geri dön




 

█  korkut kabapalamut 




AT


     Kapıyı açmamla kapatmam bir oldu. İri, simsiyah bir at, yatak odamın ortasında, gardıropla müzik setinin arasındaki boşlukta, sessiz, kıpırtısız öylece dikiliyordu. O kısacık ve şaşkınlık dolu anda, atın son derece güçlü bir göğsü, özenle örülmüş kapkara yeleleri, uzun, dimdik ve bir nakkaş tarafından çizilmişçesine zarif kulakları olduğunu yine de fark edebildim. Bir elim, az önce dehşetle kapadığım kapının tokmağını sımsıkı kavramışken, diğer elimi, korkunç bir tempoyla çarpmaya başlayan kalbime kuvvetle bastırıyor, bu yoğun çarpıntı yüzünden durabileceği endişesiyle, “yavaşla, lütfen yavaşla!” diye fısıldıyordum kendi kendime.

     At, kapının açılmasına herhangi bir tepki vermemişti. Büyük olasılıkla beni ya da kapının açıldığını fark etmedi diye düşündüm. Aslında bu kadar korkmam ya da heyecanlanmam için bir neden yoktu. At o kadar iriydi ki, kapıdan geçip odadan çıkabilmesi olanaksızdı. Oraya nasıl girdiğini ya da sokulduğunu Tanrı ya da Şeytan bilirdi ancak. Bir ara, acaba hayal mi gördüm diye düşünüp, bu umudu doğrulamak amacıyla neredeyse odanın kapısını yeniden ve usulca açacakken, az önce sözünü ettiğim kesin güvenlik garantisine rağmen buna cesaret edemedim. Zira, atın fizik kurallarını benim kadar önemsemediği ortadaydı. Şu anda, normal koşullarda kesinlikle giremeyeceği bir odada bulunduğuna göre, aynı esrarengiz yöntemle odadan çıkabilmesi de pekâlâ mümkündü. Acaba polisi mi arasaydım?... Yarı paranoyak bir insan olarak, beni atı çalmış olmakla suçlayabilecekleri aklıma gelince bu düşünceden derhal vazgeçtim. Muhtemelen cins, dolayısıyla da oldukça değerli bir attı. Gerçi bir yarış atı değildi. Bunun için fazlasıyla iriydi. Birkaç ay önce bir arkadaşımın ısrarı üzerine hayatımda ilk kez gittiğim hipodromda yakından görme fırsatı bulduğum atların neredeyse iki katı irilikteydi. Acaba bir aygır mıydı? Kim bilir… At cinslerinden de hiç anlamazdım ki…

     Yatak odamın kapısını atı ürkütmemek için mümkün olduğu kadar yavaşça kilitleyip salona geçtim. Üçlü koltuğa uzanıp gözlerimi kapadım. Önce, kesinlikle rüya görüyorum diye düşündümse de, gerçekten rüya görüyor olsam bunun farkında olamayacağımı düşünüp gerçekçi davranmaya karar verdim. Bu soruna bir çözüm bulabilmem için öncelikle onun gerçekliğini kabul etmeliydim. Gerçek ne kadar acayip ve kabul edilmez olursa olsun, böyle yapmaktan başka çarem yoktu. Elimde olmaksızın, “odamda bir at var, odamda bir at var!” diye tekrarlamaya başladım yüksek sesle. Gece iyi uyuyamadığım için, kendimi, tüm bedenimi yavaş yavaş sarmaya başlayan tatlı bir uykuya teslim etmeye karar verdim. Dinç bir kafayla, bu olayı daha sağlıklı düşünebilir, belki de bir çözüm yolu bulabilirdim.

     Gölgede kırk dereceyi bulan temmuz sıcağında, uykuya dalmadan önce klimayı açmayı akıl edemediğimden, kan ter içinde uyandım. Uzanıp sehpadan aldığım cep telefonumun saati 17:09’u gösteriyordu. Demek ki, yaklaşık iki saattir uyuyordum. Önce elimi yüzümü yıkamak, ardından da mutfağa geçip serinletici bir şeyler içmek üzere ayağa kalktığımda -tabii orada da ikinci bir at ya da başka bir mahlûk dikilmiyorsa-, sağ ayağımın yere basışında bir gariplik hissettim. Küçüldüğünü duyumsadığım ayağıma baktığımda günün ikinci büyük dehşetini yaşadım. Ayağımın olması gereken yerde bir at toynağı vardı. Bakışlarımı hızla ve korkuyla çevirdiğim diğer ayağımdaysa bir anormallik yoktu. Simsiyah at toynağını elimle yokladım; sertti ve altında nal yoktu.


     Bu korkunç metamorfoza rağmen terleyen yüzümü yıkamak ve kuruyan ağzımı ıslatmaktan vazgeçmeyip banyoya doğru yöneldim. Toynağın tabanı, sol ayağımınkiyle tam olarak aynı seviyede olduğundan yürümekte fazla zorluk çekmedim. Gözlerimi kapayıp yüzümü tazyikli suyla uzun uzun yıkadıktan sonra, belki de geri dönmeye karar vermiştir umuduyla bakışlarımı sağ ayağımın bulunması gereken yere indirdim. Sağ ayağım geri gelmediği gibi, sol ayağım da hiçbir ipucu vermeden ve bana hissettirmeden ortadan kaybolmuş, yerini ikinci bir toynak almıştı. Artık bu gariplikler zincirine alışmaya başladığım için bu durum beni pek de fazla şaşırtmadı. Toynaklarım fazla iri olmadığı için bot ya da çizme giymem hâlinde, geçirdiğim utanç verici değişim kimse tarafından fark edilemezdi. Benim gibi yazın sanatıyla haşır neşir olanların bileceği üzere, gerçek hayatta değilse bile kitaplarda buna benzer şeyler oluyordu. Kafka’nın bir kahramanı, bir sabah tedirgin düşlerden uyandığında bir hamam böceğine dönüştüğünü fark edebiliyor; Gogol’ün bir öykü kişisi, aynaya baktığında burnunun olması gereken yerde kocaman bir boşlukla karşılaşabiliyordu. Belki ben de kendini gerçek zanneden bir roman ya da öykü kişisiydim. Bu durumda kaderim yazarıma bağlı demekti ve haliyle tüm sorumluluk da ona aitti. Benim herhangi bir şey yapmam gerekmiyordu. Daha doğrusu, tüm yapmam gereken, normal hayatıma devam edip bundan sonra olacakları gözlemlemekten ibaretti.

     Atın hâlâ orada olup olmadığını görmek üzere odama bakmaya karar verdim. Toynakların ikilenmesiyle, tahmin edebileceğiniz gibi, yürümekte, hatta ayakta durmakta bile güçlük çekmeye başladığımdan, duvarlara tutuna tutuna ilerliyordum. Kapıyı açıp bu kez cesaret ve soğukkanlılıkla, pozisyonunu hiç değiştirmemiş atı incelemeye başladım. Sanki şimdiye dek tanık olduklarım çok normalmiş gibi, atın toynaklarını bulunması gereken yerde tıpa tıp benimkilere benzeyen dört adet ayak görünce büyük bir şaşkınlık yaşadım. Kalp atışlarımın yine endişe verici derecede hızlandığını fark edince kapıyı kapayıp tekrar salona döndüm. Bu kez yatağa uzanmak yerine televizyonumun karşısındaki koltuğa oturdumsa da, altımda ne olduğunu anlayamadığım bir şey bulunduğunu fark edince hemen ayağa fırladım. Garip ama koltukta herhangi bir şey yoktu. O garip nesnenin popoma yapışmış olabileceği düşüncesiyle elimle yokladığımda bir atkuyruğu olduğunu korkuyla fark ettim.





kabapal@yahoo.com 

 
 

  geri dön

başa dön

 

© 2009