin bir şey yok" dersin. Ben de biliyorum çirkin ve adi olmadığını. Ama mahremdir vücut. Bir kızın vücudu, en mahrem şeydir bizim oralarda. Kendisinden bile gizler kızlar bedenlerini. Sana anlatamam ki bunu. Anlayamazsın.

Arkadaşları sınav çıkışı tek tek geldiler. Kendilerince; "üzülmemesi, afişlerin ilgi çeksin diye böyle sunulduğu, bu açıdan muhafazakar bir afiş bile sayılabileceği, hangi çağda yaşandığı, kızın uzun saçlarının sırtının yarısından çoğunu örttüğü, onun saçlarının afişteki kızın saçlarından farklı renkte ve dalgalı olduğu, filmin üç büyük şehirde bile zor gösterileceği, canını sıkmaması, üzülmemesi" gibi sözlerle teselli etmeye yönelik cümleler kurdular. Aylin onu, hem tüm dairelerinde hemşehrilerinin oturduğu için hem de okula yakın olduğu için tercih edip kiralanan apartmandaki evine götürdü. Çorba yaptı, içirdi. Yatırdı, Gülen tavana, kendisi ona bakarak yanında sessizce oturdu ve son derse yetişebilmek için koşa koşa gitti.

Yalnız kalan Gülen gözlerini kapatır kapatmaz, Salih yine geldi. Babasını sokakta çocuklar taşladılar, annesi yataklara düştü, bir mahkemede hakim, Mustafa Abisinin yüzüne tükürdü. Çığlıklarla fırladı yerinden. Yatağın içinde tortop oldu oturdu. Karşıdaki boş duvara takıldı kaldı bakışları. Gözünü kırpmadı. Kırpamadı.

Telefonunun çalışıyla sıçradı. Diken diken oldu. Mustafa Abisinin sesini duyar duymaz da ağlamaya başladı. Karşı taraftan abisinin endişeli sesini duyuyor ama cevap vermeye güç bulamıyordu. Bir an kapatmayı bile düşündü, abisinin endişeden deliye döneceğinin farkına varıp vazgeçti. O anda, o telefon konuşmasını yapmamayı çok isterdi. Sesini toparlayıp, "Abi...Yok bir şeyim. Bir şey olmadı. Filmin? Oynadığım filmin afişi. Adımın yanında bir kızın fotoğrafı var. Çıplak. Yok yüzü değil sırtı. Sırtı. Kocaman yazmışlar. Evet öyle demişlerdi. Tamam arayıp sorarım. Olur. Tamam, tamam. Sağ ol abi. Çok sağ ol"

Mustafa Abisinin, "Bir yolu bulunur elbet, sen canını sıkma," tesellisiyle biraz avunur gibi oldu .

Uyuyup, unutmak istedi. Bir cesaretle kapattı gözlerini. Bu kez Salih'in yoktu.

Salih, İbrahim Peygamber olmuştu. Başında bekliyordu bu kez. Bir taşın üzerinde gözleri bağlı yatan da, İsmail değil kendisiydi. Gözleri bağlıydı ve boğazına değen bir bıçağın soğukluğunu, yine görmediği halde hissediyordu. Bu soğuklukla bekledi uzun süre. Artık gözlerini açsa da bir şey değişmiyordu. Gökyüzü konuşmuyordu. Kendi yerine kesilecek bir kurbanlık koyun göndermiyordu.

Bile isteye gözlerini kapattı, Gülen doğrandı.

Kendi çığlığına fırladı yine. Korka korka baktı arayan numaraya. Mehmet'ti telefondaki, "O yönetmenin de, filminin de, " diye başladı. "Korkma" diye sürdürdü. "Ben Mustafa ile konuştum. Hazırlan geliyorum," diye sonlandırdı.

Gülen ne olduğunu anlamadı ama kalktı yıkandı, giyindi, ne yerleştirdiğini bilemeden bavulunu hazırladı. Mehmet geldi. Gideceklerdi. Mehmet Gülen'i, sevgilisi Tuğçe'nin iki arkadaşıyla paylaştığı eve yerleştirmeye götürecekti. Ondan sonrası Allah kerimdi. Mustafa ile şimdilik böyle bir çözüm bulmuşlardı.

Çıktılar. Bir taksi bulmak için, evin önündeki yokuştan aşağıya doğru yürüdüler.

Gülen ilk adım attı, annesini yitirdi bir adım attı babasını, bir başkasında kardeşlerini, nenesini, dedesini, odasını, evini, mahallesini, şehrini, çocukluk hayallerini, oyunları, türküleri, ağıtları, masalları, anıları, özlemlerini, hayallerini, geleneksel bilgeliği, geçmişi bıraktı.

Artık baskısız, korkusuz bir hayat yaşayacaktı. Can güvenliği olan, baskısı olmayan, özgürlüğü olan, geçmişi olmayan bir hayat. Kısa etek, dar pantolon değil çıplak bile dolaşabilirdi artık. Geceleri sokaklarda dolaşabilir, kahkahalarla gülebilir, istediği insanla istediği yakınlığı kurabilirdi. Bira bile içebilirdi. Tam bir İstanbullu olabilirdi.
Artık özgürdü.
Mutlu değildi ama özgürdü.
Özgür kız gibiydi, özgür ve köksüz.
Gülen adımlarını boşluğa doğru attı.


Gülen'in cep telefonu çaldı. Mustafa Abisi bir an yalnız bırakmıyordu. Destek değildi arama nedeni, önemli bir haberi vardı bu kez. Hiçbir yere gitmesindi. Salih, filmin afişini göreli çok olmuştu. Ve tam günüymüş gibi akşamüstü büroya gelip, kendince, öğrendiği bilgiye, abisini hazırlamaya çalışmıştı. Anlaşılan uzun süre düşünmüş, nasıl anlatabileceğini kurgulamaya çalışmıştı. Arkadaşı uyarmıştı. Kız kardeşlerinin adı, açık saçık bir sitede açık saçık bir afişte yazıyordu. Tabii ki bir isim benzerliğiydi. Yine de yanlış anlama olmaması için kimseye söylememek daha iyiydi. Kendileri için kız kardeşlerinin isminin böyle şeylerde benzerlikle de olsa geçmemesi hayırlı olacaktı. Babaları hiç haberli olmasa da olurdu. Kendisini böyle sitelere girmezdi ki. İnternetten anlamıyordu zaten. Çet met onun işi değildi. Arkadaşı görmüş, arkadaşı söylemişti. O da onu susturmuştu. İş bitmişti.

Sessizce birbirlerine sarıldılar.

Mehmet, Gülen'i eve bıraktı ve gitti.
Gülen güzel bir uyku çekti.

O günden sonra, saçlar da kesildi, dar bluzlar da giyildi, sinemaya da gidildi, Taksim'e de çıkıldı. Az az yapıldı. Sindire sindire yapıldı. Mutlu olunacak kadar yapıldı. Ama yapıldı. Çocukluğunun elinden bırakmadan özgürleşmeye özellikle çaba gösterdi Gülen. Çabaladıkça kendini daha iyi hissetti. Tatillerde gittiği memlekette, evde kimse yadırgamadı yenilenen halini. Oynadığı filmi de gidip izledi. Çok beğendi. "İyi ki çekmişim" diye düşündü.